“Âlim değil, ama ârif.”
Sanırım hepimiz bu kalıp cümleyi çokça duymuş, duyduğumuz derecede olmasa bile çokça da okumuşuzdur.
Cümle bu kadarla da kalmamıştır duyup okuduğumuz ortamlarda. Çoğu kez, hayatımızın içine girmiş tekil bir örnek üzerinden bu cümle söylenmiş; ardısıra konu o örnekten alınıp genişletilerek koca bir coğrafyayı kuşatacak şekilde yayılmış ve iş bir şekilde gelip ‘Anadolu irfanı’na bağlanmıştır.
Ama orada da kalınmamıştır. Tekilden tümele bu hızlı sıçramanın verdiği coşku ve enerjiyle, bir de ‘bilgi’nin ve ‘bilgin’in küçümsenip aşağılanması safhasına geçilmiştir. ‘Belki cahil ama ârif’ diye yüceltilen bir kütle üzerinden, ilim ve bilim ehline dair, ‘âlim ama ârif değil’ aşağılamasını işitmiş yahut okumuşuzdur ardısıra…
Şahsen, altmış senelik hayatımda bu söyleme belki binlerce, öyle değilse bile en azından yüzlerce kez şahit olmuşumdur. ‘Maruz kalmışımdır’ demeliydim belki de. Yaşım ilerledikçe ve hayatlarımızı kuşatan cehalet övgüsünün sonuçlarıyla daha keskin yüzleşmeler yaşadıkça, bu söyleme her muhatap oluşumda yaşadığım ruh halini son ifade daha doğru biçimde karşılıyor zira.
Dindar, mukaddesatçı, milliyetçi, muhafazakâr; bu tanımların en az birine denk düşen bir çizgiyi benimsemiş sağ siyasetçiler, bu ‘irfan’ söyleminin herhalde en iyi alıcıları ve yayıcıları olsa gerektir. Neticede bu şekilde gururları okşanan ve ‘sempati’ kazanılan kütledeki insanların toplam sayısı, bu söylemle küçümsenen insanların toplam sayısından kat kat fazladır çünkü. Ve siyasetçi, ‘âlim değil ama ârif’ söylemiyle, eleştirel bakabilme potansiyelinden ve hele ki bu potansiyelini dışa vurmasından hiç hazzetmediği kesime karşı, ‘âlim olabilir ama ârif değil’ diyerek sandığına oy, siyasetine destek toplamaktadır.
Bir alanda uzmanlığı, bir konuda fikri olduğu halde, ‘ilmi irfana dövdüren’ bu söylemin değirmenine su taşıyanların sayısı da az değil. Onların niye böyle davrandığını da anlayabildiğimi sanıyorum. Bir kısmı için, bu söylemle, ilim, fikir ve uzmanlık noktasında kendilerinden daha ‘elit’ konumda olanlardan bir nevi intikam almaları mümkün hale geliyor mesela. Böylece, ‘halkın yanında bilginler’ olarak, ilim ve fikir vadilerinin vazgeçilmezi olan ‘eleştirellik’ dolayısıyla karşılarına çıkabilecek tehlikelerin önüne geçme imkânı da buluyorlar. Hele ‘fikir esnafı’ tanımını hak edecek düzeyde olanlar var ki, onlar bu söylemi özellikle seviyorlar. Çünkü pazar payları artıyor. Ezberini teyid ederek gururunu okşayacak bir söyleme müşteri olanların sayısı, ezberlerini zorlayacak bir bilgi veya düşünceyle karşılaşmaya talip olanların sayısından kat kat fazla.
Öyle ya da böyle, ‘muhafazakâr’ kesimin siyasetçileri yanında, ‘intelijensiyası’ yahut ‘akademyası’ içinde de—kendisini ister din, ister gelenek ve milliyet üzerinden tanımlıyor olsun, farketmez—‘âlim değil ama ârif’ söyleminin ilmi irfana dövdürecek surette icra ve istimal olunduğu bir gerçek.
