Taş Kayık’ı yazdığım dönemde bana mesaj yazıp “itikadi sorunlar” yaşadığını belirten İslamcı gençler olurdu. Taş Kayık, İslami çevrelerle ilgili eleştiri dozu yüksek öykülerden oluşuyordu, ama bundan çok sanırım bu çevrelerde belli türde bireylerin yaşadığı iç karmaşayı tartışmaya açtığı için böyle dönüşler alıyordum.
Herhalde bir cevap bekliyorlardı, belki de günaha düşme kaygılarına bir ortak arıyorlardı.
Elif Gökçe Aras’ın, İnanmak istediğimiz için inanıyoruz başlıklı yazısını okuduktan sonra o yılları anımsadım. Aras yazısında inanç meselesini tartışmaya açıyor: “…hayatı yaşamak için lazım olan en temel kodların dini metinlerde verildiğini öğrenip, hakikate ulaşabilmek için benim gibi çeyrek ömür hurafeleri ayıklamakla uğraşmasınlar diye, bir kadın kahramanın hikâyesi etrafında varoluşsal sorulara verilebilecek cevaplar üzerine düşünebilecekleri bir” roman yazdığından söz ediyor. Henüz yayınlanmayan bu romanı paylaştığı dostlarından biri Aras’a “İnsanlara inançsızlığı öneriyorsun ancak onlara tutunacak bir şey vermelisin, eğer bunu vermezsen onları intihara sürükleyebilirsin. Etrafımdaki inançsız insanların çoğu mutsuz, herkes güçlü bir yapıya sahip değil.” gibi bir eleştiri getirmiş.
Okumadığım bir roman üstüne akıl yürütemem elbette, ama insanların “varoluşsal sorulara verilebilecek cevaplar üstüne düşündüren bir roman” oldukça iddialı bir ifade… Benim, itikadi sorunlar, inanç boşluğu, varoluş bunalımı gibi etiketlenebilecek sorularla ilgili yanıtlarım yok, hiç olmadı. Umarım Aras’ın romanı bir an önce okura kavuşur…
Çevremde benim gibi İslam inancından sonradan kopmuş çok insan var… Hiçbiri mutsuz değil, daha doğrusu yaşadıkları mutsuzluklar hayatın olağan akışı içinde canlarını sıkan şeylerle ilgili. Bu nedenle intihara sürüklenen birini tanımıyorum. Tutunacak bir şey arıyorlar mı? Hiç denk gelmedim. Ama bu benim çevrem… Bir araştırma sonucu değil, elimizde bu konuda kesin bir veri yok.
Benim “ex-müslüman” diye isimlendirdiğim bu insanlarda gözlemlediğim ortak noktalara gelince…
Mesela inançlı geçirdikleri geçmişle ilgili yakınıyorlar. Gençlik çağlarında hayatın tadını çıkarabilecekleri yılları boşa harcamış gibi hissediyorlar. Kalan zamanı dolu yaşamaya çalışıyorlar.
Dinle ilgili konularda moda deyişle “agresif” şakalar yapmaktan hoşlanıyorlar… Dostlar arasında elbette! Bu bir bakıma inançlı yıllarına veya o yılları ellerinden alan inancın kendisine duyulan hınçla ilgili olabilir mi? Bilemiyorum. Öteden beri dinle ilgili şakalardan – inançlı olduğum zamanlarda da – keyif aldım. O zamanlar da Tanrı’nın şakadan anlamayacağını düşünmüyordum.
Dinler tarihiyle, özel olarak İslam tarihiyle ilgili oldukça bilgililer. İslam tarihini ortalama bir müslümandan daha iyi biliyorlar… Zaten sonradan ateizme yönelmiş insanların çoğu bir okuma ve araştırma sürecinden sonra bu sonuca varmış oluyor.
Tarikat geçmişi olanların öfkeyle hatırladığı çocukluk travmaları yok mu? Anlatmakla bitmez… Ama ben çok azında bunun tekrar eden ve hayatlarını sürdürmeyi zorlaştıran bir bunalıma neden olduğunu gördüm.
Bunlar haricinde hepsi sen ben bizim oğlan… Tuttukları takım yenilince üzülüyorlar, kimi geçim savaşı veriyor, kiminin hali vakti yerinde, kimi çoluğunda çocuğunda, kimi alemlere akıyor…
Sözün kısası bir insanın inançsız olduğu için ağır bir bunalıma girdiğini, bir boşluğu doldurmak için çırpındığını gözlemlemedim.
Ateistler daha mutludur gibi bir iddiam da yok… Ama mutluluğun kişinin inanç durumuyla ilgisini kuramıyorum. İnsan mutsuzluğunda inancına sığınıp bir teselli buluyorsa aslında mutsuzluğunu yaşamanın bir yolunu bulmuş demektir.
Aynı şekilde inançtan kopan bir insan da bir aydınlanma yaşamıyor… Dinin kısıtlamalarından uzaklaştığı için rahatladığı var sayılabilir, ama inanın dinin alanı içinde de konforlu ve özgür bir hayat sürmek – elbette maddi imkanlar dahilinde – mümkün!
