Amerikalıların fast food dışında yerel bir mutfağı olmadığını söyleyenleri en çok utandıracak yerlerden biri büyük ihtimalle Louisiana eyaletidir. Fransa Kralı 14. Louis’den ismini alan bu egzotik güney eyaleti, 1682 yılında Fransız kolonicilerin hakimiyetine girmiş, ardından İspanyollarca kontrol edilmiş, kısa bir süre sonra tekrar Fransa’ya geçtikten sonra 1803 yılında Amerikalılar tarafından diğer Fransız koloni topraklarıyla birlikte 15 milyon dolar karşılığında satın alınmış. Günümüzde yaklaşık 5 milyon kişinin yaşadığı Louisiana, jazz müziğinin doğduğu ve Güneyli siyahların yoğun bir şekilde yaşadığı kültür başkenti New Orleans’a da ev sahipliği yapıyor. Eyalette günümüzde Fransızca konuşan sadece 10 bin kişi var. Fakat Frankofon kültürü başta New Orleans olmak üzere tüm eyalette hala capcanlı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, hala bölgeyi ziyaret ediyor, Fransızca kurslarının artacağını vaadediyor, Frankofonlarla devletin iletişimini koparmamak için özel olarak çabalıyor.
Eyaleti Amerika’nın diğer bölgelerinden farklı kılan sadece Fransız Cumhurbaşkanı’nı coşkuyla karşılayan Frankofon Amerikalılar değil, aynı zamanda da kendine özgü “creol mutfağı”.
Creol mutfağı, Batı Afrika’dan getirilen siyah kölelerin, Fransız ve İspanyol kolonicilerin ve yerli Amerikalıların kültürlerinin harmanladığı özel bir mutfak. Bol tereyağ, domates sos, deniz ürünü, et ve pirincin kullanıldığı bu yemek kültürü nedeniyle Louisiana’nın mutfağı diğer eyaletlerden oldukça farklı. Büyük porsiyon karidesli sandviç, deniz ürünlü bol soslu pilav, gumbo çorba, ekmek pudingi gibi özel yemekler sadece doyurucu değil, Louisiana’nın geçmişinde iz bırakmış bütün kültürlerin de tadını taşıyor.
Creol kavramı, 1590 tarihinde ilk kez İspanyolca’da “Amerika’daki kolonilerde doğmuş İspanyolları” tanımlamak için kullanılmış. Daha sonrasında özellikle kolonilerdeki yerel kültür ve Avrupa kültürlerinin harmanlamasıyla oluşan yeni kültürü tanımlamak, Amerika veya Yeni Dünya’daki “yeni kültürü” anlatmak için tercih edilmiş.
Kelime zamanla kolonilerin ötesine taşmış. Martinique asıllı Fransız şair Édouard Glissant’ın kavramsallaştırmasıyla sadece kolonyal anlamda değil, genel bir düzlemde farklı kültürlerin birbiriyle etkilişime girerek, birbiriyle harmanlanarak orjinal ve yeni bir kültür doğurması anlamına gelen, özellikle ana kara ve okyanus ötesinde hala Fransa’ya bağlı olan eski koloni toprakları üzerine kafa yoran Fransız akademisinde sıklıkla kullanılan “créolisation” kelimesine dönüştü.
Créolisation kavramı, aşırı sağın iki ayrı karizmatik Cumhurbaşkanı adayı Zemmour ve Marine Le Pen ile kazanamasa da rüştünü ispatladığı 2022 Fransız seçimlerinde üniversite amfilerinden siyaset arenasına ulaştı.
Genellikle gençlerden, eğitimli orta sınıflardan ve göçmen kökenli Müslüman Fransızlardan oy alan Jean-Luc Mélenchon, göçmen karşıtı sağcı Zemmour ve Le Pencilerle tartışırken Fransa’nın demografik endişelerine yönelik çözümün “Créolisation” olduğunu söyledi.
Aşırı sağcılar Fransız kültürünün ve nüfusunun göçmenlerle ve ülkeye yeni gelen kültürlerle yok olduğunu belirtirken, Mélenchon ve radikal solcu La France insoumise (Boyun Eğmeyen Fransa) partisi yeni göçmen kültürleriyle Fransız kültürünün harmanlandığını ve ortaya daha güçlü bir hikaye çıktığını vurguluyordu. Zemmour ve Le Pencilere göre Créolisation, Fransa’nın kebap dükkanları ve peçeli kadınlarla dolmasıydı, pek hayırlı bir süreç değildi. 2022 seçimlerini ne aşırı sağ ne de solcular kazandı, Macron beklendiği üzere ikinci ve son kez Cumhurbaşkanı seçildi.