Öyle ki, onların bu yaptığı ‘avamperestlik’ olmuyor da, bunun eleştirisi anında ‘self-oryantalizm’ diye damgalanıyor!
Sonu ‘Anadolu irfanı’ genellemesine çıkan bu tümevarımın isabetli olduğu kanaatinde değilim. Âlim olmayan her insanı ‘ârif’ olarak görmüyoruz çünkü. Hakikat-ı halde, ilim ile irfan aynı kişide yekdiğerinin yokluğunu gerektiren zıtlar olmadığı gibi, ‘âlim değilse de ârif’ diye tanımlanmayı hak eden insanlar da gerçekten var. Sanırım her insan, özellikle de benim gibi yaşı ellinin üstünde olanlar, kendi hayat hikâyeleri içerisinde bu tanıma uyan insanlarla muhakkak karşılaşmışlardır.
Yaş kaydını özellikle düştüğümü söylemeliyim. Çünkü bu yaş sınırı, çocukluk ve gençlik dönemlerinde bilgiye ulaşmanın çok daha zor olduğu, orta ve yüksek öğretime erişim imkânlarının daha kısıtlı olduğu bir zaman dilimine işaret ediyor. O devirlerden daha öncesi ise, imkân olsa belki iyi bir ilim veya düşünce insanı olacak pek çok kişinin kız ise ev veya tarla işine, erkek ise çıraklığa mecbur ve mahkum kaldığı devirler anlamına geliyor. Velhasıl, öyle zamanlar gelip geçti ki, belli bir seviyenin üstünde eğitim ancak bir ‘lüks’ niteliğinde olduğu için, zihin ve vicdan kapasitesi çok yüksek niceleri, ‘aradıkları suya bir türlü kavuşamamış verimli topraklar’ misali kaldılar. Şartlar müsait olsa bambaşka bir yerde, başka bir verimlilik düzeyinde olabilirlerdi. Lâkin, bulabildiği her su damlasını emen, üstüne düşen her sabah çiğinden beslenmeye çalışan istidatlı ama kurak topraklar misali hayatları oldu hepsinin. ‘İrfan’ dediğimiz şey, o kısıtlı şartlarda o yüksek zihin ve vicdan kapasitesiyle üretebildikleriydi.
Benim hayat hikâyemde, karakterlerini ve ahlâklarını örnek aldığım böyleleri var. Eminim, başkaları için de bu bir gerçektir.
Ama şahsen, kendi hayat tarihçemde ‘âlim değil ama, ârif’ târifine uyan o insanların ilim ile irfanı dövüştürdüklerini hiç görmedim. İrfan söylemi üzerinden ilmi ve âlimi aşağılayan bir tutumlarıyla da karşılaşmış değilim. Bilakis, değdiği zihinlere ve gönüllere ilim iştiyakı aşılayan bir noktada idi onlar. Derin bir bilgi açlığı, dolayısıyla bilgiye ve bilene hürmet, karakterlerinin baskın özellikleri arasındaydı. Sanırım onları ‘ârif’ yapan, ‘irfan ehli’ kılan bir sebep de, ilme ve bilene yönelik bu hürmetleriydi zaten. “Ben haddimi bilirim” diyebilen insanlar idi onlar.
Potansiyeli yüksek, ama uygun mecra bulamadığı için o potansiyelini en yüksek derecede açığa çıkaramamış böyleleri için hayıflanırım hep. Onları, parklarda bahçelerde gördüğümüz hurma ağaçlarına benzetirim. Onu aşkın salkım, her bir salkımında yüzlerce ince dal ve o ince dalların her birinin üstünde sayıları belki ona varan hurma adayı tomurcuklar… Ama o güzelim ağaçlar, iklim müsait olmadığı için, hurma veremezler de, bir çekirdek ve üstünde incecik bir kabuk ile “İmkânım olsaydı ne güzel hurmalar verirdim size” diye tevazu ve iştiyakla konuşurlar lisan-ı halleriyle. O ârifler de böyledir işte. Asıl verimlerini müsait olmayan şartlar sebebiyle gerçekleştiremezler, ama elleri yine de boş değildir.