Niçin inanırız? İlk aşamada bu soruyu sormak gerekir. Bu konuda açıklama getirmeye çalışanların çoğu bireylerin iç dünyasından, varoluşu kavramaya çalışmasından, evrenle ilgili büyük sorulardan dem vuruyor.
Halbuki çok basit bir gözlemle şunu söyleyebiliriz: İnsanların tamamına yakını içine doğdukları ailenin ve çevrenin inançla ilgili görüşlerini benimser. Bu görüşleri terk edenler – büyük dönüşüm çağları haricinde – çok azdır. İşin doğrusu büyük dönüşümlerde ya da devrimlerde bile geçişler keskin ve belirleyici değildir… 70 yıl boyunca ateist hatta din karşıtı bir ideolojiyle yönetilen Rus insanı birkaç yıl içinde Ortodoks karakterine dönmedi mi?
İkinci bir gözlem: İnananlara maddi vazifeler yüklemeyen hiçbir din yoktur. Yani hiçbir din inanç vicdanınızla ilgilidir, inanmanız yeter demez. Sadece ibadetlerle de kalmaz. Ne yenileceğini, ne zaman yenileceğini, nasıl selamlaşılacağını, kadınlarla erkeklerin birbirlerine nasıl eş olacağını, kiminle dost kiminle düşman olunacağını, nasıl alışveriş edileceğini, saçların ne kadarının görüneceğini ve hepsinden önemlisi dinin getirdiği toplumsal hiyerarşi içindeki rollerini belirler.
Dinler, maddi bir dünya tasavvuru üstüne inşa edilmiştir. Örneğin İslam felsefesi tarihini doğru incelerseniz sadece düşünce akımı zuhur eden Mâtürîdîlik, Eş’arilik gibi akımların dönemlerindeki siyasi çatışmalar ve ekonomik paylaşımla doğrudan ilişkilerini bulabilirsiniz.
Mevlana’yı bile doğru okursanız insanlar arasında belli bir düzen ve itaat çizgisi üretmeye çalıştığını kolayca tespit edebilirsiniz.
Üçüncüsü: Çok az insan inanç üstüne düşünür. İnançlı insanlar arasında inandıkları kitabı bir bütün olarak okuyanlar sayılıdır. Buna gerek bile duymazlar… Düşünün: Evrenin bir sahibi var, evrenin sahibinin insana gönderdiği üstün, öncelikli ve kusursuz bir mesaj var. Buna inanıyorsun… Ama bu mesajı hayatın boyunca bir kere bile baştan sona okuyup anlamaya çalışmıyorsun. Bu tuhaf değil mi?
Değil! Bunun tuhaf olduğunu düşünmemiz dinin toplumsal tarihsel bir kurum olduğunu unutmamızdan kaynaklanıyor. Dini bireyin inanç yolculuğu gibi açıklayan bir hikaye var. Bu hikaye de daha çok inançtan ateizme ya da inançsızlıktan inanca yönelenleri anlamaya çalışırken ortaya atılıyor.
Halbuki çok az insan bir inanç sahibi olarak ölçüp biçiyor, kıyaslıyor ve sonuca varıyor. Büyük bir çoğunluk devraldığı inancı kendi zamanına uydurarak yaşıyor. Hatta inanç üstüne düşünmeye başlayan insanların çoğu da bu devralınmış doğruları doğrulayacak işaretleri bulmak için yola çıkıyor. Kitaplarda bulduklarını az çok kendi dünya görüşleriyle birleştirip sindirebilecekleri kıvama getiriyorlar.
Dinler, maddi tarihsel kurumlardır. Karmaşık, derin ve çetrefil bir neden – sonuç ilişkisinin toplumsal ürünleridir. Din, hurafeler bütünü olmadığı gibi insanların vicdani yolculuğunun ya da evrende anlamlandıramadığı şeylere yanıt arama çabasının da bir sonucu değildir. Dinler; toplumsal örgütlenme, dayanışma, direniş, yasal düzenleme, hayat pratiği, eğitim, sağlık hatta devletleşme gibi birçok konuda – bugün için kimileri geride kalmış da olsa – çözümler üretmiş uzun vadeli ve derinlere işlemiş yapılardır.
Haliyle bir dinin içinde kalmak çağlar boyunca insanlar için hayatta kalmanın ya da hayatı geliştirmenin somut bir çözümü olarak yarar sağlamıştır. Dinden çıkmak da yaşadığı toplumun değerlerini hiçe saymak, yaşadığı toplumun diğer bireylerinin hayat hakkını bile gözden çıkarmak gibi anlaşılmış, tehlikeli görülmüştür. Dinlerin bu pragmatik işlevi anlaşılmadan inanç konusunda akıl yürütmek bizi spekülasyona sürükler.
Pekiyi dinler işlevlerini bütünüyle yitirmedi mi? Yani artık hayatla ilgili kararlarımızın çoğunu bilimsel çıktılara göre vermiyor muyuz? Mesela hijyen konusunda belli bir düzeye geldiğimize göre artık muhtemelen asırlar önce birçok salgını önlemiş olan abdest alışkanlığını değiştirmek gerekmez mi? Misvak yerine de diş fırçası kullanmıyor muyuz?
