Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesi (AYM) kararına uymayacağını açıklaması ve mahkeme üyeleri hakkında “yetki aşımı” iddiasıyla suç durusunda bulunması, yargıdan siyasete taşan bir kriz ortaya çıkardı.
Hukuki ihtilafın ötesine geçen bir mesele bu. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin mahkemeyi ve başkanı Prof. Dr. Zühtü Arslan’ı ağır bir dille suçlaması da bunun bir göstergesi.
Meselenin hukuku aşan boyutu, AYM’nin son kararıyla başlayan tartışmayı sadece hukuki bir meseleymiş gibi ele almamayı, sağlıklı bir değerlendirme için sosyal ve siyasi boyutlarını da analize dahil etmeyi gerektiriyor. Zira kişilerin ve kurumların konuyla ilgili olarak aldıkları pozisyon, Türkiye’de adalet, devlet ve demokrasi meselelerine dair pozisyonlarından bağımsız değil.
Bu yazı esas olarak AYM üzerinden yaşanan tartışmanın sosyo-politik boyutuyla ilgili. Ama ona geçmeden, meselenin hukuki boyutuyla ilgili olarak da yapılması gereken bazı tespitler var.
Hukuki bakımdan Yargıtay haklı görünmüyor
AYM’nin Şerafettin Can Atalay kararını hukuki açıdan çeşitli biçimlerde değerlendirmek mümkün. Pek çok hukukçu kararın doğru olduğunu düşünüyor. Ama hukuki bakımdan yanlış dahi olsa, bu hiçbir şekilde Yargıtay’ın aldığı siyasi pozisyonu haklılaştırmıyor.
AYM, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) giden yolda bireysel başvuru öncesi son merci olarak düşünüldü ve ona bu yönde yeni bir işlev tanımlandı. Böylece hem vatandaşlar için ilave bir güvence olması hem de Türkiye’nin alacağı mahkûmiyet kararlarını azaltacak bir ara mekanizma olması öngörüldü.
Bunun anlamı, bugün AİHM’ne götürülebilecek her konuda hukuki bakımdan AYM’ne de başvurulabileceğidir. Dolayısıyla bir yetki aşımı veya Yargıtay’dan bir rol çalmadan söz edilemez; çünkü AYM’ne ancak hukuken kesinleştikten sonra başvurulabildiği için zaten esas olarak Yargıtay kararları götürülüyor.
AYM kendisine gelen başvuruya hak ihlali olup olmadığı temelinde bakıyor ve bir tespit yapıyor. Bu da bugünkü vaveylayı haklılaştırmıyor. Hak ihlali kararı vermek de doğrudan mahkemenin yerine geçerek onun yerine karar almak anlamına gelmiyor. Kısacası Yargıtay’ın tepkisi haklı görünmüyor.
Öte yandan basında, Yargıtay’ın bu kararı alan heyeti teşkil ediş biçimine dair sorular da gündeme getirildi; kanuni hâkim ilkesi açısından genel bir kural ve objektif bir usul olup olmadığına, ona uygun yapılıp yapılmadığına dair sorular. Yargıtay’ın bu konuda bir açıklama yapmaması, bu yöndeki soruları da gündemde tutuyor.
Yargıtay’ın çıkışının “darbe” olarak adlandırılması ve yadırganması, AYM kararlarının herkesi bağladığını söyleyen Anayasa’nın 153. maddesinin gayet açık olmasından kaynaklanıyor. Kısacası “acaba şair (ya da şârî) burada ne demek istedi?” dedirtecek türden soyut bir kuraldan söz etmediğimiz açık.
Hukuki formalizme kapılıp her durumda sırf bir mahkeme verdi diye “lütfen yargı kararlarına saygı duyalım” demek gerekmiyor elbette. Yargı kararlarına uymanın değil uymamanın hukuki olduğu durumlar da vardır. Kitabına uygun alınmış olsa bile o kararları yırtıp atmanın gerekli, hatta şart olduğu zamanlar durumlar. İnsan haklarını yok eden sonuçları olan ve böylece meseleyi bir düzen meselesi haline getiren türden kararlar gibi. Ama AYM’nin verdiği bu karar onlardan biri değil. Direnme hakkı da böyle kullanılmaz.
CHP ve MHP; Doğrular ve yanlışlar
CHP ve MHP’nin karşı karşıya gelişi de tartışmanın diğer bir parçası.
CHP, Yargıtay’ın ilan ettiği pozisyonu darbe olarak niteledi ve Meclis’te oturma eylemi başlattı. Ancak realiteyi etkileme potansiyeli zayıf bir eylem bu. Zayıflığı da söz konusu protestoyu yapana ilişkin güven eksikliğinden geliyor. Geçmişte Yargıtay’ın Hrant Dink, Danıştayın Başörtüsü ve AYM’nin 367 Kararı gibi utanç verici, milyonlarca insanın hayatını kabusa çeviren vahim kararlar vardı.
CHP veya onun şimdiki lideri Özgür Özel bu kararlar alındığında da böylesi bir sivil itaatsizlik tepkisi vermiş miydi yoksa onları savunmuş muydu bahsine girmeye gerek yok.
Bir gözlemcinin tespitiyle, CHP’nin öteden beri neyin adil olduğuna karar verirken “alırken mi satarken mi?” tutumu sergilemesinden, seçici özgürlükçülüğünden ve sadece kendine dokunduğunda “hukuki duyarlılık” geliştirmesinin yıllar içinde oluşturduğu güven kaybından dolayı “Adalet Yürüyüşü” örneğinde bu türden “hukuka ve adalete çağıran” eylemlerinin fazlaca etkisi olmuyor.
