Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIÂdeta haber, âdeta hayat

Âdeta haber, âdeta hayat

Siyaset dilinin bugünkü incisi “âdeta”. “Sanki, neredeyse, hemen hemen, az kalsın”a esneyen anlamıyla muğlaklığı bir yana… Kurnazlığa da müsait. “Haber dili”nde bile artık can simidi. Bir şeyi tam ifade edemez, ölçemez, ne olduğuna karar veremezsen oraya bir “âdeta” oturt. Cümlenin, lafının gittiği yerden çekinirsen, muallakta bırakmak istersen de harika. İtiraz gelirse cevap hazır: “Ben öyle(dir) demedim ki, âdeta dedim…”

Siyaset, özellikle iktidar dilinin “seçme vecizeler”inde önceki gün (18 Haziran) bir kalıba, “Derdimi anlatacak kadar”a değinirken yazımın finalini dil ve okul meselesiyle getirmiştim. Aileden, sokak, hayat mektebine de giden “okul”larla…

Siyaset de aynı zamanda bir “dil okulu” elbette. İktidar olmanın bizdeki kapsamı, etkisi düşünüldüğünde fazlasıyla “okul”. Politik kurumsallaşma babından kurumsal eğitim. Öyle etkili ki… O tedrisat temelinde kurumsallaşmış Milli Eğitim, iktidarın yediden seksene “örgün”lüğüne, yaygınlığına, talebe sayısına, her ekranda 24 saat online, canlı “eğitim” veren imkânlarına kıskançlıkla bakar.

Bu arada “kurumsallaşma” denilen yapının “kişilere bağımlı olmadan faaliyetlerini sürdürebilmesi, geliştirebilmesi” olarak tanımlamasından da yerli-milli bir münazara, ısıtılmış ekmek çıkarabilir miyim, onu tam düşünmedim. Lâkin Türkiye’deki kurum tutmuş hâline rağmen kurum kurum endamına bakınca hevesim var.

Eskinin Yüksek Dil Okulu

O yazımda kaldığım yerden devamla… “Yüksek Dil Okulları”ndan da söz edebiliriz. Bir zamanlar gazete ofisleri, özellikle Yazı İşleri öyleydi mesela; ülkeden, elden geldiğince… İçeri girdiğinde Türkçe’yle, haber diliyle, dilbilgisiyle ilgili küpeler takıyordu insan kulağına. Kulağı delik olanlar tabii.

Hele dergiler; çoğu dilin, dil zenginliğinin de meşaleleri. Sadece bilim, siyaset, sanat dergilerini filan kast etmiyorum. Bugün bazı yayın organları, hatta bazı yazarlar o günlerde 200 bin satan Playmen Dergisi’nin dilbilgisine, maharetine az erişebilse, dil entelektüeli diye gezinir piyasada.

Günümüzün “yeni” ya da doz aşımına uğramış “kurallar”ına sımsıkı bağlı ama dilin ve haber dilinin asıl, temel kurallarından âzâde iktidara “örgün” ve yaygın medyası düşünüldüğünde, “Eski okul” daha öyleydi sanki. Zaten bu ortamda kıyası neyle yapsan, ikiye bölünen Bit Pazarı’na nur ya da çamur yağıyor.  

Birleşme-ayrılma muamması

Bırakın iktidarın talimatlarıyla, iktidar dilinin talimatnamesiyle “tak şak paşa” ordusunu, içeriğini, işlenişini, hatta adı üstünde Yazı İşleri katını… Muhabirlerin yazdığı haberlerde de en azından “de”ler, “da”lar, “dahi”ler nispeten (dili değil istihbari becerisi, haber koparma cüreti -her eksiğinden- yüksek “bir zümre” dışında) yerli yerinde. Kelimelerin doğru yazımı, bağlaçların, sıfatların kullanımı önemli… Yıllardır bunlar bile internet basının -dizi dizi- bir kısmında, sosyal medyadaki akıl-fikir mülâhazalarında “moda” değil.

En trajikomiği de öyle haberlerde “maharet” hevesiyle birlikte yazılması gereken “de-da”ların ayrılıp, ayrılması gerekenlerin birleştirilmesi. Ekranda haber programlarının altyazılarında, spotlarında her an görmek mümkün.  “Öğretmenler Günü” kutlamalarının pankartlarında bile örneklerine rastlanılıyor. Artık şaşırmıyoruz da…

İki hafta önce (4 Haziran 2023) değindiğim “hayırlı olsun” da, sonrasında (11 Haziran) “her şeye rağmen” de bir bakıma öyle temenniler, ifadeler. Ayrılması gereken durumlar (ve duygular) bile birleştiriliyor bazen. Birleştirilmesi gerekenin ayrılmasının, ayrılması gerekenin birleştirilmesinin feriştahını, milyonları hedef alan mega örneklerini, iktidarın söyleminde, icraatlarında bizatihi görüyoruz. O da bir “dil kılavuzu” ama başka, uzun mevzu, vatan-millet meselesi.