Hallerinden ve dillerinden anlarsınız ki, lâyık oldukları imkâna kavuşsalardı, onlar başkaları gibi “ilim ne ki, bize irfan yeter” gibi söylemlere asla yeltenmezler, bilakis irfanlarını ilimle taçlandırıp zirveye çıkarırlardı.
Velhasıl, dünden bugüne ‘ârifler’ aramızda yok değil. Ama ilmi kötüleyip cehaletin odununu harlandıran insanlar ârif değil.
Açık gerçeği konuşmak durumundayız: Varlığından söz edilen irfan, derin bilgiye ve fikre dair bir potansiyelin ifadesiydi; cehalete övgünün gerekçesi değil. Ârif dediğimiz insanlar, bir de ilim ehli olabilecek imkâna kavuşsalar çok daha fazlasını, yükseğini ve güzelini gerçekleştirmeye müstaid iken mevcut şartlar içerisinde ellerinden gelen en iyisini düşünen, yapan, uygulayan insanlardı.
Eğitimde fırsat eşitliği mutlak surette sağlanamasa da, onların maruz kaldığı düzeyde bir eşitsizliğin ortadan kalkmış olduğu, bilgiye erişmenin yeni ve farklı imkânlarının oluştuğu şartlarda, buna rağmen—deyim yerindeyse mazeretsiz ve kasıtlı bir surette—cehalete taraftar ve talip olan, bilgiye ulaşmayı reddeden, önyargısını son yargı addeden, farklı bakış açılarını zenginlik ve imkân değil varoluşu için bir tehdit olarak algılayan insanları ‘ârif’ olarak tanımlamak elbette gerçek âriflere haksızlık ve hatta hakarettir. Böyleleri, ulaşması mümkün olduğu halde bilgiyi reddediyor ve sevmiyor. Hem tembel, hem saygısız. Doktor dövmeyi mârifet zannedende hangi irfandan söz edebiliriz? Yahut, siyaseten tercihi tercihiyle aynı değil diye memleketin belki en güzide nöroşirurji profesörünü ‘hain’ diye niteleyenden? Veyahut uzmanlık alanı Abdülhamid dönemi olan bir tarih profesörüne, ezberini bozan iki doğru bilgiyi verdi diye “Okumuşsun ama adam olamamışsın. Öğren de gel!” kabalığıyla konuşan birileri midir ‘ârif’ olanlar?
İlim ehlinin böyleleri nezdinde kıymet bulmasının tek bir şartı var: onlar kahvehane köşelerinde okey oynarken ders çalışıp, üstüne onlarca sene okuyup, üstüne gurbet diyarlarda master ve doktora yapıp, sonra onlarca kitap ve makale için dirsek çürütüp, günün sonunda onların kahvehane köşelerinde kırk senedir söylüyor olduklarını en sonunda kavradıkları ‘hakikat’ olarak teyid ve tasdik etmeleri…
İlmi olmasa da ilim edinme potansiyeli olan ve her hâlükârda ilme hürmeti elden bırakmayan âriflerimiz vardı ve ihtimal ki bugün yine öyleleri var. Ama cehaletini, hele ki kabalığını, hele ki lümpenliğini ‘irfan’ diye pazarlamaya kalkışan da haddini bilsin lütfen. Birilerince ‘âlim değil ama ârif’ diye sırtı sıvazlanıp, iyice şımarmasın, pervasızlaşmasın.
Hayatım boyu elitizmin karşısında oldum, ‘ehliyete’ saygım olmakla birlikte bunu ‘uzman despotizmine’ gerekçe kılmaya çalışanlardan da hazzetmedim. Ama cehaletin despotizmi çok daha tehlikeli. Doğru, elitizm kötü, ama popülizm onunkini mumla aratacak kötülükte.
Aradığımız irfana oralarda hiç ulaşılamıyor…