Bir arkadaşım neler oluyor diye sordu bana. Orada olmasam da Diyarbakırlıyım diye daha fazla bilgiye sahip olabileceğimi düşünmüş olmalı. Ben de şunu dedim: “Ben de olayın detaylarını bilmiyorum. Ancak Türkiye’de klasik din-kültür’ün dışında yeni bir amme vicdanı oluşuyor. Bu hadiseye denk geldiği için böyle devasa bir skandal mahiyetini aldı. Elim bir hadise. Ancak ne Müslümanlara ne köylülere ne de Diyarbakırlılara özgü bir niteliği var.”
Narin bir varlığa kıyılmasının yolaçtığı haklı galeyan hissi kısa sürede ülkedeki çeşitli ideolojik ve politik kanaatler için bir meşrulaştırıcı örnek olaya dönüştü. Biri küçük biri büyük iki siyasi parti temsilcisinin adiyattan (sıradan) açıklamaları göz göre göre çarpıtılarak sunuldu. Bu şahısların olayın dehşeti karşısında tam ne diyeceğini bilememekten kaynaklanan ama yanlış da olmayabilecek söz gevelemeleri kötülüğün kaynağı olmalarına yoruldu. Konumuz bu tür politik fırsatçılıklar değil. Burada ele almak istediğim boyutu, Narin Güran isimli masum yavrunun, küçük kız çocuğunun aile içi bir cinayetle öldürülüp cesedinin bir derede taşların altına gömülmesine gösterilen tepkinin ölçeksel niteliği ve sembolik olarak ne anlama geldiği.
Süregelen dindarlık krizi ve klasik dini anlayıştaki moral çözülme (yani dindarlığın modern bir ahlakıliğe evrilme sürecinin sağlıklı işlemiyor olması) hem dinden çıkışları arttırıyor hem de anti-din hissiyatın radikalleşmesine önemli bir katkıda bulunuyor. Göründüğü kadarıyla dinin altından sadece gafletin değil vahşetin çıkıyor olması din-karşıtı duygu için nihai bir heyecan ve ahlaki haklılık sermayesi doğuruyor. Ortaya öyle bir tablo çıkıyor ki sanki Kur’an kursları tecavüz yuvasıymış, din aptalların sömürülme mekanizmasıymış, ahlak dindarların dünyasında hiç olmayan birşeymiş izlenimi oluşuyor. Bir kızgınlık için mazur olabilir bu ama bir düşünce olarak cahilce bir bakış açısı.
Dindarların kötülüğe kabiliyeti olan, günaha bulaşabilen, suç işleyebilen adi insanlar olduğuna inanmamakta dindarları geride bırakan bu iman hem din hem de laiklik için çok tehlikeli bir eşiği temsil ediyor bana göre. Aslında dindarlığın ne mal olduğunun ortaya çıktığı, dinin bir aldatmaca ve istismar aracı olduğu, dinciliğin düpedüz sahtekarlık olduğu gibi bazı düz ve yüzeysel kabuller zaten mevcut idi. Ancak Narin cinayeti vesilesiyle bu kabullerin buna izin vermeycek zeka seviyelerinde de dolaşıma girdiğini görüyoruz. Bu duygusal reaksiyon, Türkiye’de dine karşı bir süredir gelişen negatif hissiyatın haklı bir patlaması olarak görülebilir. Başta AKP’nin kendi hata, suç ve günahlarını gizlemek için dini pekala istismar eden pratiklerinde meşruiyetini arayan bir tepki bu. Narin’e yönelik vahşet de bu abartılı duyguları bir nebze mazur kılabilir. Ancak bunları doğru yapmaz.
Dindarlık ile ahlak arasında nicedir kopan, koptuğu keşfedilen, hiç olmadığı ihtimali doğan ve hiç olmamış muamelesi görmeye layık görülen bağdan sözediyorum. Bu bağ gerçekten hiç yok mu(ydu)?