Bilemezsen muallakta bırak

Asıl meramıma yine uzun yoldan gelebildim. “Her şeye rağmen’den, ‘En azından’a, ‘Bâri’ye…” yazımda dil meselesini, bana yine sorunlu gelen “âdeta”ya bağlamıştım. Zira “âdeta” kelimesinin kurnaz kullanımı, kandırmaya, coşturmaya elverişli, esnek bereketi sadece “her şeye rağmen”e değil, birçok ifadeye kolayca (ve derdinin, niyetinin, hedefinin de arzu ettiğin gibi algılanmasını kolaylaştırarak) ekleniyor. Bu yazımın incisi de aslında o.

Gazetede Yazı İşleri’ndeki ezeli, alerjik hassasiyetlerimden, önüme gelen haberlerde sallanınca kopardığım küpe kelimelerimden birisi de “âdeta”ydı zaten: “Haber dili”nde olamaz. “Niye”sine gelmek gerekirse… Öncelikle “sanki, neredeyse, hemen hemen” anlamına geldiği için “haber dili”nin netliğine uymuyor. Muallak bir durumun ifadesi.

Öyle(dir) demedim, “âdeta” dedim

Gerekli buluyorsan, yazı dilinde gönlünce, ayarınca kullanılırsın. Ama ben yazılarımda da haz etmiyorum, dilim uzanmıyor. Bir alerjim olduğunu itiraf ettim zaten. O menhus kelimenin bazı muhabirler, hatta editörler için can simidi olduğunu (da) sık görüyordum, bugün bir nevi Yazı İşleri’nden geçerek yayınladığını varsaydığım haberlerde bile çok sık görüyorum.

Hani bir durumu tam ifade edemez, bir şeyin ne olduğuna karar veremez, ölçüyü bilemez, örneğin kalabalığı ölçemezsen oraya bir “âdeta” oturt. Cümlenin, lafının gittiği yerden çekinirsen, muğlak bırakmak istersen de gayet müsait. İtiraz gelirse cevap hazır: “Ben öyle(dir) demedim ki, âdeta dedim…”

Âdeta dersen hakaret sayılır mı?

Aklımda deli sorular: Birisine “Âdeta bilmem ne…” desen acaba davadan, cezadan kurtulur musun? Misallerimi bir süredir âdeta küfürbaz zihnimden, ona rahmet okutan güncel siyasetin retweetlenmesi bile suç örneklerinden vermeyeceğim elbette. Onu değil “âdeta”, bir zamanların meşhur TV dizisi “Söz Savunmanın” yıldızı Avukat Petrocelli  (¹) bile kurtaramaz.

Mesela MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli seçim sürecinde “Terörist Demirtaş’ı serbest bırakacağını vaat eden Kılıçdaroğlu âdeta çarkıfelek gibidir” dedi, -belki pahalı, değerli bir meyve, bir zamanlar reytingi yüksek, halkçı bir TV programı olduğu için- hiçbir şey olmadı. Gerçi bu konuda iktidarın muafiyeti, bırakın “bu kadarcık”ını, beterini serbest kıldığı için emsal gösterilemez tabii.

“Sesi âdeta alanı inletti”

Farzımuhal ya da farz-ı muazzam “ahmak” meselesi… Benzer hukuki “kıyas”ını yine Ekrem İmamoğlu’nun iltisaklı kılındığı “güncel” ihale usulsüzlüğüne, yolsuzluğuna, onun “toplumsal kur”u düşünüldüğünde iddianamedeki “250 bin liracık” kamu zararına taşıyarak yapsan… Misal Ankara’da 23 yıl süren dönemin ihaleleriyle, başkanıyla kıyaslasan… İşe 750 milyon dolarlık Ankapark’ın kamuya zararından başlasan,  nereden çıkarsın bilemiyorum. Âdeta işin içinden çıkamazsın.

Bahçeli’nin açıklamalarını veren bir dizi haber sitesinin (sondakika.com, haberler.com, yeniakit.com, abc vs…) haberini, spotunu tıpatıp sunması da örneğimin âdeta kaymağı: “Bu seçim döneminde ilk kez bu kadar yükseldiği gözlenen Bahçeli’nin sesi âdeta alanı inletti.” Heyhat eksik kullanılmış; “âdeta ilk kez” demeleri, hatta sonuna da bir ünlem iliştirmeleri gerekiyordu. Madem o kadar inceldik, onu da bekliyor insan. Bahçeli’nin inleten sedâsına yeni tanık oluyorlarsa onu bilemem.

