Ne zaman büyük, önemli bir olay olsa sayılar çıkar karşımıza. Büyüklüğünü, önemini, etkisini, hayata dokunan tarafını oradan ölçüyoruz genellikle. Ekonomi de o ekranlardan yürüyor/yürütülüyor siyaset, hayat da… Rakamlara bakılır, “uygun” rakamlarla anlar, anlatılır derdimiz.
“Kaç tane okul/üniversite?” eğitim seviyemizin, “Kaç tane hastane?” sağlığımızın ifadesi olur da, bir tanesi girmez dünyadaki “en iyi” sıralamalarının bir ucuna. O bizim bi’tanemizdir. Tane tane mutlu oluruz, kabuğunu soyup içine bakmayız pek.
Zaten “Enflasyon şu kadar, zamlar bu kadar” la dönüyor dünyamız. Seçimlerden önce de anketlerle… Güvenilir mi, yöntemi, temsili nedir, tarafsızlığı, şeffaflığı ne âlemdedir, teferruat. Kafana uygun piyasasına bakarsan daha seçim olmadan herkes kazanıyor! Sayısal Loto, piyango gibi desen onun bile “rastlantısal”lığı şüpheli.
Çakılı kalan sayılar
Hele “devlet”in açıkladığı resmi istatistiklerse mevzu… Uzun zamandır resmi verilerle, karşımızda duran hayatın rakamları tutmuyor birbirini. Açıklanan sayılar başka, hayat bambaşka. Bazısı yaşanlarla ayan beyan ortada, bazısı noktası kopkoyu, kancası sağlam soru işareti.
Gözünün önünde fiyatlar uçuşurken, etiketler yakıtı-gazı-elektriği-vergisi-döviz kuruyla otomatiğe bağlanırken enflasyon sayacı resmen durmuş mesela. TÜİK’e göre 2022 enflasyonu yıllık bazda yüzde 64.27, 2023’de de yine öyle, yüzde 64.77. İndirimli hâliyle, resmi rakamlarla bile 2001’den beri en yüksek kapanış. Enflasyon Araştırma Grubu’na (ENAG) göre ise en az iki katı.
Rakamların bir yerden sonra çakılıp kalmasına seçimlerde de alıştık. Ekranlarda devletin resmi ajansı AA’dan akan anlık seçim sonuçlarını izliyorsun. Bir bakıyorsun sayılar, her an değişen veriler donmuş… Elektrik mi kesildi, pil mi bitti, böylesi durumlarda kontrolü ele alan merkezî “acil durum jeneratörü” mü devreye girdi, yine talimat mı geldi, meçhul. Elde var açıklanan o dondurulmuş rakam, kafanda uçuşan oylar.
Covid 19’dan depremlere…
Covid 19 salgınından da alışığız bir yerden sonra açıklanan sayıların duraklama devrine. Pandemiyle ilgili tablolara dünya çapındaki Worldometer’dan bakıyorsun… Hemen her ülkede hayatını kaybedenlerin, vakaların sayısı yükselirken, bizde öylece duruyor. Gerektiğinde birkaç rötuş… Belki bünyemizdeki o mâhut bağışıklık! Yine havada asılı kalan soru işaretleri.
Felâketlerde, musibetlerde, insanların öldüğü, bir şekilde öldürüldüğü olaylar da soru, sayı yağmurunun altında. Ne yazıktır ki 6 Şubat felâketi de… Depremde hayatını kaybedenlerin sayıları bir seviyede, 50 binde çakıldı kaldı.
Oysa enkaz kaldırma çalışmaları bile bitmemiş, sürüyor. Cenazesini, yıkılan evin başında yakınlarını arayanlar ortalıkta… Ve yine yarayı deşen, acıyı depreştiren soru işaretleri, iddialar. “Birkaç tane kendini bilmez”in soruları, menfur iddialarıyla katlanan sayılar… Onlara da “sayısal teröristler” diyecekler ama akla gelmiyor herhal.
Duruma “uydurulan” sayılar
Diğer yandan depremle ilgili bazı sayılar daha ilk günlerde küsuratıyla “net”. Yani duruma uyduruluyor: “Yıkılan binaların yüzde 98’i eski, 1999 öncesinde yapıldı”. Yani “bizden önce”… Bu oran tümüyle gerçek dışıymış, ötesi depremin etkilediği 11 ilin yarısı (başta Kahramanmaraş) 1994’de bağrından çıktığınız RP’li başkanlara emanetmiş, “bizden önce” deyince yüz yıl değişmiş, çeyrek asır geçmiş, ne gam.