Dinlerin pragmatik yönünün zayıfladığını söylemek yanlış olmaz, ama eksik kalır. Bugün dindar insanlar bile kararlarını sonuç verdiği anlaşılmış maddi pratiklere göre alıyor. Ancak dinin bütün olarak hayatımızdan çıkması söz konusu değil… Özellikle de İslam’ın…
Dolayısıyla hayatla baş etmekte zorlanan insanları avlayan bir takım modern hurafeler de ortaya çıkabiliyor. Enerjiciler, aile dizilimi, fal, büyü… Bu hurafeler dinlerin pek iyi anlaşılmamış yanlarından ve sahte-bilimsel fikirlerden beslenir. Bunlar bir çeşit yan etkidir. Artmaları toplumun bütününde ağır bir hastalık olduğunu gösterir, bu tür olgular dindar insanlar arasında da farklı biçimlerde (nazar, büyü, kurşun döktürme…) karşımıza çıkabiliyor…
Üstelik inanç çok katmanlıdır. İnananlar sadece Tanrı’ya inanmakla yetinmez. Mesela aynı zamanda İslam’a ve İslam peygamberine inanırlar ve diğer dinlere inananları kafir sayarlar. Bu da yetmez. Bir mezhebe bağlıdırlar, sonra bir tarikata ya da itikadi görüşe, sonra bir millete… Bir tarikat şeyhinin – hiçbir kitapta yazmamasına rağmen – kutsal benliğine, Tanrı’yla birebir irtibat kurduğuna inanırlar mesela… Çoğu çevrede, size sunulan inanç paketinden tek bir kalemi çıkarsanız bile tekfir edilebilirsiniz. Yani inanç öyle tefekkür edilerek varılmış sonuç değildir. Okumadan imzaladığımız uzun ve detaylı bir sözleşmedir.
İslam, şu anda birçok ülkede milli kimliğin ayrılmaz bir parçasıdır. İslam ülkelerinde yaşanan kıyım ve sömürünün boyutu düşünülünce direnişe elverişli bir değerler sistemi sunan İslam’ın terk edilmesi bana göre en azından yakın çağlarda imkansızdır.
Ama bu imkansızlık insanların Tanrı’yla kurdukları içsel bağla ilgili değildir. Toplumsal bir bütünlük sağlayan İslam inancında birleşmelerinin sonucudur. İnsanların İslam’dan koparak ya da İslam’da kalarak daha doğru, daha iyi ve daha müreffeh bir hayat süreceklerinin garantisi yoktur. Yani ateist bir sistem pekala İslami bir rejimden daha zalim olabilir. Tam tersi de doğrudur.
Pekiyi “itikadi sorunlar” yaşayan, inanmakta zorlanan kişilere ne söylenebilir? Hiçbir fikrim yok. Açıkçası kendilerine ve başkalarına zarar vermeyen herhangi bir yolu seçmeleri dışında hiçbir şey öneremem gibi geliyor.
Böyle açıklayınca çoğu insanın hoşuna gitmiyor, biliyorum. Çünkü biricik, benzersiz ve derin olduğunu sandığımız o iç sorgulamaların, o iç dünya yolculuklarının, inançtan kopmanın ya da hidayete ermenin banal, alelade tekrarlardan ibaret olduğunu söylemiş oluyorum.
Bu itiraftan korkmamak gerek. Haneke’nin Piyanist filminde Erika’nın söylediği gibi: “Zaten aşk da banal şeylerden oluşmaz mı?”
İnanan insanların çoğu doğru dürüst okumuyor dedik. Pekiyi ateistler? Açıkçası ateistlerin bir bölümünü de vasat okurlar olarak görüyorum. Özellikle hayatlarında inançla hiç bağ kurmamış ya da zayıf bir bağ kurmuş, dinlerle ilgili yüzeysel bilgiyle hemen sonuca varmış ama militan ateizmi benimsemiş kişiler arasında böyleleri çok. Uzun uzun okumalarına gerek yok, çünkü zaten biliyorlar…
Dini tarihsel bir kurum olarak anlamaktan uzak kalınca en mutaassıp insanları bile yaya bırakan gerici savrulmalar yaşıyorlar ve bu farklı seviyelerde dile geliyor:
Arap karşıtlığı biçiminde tezahür eden ırkçılık…
Sevmedikleri partiye oy verenleri aşağılayan bir kibir… İnsanların kömür ve makarna karşılığı oy verdiği kafasızlığı…
Popüler bilim kitaplarından edindikleri evrim teorisi bilgisine güvenerek herkesi cahil ilan etme hadsizliği…
Liberalizm görünüşlü sevimsiz bir siyasi jakobenlik…
Senin cehaletin benim yaşamımı etkiliyor çiğliği…
Ateizmin bu türlüsünün yarattığı hikaye de yavan, tatsız bir idealizmden başka bir şey değil… Kitapta sorulduğu gibi soralım: Hiç akletmez misiniz?