Nevruz’a “âdeta bayram” ayarı

Nevruz’un örse çekiçle vurularak devletleştirilmesi, Türk Dünyası’nın “Sultan Nevruz”una sabitlenmesi sürecinde de elverişli bir kelimeydi “âdeta”. “Bir kısım” insanın yıllardır “âdet”ince kutladığı o güne “bayram” desen bir türlü, o kadar insanın kutladığı şeyi yok saysan başka türlü… “Âdeta bayram gibi kutlandı” derdi mecburen dengedâr gazeteciler. Hem bayram gibi ama üzerime gelirsen hem de değil aslında. Yani “neredeyse”, lafın gelişi…

Adıyla sanıyla, tarihi, uluslararası emsalleriyle, marşlarıyla “İşçi Bayramı” 1 Mayıs bilhassa öyleydi. Yıllarca “Âdeta Bahar Bayramı” olarak devletleştirildikten, 80 darbesinden payını aldıktan sonra 13 yıl önce “Emek ve Dayanışma Günü” olarak resmi tatiller arasına katıldı. Katıldı ama “kutlama yasakları”ndan nasibini aldı her yıl: “Tam şurada, şu noktada, şöyle toplanılır, böyle kutlanır, öyle pankartlar, sloganlar, akıl-fikirler olmaz…” İşçiliği bizim dilbilgisine, kılavuzumuza uygun yapın, yani.

1 Mayıs da “Âdeta İşçi Bayramı”

Bu yıl Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ortak canlı yayınındaki 1 Mayıs açıklaması da bol “âdeta”lıydı mecburen: “Biliyorsunuz, 1 Mayıs’ı âdeta bayram olarak ilan eden biziz. İşçi bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiş, gençlik yılları çalışmakla geçmiş bir kardeşinizim. Bunun için 1 Mayıs’ı âdeta kendi günüm olarak görüyorum.”

Haklı tabii; düpedüz bayram dese bir türlü, ben de işçiyim, emekçiyim dese başka türlü… Üstelik bu açıklamaların mürekkebi kurumadan yahut “prompter”dan silinmeden, Taksim’e çıkmak isteyen 300 kişi, izin verilen Maltepe Meydanı’na girmek isteyen bir kısım gruplar yaka paça gözaltına alındı. Âdeta herkese gözaltı!  Âdeta “Bariyer ve Kalkanlarla Barikat Bayramı”…

“Âdeta demokrasi şöleni”

Seçimlerde de “âdeta”yı sık kullandı iktidar çevreleri. Mâlûmu îlâm da demokrasiye dair örneklerle geldi. Geçen dönemin TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un “sandık başına giderek âdeta demokrasi şölenine dönüşen seçim süreci…” nitelemesi, belki Ümraniye Belediye Başkanı İsmet Yıldırım’a da ilham oldu: “Ümraniyemizde kurulan sandıklarla âdeta demokrasi şöleni yaşadık.”

Âdeta, yani neredeyse, hatta “az kalsın demokrasi”… Bir yönüyle, bizdeki seçimlerin demokrasiyle ilgisi otomatikman kurulamadığı için pekiştirme nidası olarak da iş gördüğü söylenebilir. Dilde pekiştirmeyi seviyoruz nihayetinde. (O konunun “mesela örneğin”ine, “durum ve vaziyet”ine sonraki yazımda geleceğim.)

Bugünlerde “âdeta”nın bol kepçe hallerini Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in sözlerinin tercümesinde de tıpkıbasım görüyoruz (²): “İlk açıklaması âdeta bir itiraf”, “Şimşek âdeta ‘Böyle gitmez’ diyerek görevi devraldı”. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz’un Türkçesiyle “Demesine demedi de kesinlikle demiş gibi oldu” meselesinin akıbetini de zamanla göreceğiz.

Dengeyi bari “güya”yla kurun!

İşte… “Her şeye rağmen”, “en azından”  ve de âdeta demokratik, âdeta adil, eşitlikçi, âdeta hür, bağımsız, âdeta gelişmiş bir ülkede, âdeta “Yeni Türkiye’de”, “Yeni Yüzyıl”da, âdeta yaşıyoruz. İyimserseniz âdeta hayat, kötümserseniz âdeta ölüm. 