Dilin de tutuluyor. “Her yer enkazla örtülüyken, bazı yerlere ulaşılamamışken nasıl, ne ara hesapladınız?” desen bir türlü… “Depremin darmadağın anlarında onu mu hesapladınız?” desen başka.
Sayıyı boş verip yetkililerin daha ilk gün külliyen ve cümleten yaptığı açıklamalar da ekranlarda: “Her yer kontrol altında, ulaşılamayan yer yok.” AFAD Deprem ve Risk Azaltma Genel Müdürü Prof. Dr. Orhan Tatar’ın açıklaması da öyle, AFAD Başkanı Yunus Sezer’in de… Ulaşanı oralardaki yaşlı gözler, düzene, devletlû sayılara aykırı kameralar görmüyormuş, ne gam.
Skandalda sayısal sınavlar
Depremdeki kayıpları da kuşatan sayısal sorular felâketin yıl dönümünde AK Parti’nin İBB adayı Murat Kurum’un açıklamasıyla arşa eriyor: “130 bin canımız gitmiş ya, 11 ilde deprem oldu bakın İstanbul 11 ile yetişir. İstanbul’a bir şey olursa ülke gider, bayrak gider, devlet diye bir şey kalmaz.” Açıkladığı sayıyı elden-kanallardan geldiğince düzeltse de “bayrağın, devletin bir depremde elden gidişi” vurgusu elde kalıyor.
Hemen ardından hayatla matematiğin yakın, adaletsiz ilişkisi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamasıyla da ekranlarda. Bu kez de depremden en çok etkilenen şehirlerin başında yer alan Hatay’da, Antakya Spor Salonu’ndaki konuşması sarsıyor gündemi.
“Bir gerçeği şu anda sizlere söylüyorum. Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Bak şu anda Hatay garip kaldı, mahzun kaldı”. Mâlûm… Yerel seçim arifesinde sınav yine “sayısal”. Amaç yine adıyla sanıyla “Sandıkları patlatmak!”
Sen “şahıs”sın, gerisi “tane”
Hâl böyle, hayat sayısal olunca -kimse kusura bakmasın- bizler de sayıyız. Karşılıklı çarpılan bölünebilen, toplanıp çıkarılan sayılar. “Tane”yiz hatta… “Sizi bana sayıyla mı verdiler ulan?”daki tane ara sıra. Hani insanlar “cansız”lara dair o kelimeyle, “tane”yle ifade edilmez ama bizde başka. “Üç adet insan” demesek de “Üç tane insan” normal. Hem insan da cansız bazen. Mâlûmun ilamıyla ölenler de “birkaç tane”… Dil sürçmesi bile diyemezsin.
Oysa “tane” gereksiz de… “Üç kadın, üç erkek” deyip anlatıyorsun derdini misal. Lakin gerekliliklerle-gereksizliklerin bazen sarmaş dolaş, bazen küs-kavgalı gezindiği ülkede tepeden tırnağa yaygın. Gerekiyor öyle olunca. Cümlene “Birkaç tane kendini bilmez kadın, bir-iki tane ayyaş”ı eklediğinde o “tane” vurguyu, mânâyı, duyguyu kuvvetlendiriyor. Sen “şahıs” oluyorsun, onlar “tane”, elma armut -küçük harfle- kel mahmut…
Binali Yıldırım’ın seçim sonuçlarına dair “Yüze vurur ifadesi, yeniden tek başına iktidardayız bitanesi” esprisi bile öyle duyguların mizahı, alaycılığı esasen. “Birtanem” de çoğu örnekte yaygın zaten. “Tane” olmak, öyle sayılmak koymuyor bize anlaşılan.
Tespih değil felsefi tespit
Sayılar, adetler, taneler önemli… Asla değişmeyen istatistiklerimiz bile var: “Yüzde 99.5’u Müslüman olan ülkeyiz.” Gerisi uçuk buçuk… “Devletin varlığı, ülke ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”nün de temeli. İktidarlar ne zaman sıkışsa değişmeyen o istatistik.
Kâğıt (kafa kâğıdı) üzerinde bi orada bölünmüyoruz şükür. Restresmi istatistiklerde tespih tanesi gibi sıralanmışız. O pek sevilen “Hayatı tespih yapmışım sallıyormuşum” o yüzden arabesk değil “Angara oyun havası”… Sadece tespih değil felsefi bir tespit, Hava Durumu.
Oysa adaleti, eşitsizliği, haksızlığı, paylaşımı, bu hayattan, bu âlemden sana düşen payı yarı çıplak yahut resmen giydirilmiş istatistikler göstermiyor, açıklamıyor. En mânâlısı bile yetersiz… Maden kazasında “iki-üç tane insan” ölürse bunun bir düzen, bir tür “hukuk” olduğunu hayattan, yaşananlardan anlıyorsun. “Birkaç tane insan”, dane dane “ben”ler değilsen çözebiliyorsun.
