Dünyada önemli, özel bir tarihi, “3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü”nü dün yine yokluğuyla idrak ettik. Lise “Edebiyat Şubesi”nde matematiğe mesafeli olmamıza rağmen ilgimizi çeken “Olmayana Ergi Metodu”nu böyle vesilelerle de sık sık idrak ediyorum artık.
Pratik, ironiye de fazlasıyla müsait. Latincesi hoş: “Argumentum (reductio) ad absurdum (saçma olana indirgeme)”. Arapçası da harika; “abese ircâ” yani “saçmaya çevirme/indirgeme”, abesliğini gösterme…
İki cümleyle “olmayana ergi”
Lafla yürütülen gemilerin limanında bugün birçok şey “olmayana ergi metodu”na hazır ve nâzır seyrediyor. Mesela Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un “Yargı süreçleri bağımsız ve tarafsız mahkemeler eliyle, hukukun üstünlüğü çerçevesinde yürütülmektedir” iddiasını doğru kabul ediyorum. Halk TV’nin haberine göre son bir buçuk ayda 40 kez “Türk yargısı bağımsız ve tarafsızdır” demiş zira. Metodu uygulayınca “abes”liği kendiliğinden ortada.
Beni aynı metoda heveslendiren bir örnek de Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu’ndan: “Eğer çocuğunuz yoksa aile olamıyorsunuz, sadece karı koca oluyorsunuz.” Bu “akıl yürütme” 2025 Aile Yılı vesilesiyle yapıldığı için de anlamlı.
Ailenin ne olduğuna dair bir “hatırlatma” olarak da çınlıyor kulağımda. “Aile Yılı”nın önemiyle ilgili konuşmalarla da o mahut “Kavramıyla, manevi değerleriyle aile elden gidiyor” yakınmaları zirvede. “Aile ve toplum yapımızı tehdit eden sapkın ideolojiler”le de ayyuka çıkıyor.
“Çocuksuz hanedan” zor
Öncelikle sözlükten “aile”nin nasıl tanımlandığına bakıyorum tabii. Zamanla mânâsını unutabilir insan. “Kubbealtı Lugatı”nda “Aynı evde birlikte yaşayan, en küçüğü karı kocadan başlayan…” tanımının hemen ardından “aile”yi cümle içinde kullanarak iki örnek de vermişler: “Jandarma her eve bir aile dağıttı (Ömer Seyfeddin).” Tesadüfün bu kadarı… Son örnek de, “Çocuğu olmayan aileler… (Yusuf Z. Ortaç).”
Metodu kullanırken kaideyi bozmasa da istisnaları araştırıyorum sonra. Bu ana(ne)lojik çıkarımın olası bütün örneklerini düşünmek lazım. Uzun uzun düşünüyorum, saltanatı “köklü, büyük aileye, geniş sülaleye” dayanan hükümdarların “hanedan”ları Bakan Memişoğlu’nun aile tanımına uyuyor gibi.
Çoluk çocuk, torun torba olmayınca işleri zor; sadece kral-kraliçe, “afedersiniz” karı-koca filan olabiliyorlar. Dizlerinin dibinde tahta, holdinge filan hazırlanan prensler, prensesler “hükümdarcılık” oynayamıyor. Hanedan değil çekirdekten aile.
Sultan Abdülmecid’in ailesi
Yine tesadüf… Tam bunları yazarken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tarihi alıntısı yayınlanıyor medyada: “Tahtımı veririm, tacımı veririm ama devletime sığınan mazlumu asla vermem. Bu sözler ecdadımızın. İşte biz onlara layık olmaya çalışıyoruz.” Aktardığı kıssadan hisse Sultan Abdülmecid’e aitmiş ki benim istisnai örneğime de fazlasıyla uygun.
Dördü padişah olan 43 çocuğunun yanında, torunları sayısızmış. Babadan gelen hanedanını sekizinci oğlu Vahdettin’in ardından “Osmanlı halifesi” seçilen II. Abdülmecid’le -oğuldu kardeşti- 83 yıl sürdürmüş. Güncel bir haber de Sultan II. Abdülhamid’in soyundan, ailesinden 71 kişinin “mirasçı” olarak kabul edilmesi. Önemli tabii.