Ne var ki sadece 2 sene sonra 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinin ardından Marine Le Pen’in liderliğindeki aşırı sağcı Ulusal Çağrı partisinin rekor kırarak %31 ile birinci olması üzerine Macron, Ulusal Meclisi’ni dağıtarak ülkeyi erken bir genel seçime götürdü. Macron’un oynadığı bu kumar neticesinde Cumhurbaşkanlığı için sandık başına gidilmedi, ama 577 sandalyeli Ulusal Meclis baştan aşağıya değişti. Anketlerde birinci gözüken aşırı sağın yükselişini ve içerisinden bir başbakan çıkarmasını engellemek için aşırı soldan merkez sağa, liberallerden komünistlere Fransızlar kendilerine özgü iki turlu seçimlerinde barikat kurdu; aşırı sağı durdurdu.
1 hafta önce aşırı sağın korkusunu manşetlerine taşıyan gazeteler yeniden umutlandı; meydanlarda seçim zaferini coşkulu bir şekilde kutlama sırası Le Pen ailesinden Filistin bayrağı ve kefiyeli genç solculara geçti.
4 Temmuz’da Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi’nin Avamlar Kamarası’nın 650 vekilinden 411’ini kazanmasından hemen 3 gün sonra Fransız solunun 178 vekille meclis seçimlerinde birinci olması ve aşırı sağın beklentilerin altında kalması sadece solcuları değil, aşırı sağın yükselişinden endişe duyan herkesin yüreğine su serpti. Fakat fazla rehavete kapılmamak lazım. Aşırı sağ iktidara gelememiş, seçim sistemlerinin de etkisiyle meclis çoğunluğunu kazanamamıştı, ama yine de oy oranını ciddi bir şekilde yükseltmiş, merkez sağ partilerin adeta seçmenini çalarak ve ruhunu emerek canına can katmıştı. Üstüne üstlük aşırı sağı durdurmak için özellikle Fransa’da yedi düvel bir araya gelmiş, uzun yıllar sonra ilk kez Ulusal Meclis’te bu kadar paramparça bir siyasi kompozisyon ortaya çıkmıştı.
Şimdi Fransa’da aşırı sağın ivmesine nihai bir son vermek için Mélenchon ve sol ittifakın liberallerle ve hatta merkez sağ ile el ele verip bir hükümet kurması şart. Bunun için de Fransa’nın kültür meselesinde ileri sürülen “créolisation” çözümünü siyasi müzakerelere taşımak ve merkez sağdan liberalizme, sosyalizmden komünizme farklı görüşleri harmanlamak, aşırı sağın üzerinde sörf yaptığı gündelik sorunları çözmek, aşırı sağa kaybedilen işçi sınıfını yeniden kazanmak şart. Birbirinden farklı görüşler, creol mutfağı gibi ağızda yepyeni ve güzel bir tad oluşturmadıkça aşırı sağı kalıcı bir şekilde durdurmak mümkün gözükmüyor.
Que s’est-il passé? (Aslında ne oldu?)
Fransa’da yasama seçimleri iki turlu. Ulusal Meclis, 577 dar bölgeden seçilen 577 vekilden oluşuyor. Yani her bir dar bölge seçim bölgesinin 1 vekili var. İlk turda kayıtlı seçmenin %25’inden fazlasının ve geçerli oyun %50’den fazlasını alan aday seçimleri kazanıyor. Eğer bu şartlar sağlanmazsa en çok oyun alan iki aday ve kayıtlı seçmenin %12.5’inden fazlasının oyunu alan bir başka aday varsa bu üçüncü kişi ikinci tura kalıyor. İkinci turda ise en çok oyu alan aday seçimi kazanıyor. Bu seneki seçimlerin birinci turu 30 Haziran’da, ikinci turu ise bir hafta sonra yani 7 Temmuz’daydı.
İlk turda Le Pen’in radikal sağcı Ulusal Çağrı partisi %29 ile birinci, Mélenchon’un radikal sol partisi, merkez sol sosyalistler, komünistler ve yeşillerden oluşan Yeni Halk Cephesi ittifakı %28 ile ikinci, Macron’un liberal merkez sağ ittifakı ise %20 üçüncü oldu. Seçimler merkezin çöktüğü Fransa’nın özeti gibiydi. Son zamanlarda seçmenlerini Macron veya aşırı sağa kaptıran merkez sağ Cumhuriyetçiler hem kaybetmiş, hem de aşırı sağ ile iş birliği yapan ve yapmayanlar olarak ikiye ayrılmış, ortak hareket etme kabiliyetlerini yitirmişti. Bu bölünmüşlük ikinci turlara da yansıdı. Eski seçimlerde genellikle sadece iki adayın kaldığı ikinci turda rekor sayıda 3 adaylı pusula oluştu. İkinci turda üç adayın yarıştığı dar seçim bölge sayısı 306’ydı. Genellikle Macron’un liberalleri, sol ittifak ve Le Penci aşırı sağcıların karşı karşıya geldiği bu seçim bölgelerinde, sol ittifak iş birliğini tercih etti ve üçüncü olduğu bölgelerde aşırı sağı engellemek adına adaylarını çekti. Macron’un liberalleri de Mélenchon’un radikal sol adayları hariç kendilerine yakın merkez sol ve sağ adayları aşırı sağın kazanma riski olduğu bölgelerde destekleme kararı alarak dar kapsamlı bir iş birliği modeli ortaya koydu. Seçmen birinci ve ikinci tur arasındaki bir haftada hızlı bir şekilde ortaklaşarak aşırı sağa karşı barikat kurdu.