Acıyı ölçecek âlet ihtiyacı
Ölüm de sayılarla anlaşılmaz, anlatılmaz. Meseleleri hayat, “insan” üzerinden değil abaküsündeki boncuklardan, sayı, tane üzerinden yorumluyorsan deşifre olursun üstelik. Çev. Şeh. ve İk. Değ. Bak. Mehmet Özhaseki’nin açıklaması da sarsıcı depremin birinci yılında:
“Şimdi oralar yıkılıyor villa gibi evler veriyoruz.(…) Şu ana kadar gittiğim evlerini teslim ettiğim vatandaşların söylediği şu. ‘Allah razı olsun bak evimiz yıkıldı eğer ölüleri de yoksa valla yıkıldığı iyi olmuş bize mis gibi villa verdiniz’ diyorlar. Ama ölü varsa onun acısını ölçecek bir âlet daha icat olmadı.”
O “âlet”e vicdan diyorlar
Ne diyemesem de ne desem… Hanesinde ölüm yoksa resmi rakamlarla 50 bin insanı, “komşu”sunu, hemşerisini hayattan alan depreme “Valla yıkıldığı iyi olmuş”, “Allah razı olsun” diyene ne denir? Bunun hikâyesini gururla anlatıp, icraatına tebessüm vesilesi yapanlara ne anlatılır… Öyle ya da böyle biri kalkıp “Yıkıldığı iyi olmuş” diyorsa insan girmez mi araya; en azından “Öyle deme…” filan.
Bir de oralardaki “acıyı ölçecek âletin henüz icat olmaması” vurgusu var ki… O da başka mesele. Acıları ölçmek, anlamak, hissetmek için ille de âlet gerekmez. O “âlet”in, “mekanizma”nın,”ölçü”nün insanda olduğu varsayılır.
Vicdan derler, empati derler, duygudaşlık, sezgisi, algısı, kapasitesi, becerisiyle duygusal zekâ derler… Yoksa ihtiyaç duyulan âlet mâlet, sayılar, istatistikler, “birkaç tane”ler nafile. Bazen yazımdaki gibi “bir tane” fotoğraf bile anlatıyor o acıyı. Depremde hayatını kaybeden, enkazda, üstelik çıkarılmasını beklediği yerin hemen altında kalan 16 yaşındaki kızının elini bırakmayan babanın fotoğrafı.
“Büyükler rakamlara bayılırlar”
Sayılar… Antoine de Saint-Exupery’nin “Küçük Prens”i “Büyükler rakamlara bayılırlar. Diyelim yeni arkadaşınızdan söz ettiniz; asla işin özünü merak etmezler. (…) ‘Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?’ derler. Onu ancak bu şekilde tanıyacaklarını, anlayacaklarını sanırlar” der ya… O bile hayal etmemiştir bugün rakamların hâl-i pür melalini, yarı çıplak oradan oraya koşuşturuşunu…
İktidarlar da baskılarla, yasalarla, icraatlarla paramparça ediyor “Yüzde 99.5’u Müslüman” ülkeyi, öyle bütüncül ama “dağılımı”yla kolayca bölünebilen istatistikleri, sayıları. Yasaklarla… İstemediği “tane”lerle öyle de mücadele ediyor.
“Sesimi duyan var mı?”
Malatya’yı da vuran depremin ilk yılında üç gün süreyle bir sürü yasak. Valilik öyle buyurmuş. Akla gelen her şey… “Hemşerim yasak, her şey yasak”! “Toplanma, yürüyüş, basın açıklaması, açık kapalı yer toplantısı, stant, bildiri/broşür, afiş, imza kampanyası, karşılama-uğurlama vb…” ve dahi “çadır kurma”. Biri kalkıp da hâlâ kaldığı çadıra “Yeter artık, öldük, bittik” pankartını assa derdest mi edeceksiniz?
İnsan böyle bir “yasaknâme”de de olsa oralarda çadırı anmaktan ar eder bari. Ne bileyim, depremlerden sonra günlerce, haftalarca dağıtılamayan çadırları, Kızılay’ın AHBAP dâhil sattığı çadırları filan hatırlar.
Hatay’da, Adıyaman’da ise sessiz yürüyüş… Ellerde yine “Sesimi duyan var mı?” pankartları. Enkazın altında da üstünde de olsan aynı feryat, yakarış. Ne diyeyim… Böyle felaketlerde, böylesine bir manzarada maalesef “altı da bir üstü de bir(dir) yerin”.