“Abesle iştigal” önemli
“Abese ircâ” metodunun benim için başka bir çağrışımı daha var. Sanki bu ortamda söylemesi abes kaçan meselelerin konuşulması, vurgulanması gerekliliğini de çağrıştırıyor gibi. İktidarın “abesle iştigal” saydığı lâkin dünyada, demokrasilerde önem verilen mevzuları daha fazla dikkate, gündeme almak lazım.
Dün anılan “3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü” de öyle. Böyle bir ortamda söylemesi abes mi, ayıp mı, kabahat mi bilemiyorum ama… Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 1993’de ilan edilmiş. Esasında biraz geç idrak edilmiş gibi.
“Otorite ve siyasal şiddet”
Temelinde Namibya’nın başkenti Windhoek’de 1991’de Afrikalı gazetecilerin hazırladığı bildirge var: “Özgür, Bağımsız ve Çoğulcu Bir Basının Geliştirilmesi İçin Windhoek Bildirgesi”. Dünyaya örnek olsun diye önemli günlere ekleniyor.
Lâkin 21. Yüzyıl’da, o günün 10. yıldönümünde BM’de güncellenen bildirgede “otoriterlik ve siyasi şiddet karşısında basın özgürlüğünün kırılganlığına dikkat çekiliyor”. Haklılar… Dünyada her yıl basının, medyanın, özgürlüğün ne hâlde olduğunu belgeleyen endeksler, raporlar, “beterin beteri” var ellerinde.
“Cezasızlıkla Mücadele Günü”
Dünya bildirgelerdeki gibi dönmeyince BM Genel Kurulu 2 Kasım 2013’de bir karar daha alıyor: “2 Kasım Gazetecilere Karşı İşlenen Suçlarda Cezasızlıkla Mücadele Uluslararası Günü”. O da gayet yerinde bir karar. Her boydan, türden “ceza”lar hem seçilen gazetecilere uygulanabiliyor, hem de seçilenlerin, her alanda ve öyle ya da böyle atananların onlara karşı işlediği suçlar, yaptığı haksızlıklar, adaletsizlikler cezasız kalabiliyor.
Bu konularda naçizane düşüncem “abese ircâ”yla belli ama ben de hâlimize önce uluslararası endekslerden bakıyorum. Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün hazırladığı “2024 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi”nde Türkiye 180 ülke arasında 158. sırada. 2023’de 165. sıradayken yedi basamak ilerlemiş!
Şaşkınlığım kısa sürüyor. Zira BBC News’un 3 Mayıs 2024’deki bu haberindeki “ilerleme”nin nedeninin bizle ilgisi yok: “Bu yükseliş, Türkiye’nin önünde yer alan Rusya, Azerbaycan ve Hindistan gibi ülkelerde durumun -daha da- kötüleşmesinden kaynaklanıyor.” RSF’ye göre (de) bu basın özgürlüğünün iyiye gittiğinin işareti filan değil zaten. Çünkü Türkiye hâlâ durumun “çok vahim” olduğu ülkeler kategorisinde. “Elim ve vahim” dilimizde ikiz dolaşan bir deyim.
“Filistin’in de gerisinde”
Euronews’un 24 Temmuz 2024’deki haberinin başlığı ise “Türkiye, Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Filistin’in gerisinde yer alıyor”. Filistin’den bile! Türkiye’nin “Yemen, Venezuela, Pakistan, Somali ve Libya gibi birçok ülkenin gerisinde kaldığı” da vurgulanıyor.
Lâkin Euronews’un o haberi Türkiye’de her yıl 24 Temmuz’da “kutlanan” bir başka önemli günle ilgili: “Basın Bayramı ve Basın Özgürlüğü için Mücadele Günü”. Haberde o günün safahatı da -noktası virgülü tırnağıyla- aynen şöyle özetleniyor:
“Osmanlı Devleti zamanında basılan gazeteler ancak ‘saraya’ bağlı sansür memurlarının onayından geçtikten sonra yayımlanabiliyordu. 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilmeden bir gece öncesinde gazeteler ‘devrim’ niteliğinde bir karar alarak, sabah saatlerinde gelecek olan sansür memurlarına kapılarını açmayıp gazeteleri direkt olarak baskıya gönderdiler.
Sansüre karşı ilk mücadele olan bu olayın yıldönümü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) 1948 yılında aldığı kararla ‘Basın Bayramı’ olarak ilan edildi. 1971’de adı ‘Basın Özgürlüğü için Mücadele Günü’ olarak değiştirildi.”
