Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIÂn’a değil, zamana bakmalıyız

Ân’a değil, zamana bakmalıyız

Önümüze sunulan ân’lık karelerde kalmamak, bize önerilen bakış açılarının dışına çıkmayı başarmak gerekiyor. Anlamak için, ân’lara değil, zamana ihtiyacımız var. Ân’a değil zamana bakmalı, ân’da değil zamanda yaşamayı başarmalıyız. Şimdilerde dünyayı kuşatmış görünen zamâne firavun düğümleri ancak böyle çözülecek...

Ömrünün en az bir yılında zeytin hasadı zamanı yolu bir şekilde zeytinliklerden geçmiş her Egelinin yaşadığı bir tecrübe vardır. Asıl zeytin toplama işlemi, eskiden sırıklarla, şimdilerde ise dallara fazla zarar vermeden zeytinlerin yere düşmesini sağlayan âletlerle zeytinlerin ‘yaygı’ denilen yere serilmiş geniş örtülerin üzerine düşmesini sağlayarak gerçekleşir. Ama bu işlemin öncesinde, evvelce ağaçtan düşmüş zeytinler elle birer birer toplanır. Asıl toplama işleminin bitiminden sonra da yaygılar dışındaki yerlere düşmüş, sağa sola serpilmiş zeytinler yine elle toplanır, böylece tek bir zeytin tanesini dahi zayi etmemeye çalışılır.

Asıl işlemden öncesi ‘döküntü,’ sonrası ‘taraş’ diye ifade edilen bu yerden elle toplama işlemi sırasında, neyi gördüğümüzün nereden, hangi açıdan baktığımızla birebir ilgili olduğuna dair yüzlerce tecrübe gerçekleşir. Misal, doğudan batıya doğru ilerleyip yerdeki bütün zeytinleri topladığınızı düşünürsünüz, ama batıdan doğuya, yahut kuzeyden güneye bir ilerleyiş, gözden kaçırdığınız daha epeyce zeytin olduğunu size gösterir. Tecrübeyle sabittir ki, ufacık bir açı farkı bile, boy vermiş otlar arasındaki zeytinlerin gözünüzden saklı kalmasına veya görünür hale gelmesine yetmektedir. Manzarayı, nazar belirlemektedir. Daha önce görülmeyenler, bakış açısı değişince, açıkça görülür hale gelmektedir.

Baba yadigârı zeytinliğimizde her zeytin zamanı bu tecrübeyi tekrar tekrar yaşamışımdır. Ân’lık görüntünün gerçeğin ta kendisi değil bilakis gerçeğin zıddı olabileceğini ele veren bu tecrübelere, benim zihnimde her keresinde gerçeğin en yalın ifşası gibi gözüken ‘fotoğraf’ın ‘gerçekliği’ne dair sorgulamalar eşlik etmiştir.

Bir açıdan bakıldığında görülmeyen zeytinin bir başka açıdan aşikâre gözükmesi, bir açıdan apaçık görünenin açı değiştiğinde asla görülemez hale gelişi, elbette fotoğrafın da sorgulanmasını gerektirir: Gözümüz önündeki fotoğraf, olan biteni gerçekten olduğu gibi mi yansıtıyor, yoksa merceğin öte tarafındaki kişinin gördüğü ve de görülmesini istediği şeyi mi bize gösteriyor? Ân’lık görüntü gerçeğin yalın bir ifadesi midir, yoksa kendisi gerçek olmasına karşılık bizden hakikati mi gizlemektedir?

İki hafta kadar önce, ailece üç günümüzü baba yadigârı zeytinliğimizde geçirirken, başka bir açıdan görmeden geçtiğim yüzlerce zeytini açı değişmesiyle farkedip avuçlarıma biriktirip çuvala aktarırken, bu soruları tekrar tekrar sordum kendime.

Ve bu soruların eşliğinde, evvel zamana dair bir kare zihnimde canlandı.

Bir zamanların Mısır’ında, Nil üzerinde bir kare: nehirde bir sandık içinde yol alan, bırakılıp gitse bir müddet sonra açlıktan ölmesi mukadder sahipsiz bir bebek… Ve ardısıra, bir kare daha: Onu sarayına alıp evladı gibi besleyip büyüten bir adam…

Deklanşöre tam bu ânlarda basılmış olsa ve bu fotoğraflar insanların önüne konulsa, herkesin ulaşacağı sonucu tahmin etmek zor değil. Sandıktaki bebeği sarayına alıp besleyen, kucağına oturtup omuzunda gezdiren adam, sadece bu kareler üzerinden bir değerlendirme yapıldığında, ancak eşsiz bir insancıllık numunesi ve merhamet timsali olarak yorumlanabilecek.

Demek ki ânlık fotoğraf karelerinin, Firavun’ları bile sevimli, merhametli, insancıl gösterebilen bir tarafı var.