“Cesedi derede sakladıktan sonra eve gittim, namaz kıldım” diyen ve cinayeti işlemediği halde para karşılığı suça ortak olan köylünün sözlerinden yapılan çıkarsamalar da benzer bir indirgemecilikle en kötü ihtimale tercüme edildi: ‘Suçu işledim, sonra gidip hiçbirşey olmamış gibi namaz kıldım’. Bu mümkün mü? Mümkün. Ama belki işlediği suçun ağırlığından gidip Tanrı’sında kefaret aramış da olabilir. Bilemiyoruz.
Peki nasıl bir Tanrı ki bu müminleri gidip vahşetengiz şeyler yapıp hala ona inanıyor kalabiliyorlar? Tüm tanrılar gibi. Tüm insanlar gibi. Ne bu vahşet, ne de vahşetin bir din veya gruba hasredilemeyecek kadar “insani (insan kaynaklı)” bir durum olduğu gerçeği yenidir. Burada yeni olan birşey yok. Adi insanlar mel’unane şeyler yapmış. Peki ne diyeceğiz? Ya Allah onları kahretsin diyeceksiniz (içinde din olan bir kızgınlık). Ya da toplum onları kahretsin diyeceksiniz (seküler bir kızgınlık). Peki toplum nasıl kahrediyor suçluyu? Protesto ve cezalandırmanın geniş bir spektrumu var: idam cezası, suçluların ömürboyu hapse çarpıtılması, problemli görülen kitlelerin toplumsal rehabilitasyonu, problemin kaynağı olarak aile kurumunu görüp aileyi yıkalım veya köylüleri öldürelim diyen köktenci devrimcilikler… Bunların hepsi Tanrı kadar çaresiz kahretme yöntemleri. İnsanın şer kabiliyeti, kötülükte çukurlaşabilme potansiyeli karşısında çoğu kez yetersiz çözümler. Peki yeni olan ne var bu hikayede?
Yeni olan tek şey: Kamusal vicdan dediğimiz amme vicdanının yeni bir kurulumuna şahitlik ediyor olmamızdır. İkinci dalga modernleşmesini tamamlayan Türkiye toplumunun sekülerleşmenin bir gereği olan “dinin ahlaklaşma” sürecinde teklediği ve kriz yaşadığı bir dönemdeyiz. Hayata yabancılaşmış bir dinin sevap dışındaki herşeye dair gafleti çuvala sığmayan bir mızrak gibi vicdan sahiplerini yaralıyor. Ve artık yırtılan birşeyler var.
Allah korkusu yerini toplum korkusuna bırakıyor. Toplum, daha önce ilahi olan suretinde sublime edilmiş olan kendi korkusunu geri çağırıp yeni baştan kurmak istiyor. Bunun için daha önce oluşmamış içsel eleştiri yakıtı ilk kez ciddi bir miktar ve kıvama ulaştığı için (belki canlı yayınlanmak dışında) benzerlerinden farkı olmayan bu trajik cinayet kendinden büyük anlamların yüklendiği bir olağanüstü bir olaya dönüştü.
Dindarlar, toplumdan yabancılaşmış bir Tanrı’nın puta dönüşebileceğine ihtimal vermedikleri için ne olup bittiğini anlayamıyorlar. Din-karşıtları ise Tanrı korkusu ile toplum korkusunun yani din ve ahlak ayırımının sadece bir tercüme meselesi olduğunu anlamadıkları için ellerinde diğerlerinde olandan farklı birşeyin olduğunu sanıyorlar. Desublime edilmiş bir yeni tanrı adına kötülüğe engel olmayan bu eskiyen Tanrı’yı bir put kırar gibi yerden yere vurmak istiyorlar. Halbuki vuku bulan şudur: Tanrı vicdan suretinde yeniden doğmaya çalışıyor. Vicdan dediğimiz kamusallık ve kamusal farkındalık mekansal bir imkan olarak, daha önce cari olan ve artık tekleyen töre, utanç, mahremiyet ve organikliğin yerini alıyor. Modernleşirken topluma olan iman tazeleniyor.