Çalışan/çalışabilen gazeteci
Ayrıca 10 Ocak’ta da “Çalışan Gazeteciler Günü” var ki o da böyle ortamlarda hem “çalışan”, hem ücretli-kadrolu bir iş bulup “çalışabilen gazeteciler” için mânâlı. İnternet gazeteciliği misal… De ki “karın tokluğuna”.
O günü cezaevlerinde geçiren gazetecilerle ilgili ülke rekorlarıyla da uluslararası kürsülerdeyiz. Avrupa Konseyi’nin “basın özgürlüğü üzerine çalışan bazı uluslararası kuruluşlarla birlikte hazırladığı 2019 raporu”nda “Türkiye dünyada en fazla gazetecinin hapiste olduğu ülke”:
“Türkiye’de gazetecilere yönelik ‘olağanüstü baskı’ 2018’de de sürdü. 2018 sonu itibarıyla Avrupa Konseyi üyesi ülkelerde toplam 130 gazeteci cezaevinde. Bu gazetecilerden 110’u Türkiye’de.”
AB’de 2024’de yeni yasa
Avrupa Parlamentosu geçen yıl, Mart 2024’de de, AB Komisyonu’nun hazırladığı yeni “Basın Özgürlüğü Yasası”nı oylayarak kabul ediyor. Milletvekillerinin 92 karşı, 65 çekimser, 307 kabul oyuyla, öyle bir tabloyla… Amaç “AB’de gazetecilerin ve medya organlarının siyasi ve ekonomik müdahalelere karşı korunması”.
Yeni yasal düzenleme, “gazetecileri korumayı, editoryal kararlara siyasi müdahaleye karşı mücadele etmeyi ve basın organlarının mülkiyeti konusunda şeffaflığı güçlendirmeyi, aynı zamanda casus yazılımlar aracılığıyla gazetecilerin keyfi gözetlenmesini engellemeyi” hedefliyor.
“Sansür, dava, hapis kıskacı”
Dış mihraklı bu haberlerin ardından bizim arşivlere, yıllara göre birinci sayfalarına erişebildiğim Cumhuriyet Gazetesi’ne bakıyorum. AB’de “yeni basın özgürlüğü yasası”nın kabulünden sonra Cumhuriyet Gazetesi’nde 3 Mayıs 2024’de “Can Atalay beraat etti” haberi var; da sadece Gar Katliamı davasından… Dava çok, biri olmazsa öbürü… (“Osman Kavala 2 bin 742 gündür hapiste!”)
Gazeteci, yazarların avukatlığıyla da gündeme gelen Atalay da “Gezi” nedeniyle verilen 18 yıl hapis cezasıyla milletvekilliği düşürüldüğü için cezaevinde. Altında da “3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü”ne nazîre “Gazeteci Barış Terkoğlu’na hapis cezası” haberi.
Yanındaki haber ise geçen pazar yayınlanan “İnsanlık Anıtı’na infaz” yazım nedeniyle kulağımı çınlatıyor. “Adsız ölenlere heykel” haberinde yıkılan o anıtın yaratıcısı Mehmet Aksoy’un Antakya’ya deprem anıtı yapmaya hazırlandığı duyuruluyor. Tüm baskılara, yıkımlara rağmen yükselen yaratıcılıklar babından.
Cumhuriyet’in 4 Mayıs 2024’deki birinci sayfasında ise o günü “Türkiye’de basının durumu: Sansür, davalar ve hapis kıskacı” başlığıyla anıyorlar. Altındaki haberin başlığı “3 Mayıs’ta RTÜK’ten habere para cezası”. Bu yazımı da RTÜK’ün para cezalarının yanında Halk TV’ye 5, Sözcü TV’ye 10 gün “yayın durdurma cezası” verdiği ekranların gölgesinde yazıyorum.
“Karanlık siyaset”in videosu
O kronolojiyle -geriye doğru- gidersek… 3 Mayıs 2023’de, Cumhurbaşkanlığı seçimine 10 gün kala Cumhuriyet’in manşeti “Karanlık siyaset”. Altındaki haberde de Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun uyarısı var.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un “karanlık sanal ağlar için anlaşma yaptığını” iddia ediyor: “Sosyal medyada sahte videolar, kırpılmış ses kayıtları yayınlanabilir.” Daha önce, 29 Nisan’da da uyarmış; “Son 10 günde girişilecek en pis işleri biliyorum”.