MHP’ye gelince, onun da Atalay kararının içeriğinden rahatsızlık duyduğu net biçimde görülüyor. Ancak burada görülmesi gereken gerçek, hukukun böyle işlemediği. Atalay Davası açısından ifade etmek gerekirse, Gezi’ye ve onun o Türkiye’ye verdiği zarara karşı çıkmak, gezicileri ahlaki bakımdan mahkûm etmek, hukuki bakımdan da aynı rahatlığa sahip olduğumuz anlamına gelmiyor.
MHP liderinin, hukuki duruşu ve kararlarıyla saygıyı hak eden AYM Başkanıyla ilgili sözleri ise kendi grup konuşmasının bütünlüğü içinde bile yadırgatıcı duruyordu.
Anayasa Mahkemesi’nin değerinin farkında olmak
Türkiye son on yılda ciddi sarsıntılarla karşı karşıya kaldı. Özellikle 17-25 Aralık operasyonlarından darbe girişimine uzayan bir dizi saldırı sonrası, OHAL sürecinde yargı erki de ciddi bir yıpranma yaşadı. Darbe girişimi sonrası normalleşme sürecinin doğru yönetilmemesi ve hakimlerin vicdanlarına uygun olmayan kararlar aldıklarından şikâyet edildiği bir süreçte, Türkiye’de yargı kurumu da zarar gördü ve bir güven kaybı yaşandı.
İşte böyle bir dönemde AYM adeta çalkantılı bir denizin içinde parlak bir deniz feneri gibi durdu. Herkesin, tüm kurumların yaşananlardan etkilendiği bir dönemde mahkeme, adalet ve demokrasi adına son umudun istinatgahı oldu. Bu hak edilmiş prestij heba edilmemeli.
Bugün eğer Hükümet biraz dikkatli bakacak olursa, AYM’den şikâyet etmesi değil gurur duyması gerektiğini anlayabilir. Bugünkü yeniden yapılandırılmış şekliyle AYM esas olarak kendisinin eseri ve en iyi eserlerinden biri. 1990’ların korkunç kararlar veren bir AYM’sinden ve onun laik olmayana insan gözüyle dahi bakamayıp saçma sapan ideolojik demeçler veren başkanlarından, bugün her kesimde saygınlık uyandırabilen bir mahkemeye ve onun ifade özgürlüğü ile ilgili nitelikli çalışmalarıyla tanınmış, sözünün hukuki ağırlığı olan başkanına giden yol, aslında Ak Parti’nin herkese gururla ilan etmesi gerekirken bugünlerde artık pek sözünü etmediği kendi Sessiz Devrim’inin ürünü.
Başkanlık sistemine geçiş sonrası yürütmenin öne çıkması ve merkezileşme olgusu da kuvvetler ayrılığı ilkesi bakımından taşların hala yerine oturmadığı bir ortamı ifade ediyor. Elbette bu parlamenter sistemin daha iyi olduğu anlamına gelmiyor. Bir hükümet sistemini sihirli değnek veya günah keçisi ilan etmek makul değil. Yani başkanlık sisteminden vazgeçip “güçlendirilmiş parlamentarizm” fantezilerine girmek gerekmiyor. Hiçbir hükümet sistemi bir anda ideal formuna ulaşmıyor ve yapılması gereken de sistemi revize etmek, özellikle yasama yürütme dengesini tesise yönelik değişiklik yapmak.
İşte böyle bir ortamda AYM’nin duruşu, sistemin kuvvetler ayrılığı açısından arz ettiği sorunu hukuki hassasiyetleri bariz dirayetli hakimler sayesinde çok daha ağır yaşayabilecekken öyle yaşamamamızı sağladı ve sağlıyor. Daha açık ifade etmek gerekirse, MHP’nin dediği olursa ve “uyumlu” karar alan bir AYM’ye geçilirse, yasama, yürütme ve yargıyı fiilen birleştiren bir yönetim ortaya çıkarsa, bu da demokrasi ve özgürlükler açısından çok kötü bir tablo demektir.
Bugün dışarıdan bakıldığına Türkiye’nin tek kişinin yönettiği, yargının da ona tabi olduğu bir ülke görüntüsünü bozan en önemli unsurlardan biri ve belki de en önemlisi AYM. Yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını sıkça vurgulayan ve bunu bazen muhalefette bazen de iktidarda memnuniyetsizlik oluşturan kararlarıyla tüm dünyaya gösteren bir mahkeme o.
AYM’nin verdiği tüm kararlara veya tüm üyelerine mutlak güven duymak gerekmiyor elbette. Öyle bir devlet de mahkeme de olamaz çünkü. Bu bağlamda gündemi işgal eden bazı tartışmalar, kimi zaman başka bazı sorunların yansıması da olabilir. AYM’nin bunları gündemine alması ve tespit edilecek sorunların çözümü için çaba sarf etmesi doğru olur.
Yargının bir bütün olarak gündelik politikayla mesafeli olması, onun saygınlığı açısından da önemli. Prof. Dr. Zühtü Arslan ve onunla görev yapan ve AYM tarihinde hiç görmediğimiz, iyi hukukçu olmakla entelektüel birikimi şahıslarında birleştirmiş birçok üyenin karar aldığı bir mahkeme, Türkiye için gerçekten büyük bir şans anlamına geliyor.
Bütün siyasi gerilimlerin ötesine geçip sakin ve serinkanlı biçimde hukuku önceleyen ve bunu yaptığı ölçüde hangi siyasi görüşten olurlarsa olsunlar insanların güvenini kazanabilen hakimlerin rengini taşıyan bir kurum, kararlarından her zaman memnun olmasalar da herkes için, iktidar, muhalefet, hükümet ve ülke için büyük bir nimet. Kimi zaman isabetli karar vermese bile.
Dileyelim Türkiye bu nimetin kadrini kıymetini bilsin.