Fakat ‘ân’larda kalmayıp bakışımızı ‘zaman’a yaydığımızda, bizi bu yoruma mecbur eden manzaranın tam zıddı bir gerçek karşımızda beliriyor: O bebek, o sandığın içindedir; çünkü Firavun, gördüğü bir rüyadan hareketle Benî İsrail’den çıkacak bir çocuğun saltanatına son vereceği yorumuna ulaşıp, buna engel olmak adına İsrail oğullarından doğan bütün erkek bebeklerin öldürülmesini emretmiştir. Nitekim belki binlerce, belki onbinlerce bebek sırf bu sebeple katledilmiştir. Kucağında bir bebek karesi ile çok sevimli ve merhametli görünen o adam, gerçekte binlerce bebeğin katilidir. Nitekim, Firavun’un askerleri evlerine gelip yeni doğmuş erkek bebeği gördüklerinde onu da öldürecekleri kesin olduğu için, bebek Musa’nın annesi bu mutlak ölümden kurtulup bir yaşama ümidine tutunması kasdıyla oğlunu sandığın içinde Nil’e bırakmıştır.

Sandıktaki sahipsiz bebeği sarayına alan adam karesinin gizlediği yalın gerçek, işte budur. Ân’a bakıldığında ancak merhamet nişanesi olarak yorumlanabilir durumdaki o karede kalmayıp bakış açısı ‘zaman’a yayıldığında, suretâ ‘merhamet’ gibi görünen bu manzaranın altından köleleştirilmiş bir topluluk ile o topluluğun katledilen binlerce masum bebeğine dair dehşetli bir zulüm gerçeği karşımıza çıkmaktadır. 

Demek ki, anlamak için, ân’lar yeterli değildir. Anlamak için, ân-lamanın ötesine geçip zaman-lamak gerekmektedir.

Binlerce yıl öncesinin Mısır’ına ait bu gerçeği, bugünün birçok karesine de uyarlayabiliriz.

Meselâ, ekonomik açıdan zor durumda olup halkı açlıkla pençeleşir haldeki ülkelere yardım gönderen müreffeh ülkeler manzarası zamana yayıldığında, o yardımsever ülkelerin gerçekte o fakir ülkeleri yüzlerce yıldır sömürerek yardıma muhtaç hale getirenlerin ta kendisi olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.

Yahut bir yardım kurumuna yüklü miktarda yardım eden bir hayırsever işadamının ân’lık görüntüsü zamana yayıldığında, hepsi için geçerli olmasa da hatırı sayılır bir kısmı için, emeği sömürülen onbinler yahut usule uygun olmayan ihalelerle edinilmiş haksız ‘hak edişler’ gerçeği çıkar karşımıza. Meğer o hayırsever işadamı, gerçekte çalışanlarından yahut kamu hazinesinden yani bütünüyle toplumdan (ç)aldıklarının bir kısmını ‘hayır’ olarak vermektedir!

Yahut yaşanan bir deprem, sel veya heyelân felâketinden sonra evlerini kaybedenlere yeni ev veren bir devlet adamı fotoğrafında kalmayıp bakışımızı zamana yayalım. Böyle yaptığımızda, çoğu kez, elindeki anahtarı musibetzedeye teslim eden o devletlûnun önlenebilir ölümler için alınması gereken önlemleri zamanında almayıp yapılması gerekenleri zamanında yapmadığı için önlenebilir yıkımlarda aslî sorumluluk taşıdığı gerçeği çıkar karşımıza.

Veyahut, ânlık kareye baktığımızda öfkeyle kendinden geçmişliğine hükmettiğimiz ve hiç de hoş görmediğimiz bir insan manzarası, bakışımızı zamana yaydığımızda yüz yıllık acımasız bir işgal ve zulme haklı direniş olarak gözükür bu kez. Bakışımızı o öfkeli kareye hapsedip bu kare üzerinden o kişiyi ya da mensubu olduğu topluluğu vicdanen mahkûm etmemizi bekleyenler ise, sebep veya taraf olduğu bir zalimliğe meşruiyet devşirmeye çalışan alçaklara dönüşür olup biteni ân’la değil ‘zaman’la anlamlandırdığımızda… Nitekim Filistin halkı ile işgalci entite İsrail ve destekçilerinin gerçeği tam da budur.

Bütün bu örnekler gösteriyor ki, ân’lara mahpus kalmak ve bakışımızı bir açıya kilitlemek bize gerçeği göstermez, bilakis gerçekten uzaklaştırır. Hatta haini kahraman, kahramanı hain; masumu zalim, zalimi mağdur dahi gösterebilir. Ân’a sabitlenmiş bakışlarda, ateşi su, suyu ateş zannetmek derecesinde bir illüzyona maruz kalma riski bulunmaktadır.

Bu vâkıa, bize bir sabit hakikati gösteriyor: Gerçeği kavramak için ne tek bir açıdan bakış kâfi gelir, ne de ân’lar ve ân’lık bakışlar… Gerçeğin ta kendisi zannettiğimiz ânlık bir kare, gerçeği gizleyip hakikati tersyüz eden bir zulüm ve zulmet karesi dahi olabilir.

Demek ki, önümüze sunulan ân’lık karelerde kalmamak, bize önerilen bakış açılarının dışına çıkmayı başarmak gerekiyor.

Ân’larda kalmamak ve bir açıyla yetinmemek, zihin sıhhati için şart. Anlamak için, ân’lara değil, zamana ihtiyacımız var.

Ân’a değil zamana bakmalı, ân’da değil zamanda yaşamayı başarmalıyız.

Şimdilerde dünyayı kuşatmış görünen zamâne firavun düğümleri ancak böyle çözülecek…

- Advertisment -