Dert değil… Dört gün sonra “Büyük İstanbul Mitingi”nde Cumhurbaşkanı Erdoğan Kılıçdaroğlu’nun PKK’lilerle birlikte sahte/montaj videosunu parmağıyla gösteriyor. “Ama montaj ama şu ama bu…”
RTÜK’ten talimatlar
2022’de 3 Mayıs’ın Ramazan Bayramı’na denk gelmesi nedeniyle birinci sayfada “buruk bayram” haberleri var, basın özgürlüğü yok. 2021’de de birinci sayfaya adlı adınca uğramamış. Velâkin “RTÜK’ten ‘lebaleb’ yasak” başlığıyla yayınlanan iddia çarpıcı: “RTÜK Başkanı Ebübekir Şahin, televizyon yöneticilerine özel hattan talimat gönderdi. Talimatta televizyonlardan insan kalabalığı görüntüleri yerine ‘boş cadde ve sokak görüntülerinin’ kullanılması talep edildi.” Depremde de vardı “Görüntü ayarlarıyla oynayınız” iddiaları.
3 Mayıs 2020’de ise Basın Konseyi’nin her yıl o gün açıkladığı “Basın Özgürlüğü Ödülü”nün “cezaevlerindeki gazetecilere ve Cumhuriyet’e verildiği” haberi var. Altında da “AKP’den imaj hamlesi”: AKP Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal hazırladıkları 12 maddelik “Sosyal Medya Etik Kuralları”nı açıklamış. Ve “kurallara partisinin mensuplarının da uyacağını” özellikle vurgulamış.
Bir “olmayana ergi” daha… Ama onlara da girersem yazım bitmeyecek. O ilkelere iktidarın gösterdiği itibar, iktidar emeklisi ya da muvazzaf meşhur twitter X hesaplarıyla bile beteriyle ortada zaten. O 12 ilke yerle bir, “abes”liği metodumuzla da sabit.
“İşte bu bizim hikâyemiz”
Cumhuriyet’in 2019’da “3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü”ndeki manşeti ise “Hukuk garabetini görmediler”. Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) “Cumhuriyet davası”nda “yeniden cezaevine giren altı gazetecinin kişisel başvurularını 2 yıl 5 ay sonra görüştüğünü” okuyoruz.
Mahkeme oy çokluğuyla Akın Atalay, Murat Sabuncu, Bülent Utku ve Ahmet Şık’ın tutuklanmasıyla ilgili hak ihlalinin olmadığına, Kadri Gürsel ile Murat Aksoy’un ise haklarının ihlal edildiğine karar vermiş.
O gün 4 Mayıs 2018’de de “İşte bu bizim hikâyemiz” manşetiyle anılıyor: “3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde 150’den fazla gazeteci tutuklu”. “Barış için Karikatür Derneği”nin Karikatür Ödülü’ne layık görülen Musa Kart da yurt dışı yasağı nedeniyle ödülünü almaya gidememiş.
“Olmayana ergi”nin mizahı
PEN Türkiye’nin “Bu kadar şaka yeter” başlığıyla verilen açıklaması ise “olmayana ergi”nin kara mizahıyla: “Özgür basın mı? Delirdiniz mi? Basın mı kaldı kutlayacak, üstüne üstlük bir de özgür ha? Çok şakacısınız çok! Bu kadar şaka yeter!”
2017’de Cumhuriyet’in birinci sayfası 3 Mayıs’ta “185 gündür özgürlüklerinden yoksunlar” başlığının altındaki gazeteci fotoğraflarıyla açılıyor önüme. Altta da “Basının günü var özgürlüğü yok” haberi: “Sadece OHAL döneminde 175 medya kuruluşu kapatıldı. 2 bin 500’ün üzerinde gazeteci işsiz kaldı.”
Uluslararası Basın Enstitüsü Direktörü de tutuklu gazeteciler için mektup yollamış. Karikatürist Musa Kart da o sırada hapiste. O günün manşeti ise “Elveda güçler ayrılığı”, “Cumhurbaşkanı Erdoğan törenle AKP’ye üye oldu”.