Bir şekilde ölene, türlü nedenlerle öldürülene kadar yaşıyoruz da… En azından kullanılan dille, dilekle, ezberle bu kadar çok “âdeta”ya, ne kendinizi, ne ülkeyi mahkûm etmeyin lütfen. Evelemeden gevelemeden adını koyun. Âdeta insanız, bizim de aklımız var nihayetinde.

Üstünkörü, “tak şak” haber dili, dilsizliği hakikaten bunaltıyor, alışınca hanene bir ayıp olarak da yerleşiyor. Müteahhidi, fonksiyonu nedeniyle ille derme “çatma” bir haber dili olacaksa, her meseleyi “âdeta”larla hayırlara vesile edecekseniz, “Bari -dengeli görülmesi için-  arada ‘güya’ da olsun” diyeceğim neredeyse.

Lâkin o da “sözde” kalıbıyla iktidara, uydum akıl muhalefete hizmet ediyor. Haber dilinin “asla”ları arasında olsa, kullanımına göre ifrit etse de, bu ülkede adil, hakkıyla bir “güya”ya -o kalıp dışında- ihtiyaç var: Ü’sünü şöyle keyifle uzatarak okkalı bir “güya”ya…

Yazı dizisi ilerledikçe, insan ne diyeceğini de bilemiyor âdeta. Yazımın finalini Özdemir Asaf’tan ilhamla, affınıza sığınan bir cüretle getireyim:  “Bütün organlar hızla kirleniyordu, birinciliği beyne verdiler, dilin hakkı yendi (‘Söz gümüşse, sükut altındır”ın toplumsal tercümesinde yendiğigibi).” Zira dilin beyne ne zaman, ne kadar, ne derece ihtiyaç duyduğunu kestiremiyorum bazen. Yazı dizime “aynen”le devam edeceğim.

(¹) Avukat Petrocelli’nin ölümü: Biliyorum, örneklerim de yaşlandı. Ne yapayım 70’li yılların ikinci yarısında -tek kanal- TRT’deki dizilerin “Küçük Ev”inin bakla sofası bile nostaljinin restorasyonuyla bana hâlâ salon salomanje geliyor. Ayrıca “Petrocelli” (TRT’de “Söz Savunmanın”) dizisiyle ailemizin avukatı olan Barry Newman daha geçen ay, 92 yaşında öldü.

Yad etmemek, hele arabalı kaçma-kovalamaca sahnelerinin de piri, atası olan “Vanishing Point”in başrolünde, beyaz Dodge Challenger’ıyla eyaletin tüm polislerine meydan okuyan “Kowalski”yi anmamak vefasızlık olur. Üstelik o yıllarda yine TRT’ye hışır hışır kapılarını açan “Uzay Yolu (Star Trek)”nun vazgeçilemez yıldızlarından Mr. Spock’un (Leonard Nimoy) çocukluktan beri yakın arkadaşı.

(²) “Tercümeci basın, simültane medya: Arşına eren şahsa münhasır basınımızı, medyamızı tanımlama gerekliliği temel kavramları bile değiştirdi. “Merkez Medya”nın, evrensel anlamındaki “merkez”inin geldiği hâlleri bir yana (belki başka bir yazıya) bırakalım… O “şey”e ad koyabilme gayreti, -genç ömründe ihtiyar- yaşayan ÖzTürkçe’ye de nefes oluyor, bazı kelimeleri hayata yayıyor, sereserpe yerleştiriyor bazen.

Öz be öz Türkçe rötuşuyla “yandaş” mesela… (“Yan” ve “daş” Eski Türkçe’de de kullanılıyor ama buluşturulması yeni.) Lâkin bu izdihamda “demokrasi yandaşlığı” filan da gürültüye gidiyor. Cârî kullanımıyla, piyasa şartlarıyla demokrasiyi, adaleti, hak-hukuku, özgürlüğü savunanların da etiketi “yandaşlık”.

Siyasi figürlerin açıklamalarının, sözlerinin medya vasıtasıyla “tercümesi” de aldı başını gidiyor. Memleketin hâline tercüman, nabzına uygun medya… Uçsuz bucaksız bir “yorum”, ardından mahkûmiyet için bir kelimenin gönle göre tercümesi yeterli. Haber yerinde ağır, hele gediğine koyarsan harika. Tek kelimeyi cımbızla kopart, gerisi çoluk çocuk işi. “Demesine demedi de kesinlikle demiş gibi oldu” haberciliği… Eh, bu hâline uygun bir tarif de yakışır: Tercümeci basın, simültane çevirmen medya!

YAZI RESMİ: Edward Hoper, “New York Movie”, 1939. (Kadrajlı versiyonuyla kullandım.)

- Advertisment -