“En kalabalık kulüp”
2016’daki başlık “Basın özgürlüğü yine çok uzak”. Ertesi gün, 4 Mayıs’ta ise birinci sayfada “Cumhurbaşkanı’na hakaret davaları doludizgin” haberi var. Yazar Işıl Özgentürk, “Suruç katliamında eşi ve oğlunu yitiren HDP’li Metin Kılıç ve yazar Murat Belge “cumhurbaşkanına hakaret”ten yargılanacakmış.
Murat Belge bu durumu “Türkiye’nin en kalabalık kulüplerinden birine üye oldum” diyerek kayda geçirmiş. 2015’e geldiğimizde 3 Mayıs’da “Basın da yok özgürlük de” başlığı dikkat çekiyor. Arşivlerden son 10 yıl böyle…
“Adli kontrol’ü hissetmek
Kronoloji benzer gidiyor da belki gerek de yok. Zira bu satırları da 19 Mart’ta açılan gözaltı-tutuklama “borsa”sıyla ilgili günlük haberlerin eşliğinde yazıyorum. Saraçhane’de protestoları izleyen yedi gazeteci de tutuklular arasında. Gazeteci İsmail Saymaz ev hapsinde…
Bırakılanlar için de adli kontrol şartı (tedbiri), yurt dışı yasağıyla eziyet, “ceza” sıradan. Sanki otomatik. Bu yasağı birçok insanın tam yurt dışına çıkarken, gümrük kapısında öğrenmesi, pasaportuna el konulması filan da sıradan. Sıradan da bu “cezai tedbir”lerin bir insanın günlük hayatına, geleceğine etkisini yasaya bakarak anlamak, hissetmek gerekiyor.
“Tedbir”ler arasında öncelikle “yurt dışı yasağı” var. Gözaltına alınanların, tutuklanıp da bırakılanların arasında öğrenci, gazeteci, sanatçı oranına bakıldığında bunun hayata etkisi öyle “sıradan” değil.
“Ağır ceza mahkemelerinin görevine girmeyen işlerde yasak en çok iki yıl. Gerekirse bir yıl daha uzatılabiliyor”. Ağır cezalıksa en çok üç yıl. Bu süre de toplamında üç yılı geçmemek üzere uzayabiliyor. Cezanın kaldırılması da o “ceza”yı veren “(savcının da görüşü alınarak) hâkim, mahkeme takdiriyle”.
Günlük hayata da darbe
Diğer “adli kontrol tedbirleri” de şöyle özetleniyor. “İmza uygulaması: Hâkimin belirttiği yerlere, belirli süreler içinde düzenli olarak başvurup imza atmak”. Biraz bakıyorum haftada bir kez de olabiliyor, üç kez de… Mesela İstanbul’da bu “tedbir”in belirlenen yer-zaman-ulaşım vb. ile günlük hayata etkisini gözünüzde canlandırın.
Üstüne hâkimin “takdir hakkı”yla “Her türlü taşıtları veya bunlardan bazılarını kullanamamak ve gerektiğinde kaleme, makbuz karşılığında sürücü belgesini teslim etmek” de gelebilir. “Belirli bir yerleşim bölgesini terk etmemek, belirlenen yer ve bölgelere gidememek” de… Hayatının belirlenen dönemini öyle “yaşayacaksın” yani. İki vakte kadar mı desem, üç vakte kadar mı… Gerisi, Edip Cansever:
“İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler
İnsan yaşıyorken özgürdür
İnsan
yaşıyorken
özgürdür.”

SIRRI SÜREYYA: Acı haber dün bu yazımı geçerken geldi. Hemen herkese onu öyle, sevgiyle, muhabbetle anma yakınlığını bahşeden Sırrı Süreyya… Barışın, insanlığın, iyiliğin, sözün kıymetinin, her şeye rağmen gülümsemenin, cezaevindeyken, “38 kez ağırlaştırılmış müebbet” istemiyle yargılanırken bile “Tebessüm de direnmektir”in timsâli Önder hayata veda etti. “Emsalsiz”in de yaşayan/yaşayacak örneği. Kendine has isyanı, stiliyle de, 15 yıl önce Radikal’deki yazılarıyla da, “Beynelmilel”le de, o yitip gitmekte olan “hikâye anlatıcılığı”yla da… Yaşamı bu yoklukta, onun yürek ağrıtan yokluğunda emsal olsun.