Günün sonunda ikinci turda, katılım oranı yine rekor bir rakamla %66 oldu, aşırı sağ %32 ile birinci olmasına rağmen sadece 125 vekil kazanabildi. Sol ittifak ise %25 ile 178 vekil kazanarak seçimlerin galibi oldu. Macron’un ittifakı ise %23 alarak 150 vekil kazandı. Le Pen’in aşırı sağcı partisi ülke genelinde %32 oy almasına rağmen, meclisteki temsil oranı %22 oldu. Sol ittifak ise %25 oyla %30’luk bir temsile sahip. Bu orantısızlığın sebebi sadece seçim sistemiyle alakalı değil. Zira Le Pen’in partisi aşırı sağla ittifak yapan az sayıdaki merkez sağ siyasetçi dışında neredeyse bütün dar bölgelerde yarışmışken, sol ittifak üçüncü olduğu neredeyse bütün seçim bölgelerinde adaylarını geri çekti. Bu nedenle ülke çapındaki oy oranıyla vekil sayısı arasında da bariz bir fark oluştu. Sol ve liberaller her seçim çevresinde aday göstermedi, bütün seçmenlerini sonuç tablosuna taşımadı.
Fransız anayasasına göre Cumuhurbaşkanı’nın atadığı başbakan için bir güvenoyu zorunluluğu yok. Fakat meclis çoğunluğu her an güvensizlik önergesiyle başbakan ve hükümetini görevden alabilir. Bu nedenle Macron’un meclis çoğunluğuyla uyumlu bir başbakan seçmesi zaruri. Bugünlerde NATO Zirvesiyle meşgul olan Macron, zirve için ABD’ye yola çıkmadan önce bir mektup yayınladı ve Cumhuriyetçi bir koalisyona yeşil ışık yakarak aşırı sol-sağ partilere kapıyı kapadığını ima etti. Daha önceki yıllara göre 13 ile rekor sayıda parti grubunun oluşturulmasının beklendiği Ulusal Meclis’te çoğunluk için gerekli olan 289 rakamına ulaşmak biraz zor, hele Mélenchon’un radikal sol partisini dışlayarak ulaşmak bir hayli zor. Zira Mélenchon 74 vekille sol ittifak içerisindeki en güçlü bileşen. Macron’un hayali, merkez sol ve AB yanlısı Sosyalist Parti, Yeşiller, kendi liberal ittifakı ve aşırı sağ karşıtı merkez sağ Cumhuriyetçi isimlerle “kırılgan” da olsa merkez fikirleri paylaşan geniş bir koalisyon kurmak. Macron, sadece Le Pen’i değil, Mélenchon’u da saf dışı bırakmak istiyor.
Macron’un hayalindeki koalisyon oldukça kırılgan- 307 ile çoğunluğu sağlıyor.
Mélenchon ve sol ittifak ise, Macron’un seçimleri net bir şekilde kazanan solcular arasından bir başbakanı görevlendirmesini talep ediyor. Böylece kendileri meclis çoğunluğunu arkalarına almayı denemek, en azından sol bir hükümet kurmayı talep ediyor. Fakat birçok merkez sağcı ve liberal siyasetçi içerisinde Mélenchon ve yoldaşlarının bulunduğu bir hükümet kurulur kurulmaz güvensizlik önergesi vereceklerini açıkladı bile. Bu durumda sol ittifakın sadece kendi imkanlarıyla uzun soluklu bir hükümet kurması zor gözüküyor.
Mızmızlık yapan sadece Macron değil. Mélenchon da liberallerle veya merkez sağcılarla ortak bir hükümet kurmak istemiyor. Zira sol ittifakın Filistin’in tanınması, İsrail’e desteğin kesilmesinden Macron’un sokak gösterilerine sebep olan emeklilik reformunun iptal edilmesine kadar uzanan geniş kapsamlı seçim vaatleri bulunuyordu. Mélenchon artık bu vaatleri hayata geçirmek, rüştünü ispatlamak istiyor.
Bir zamanlar birlikte merkez sol Sosyalist Parti’de siyaset yapan liberal Macron ve radikal solcu Mélenchon’un inadı, sistemi kitlemiş durumda. Aşırı sağı ikinci turda barikat kurarak durduran liberallerin ve solcuların kavgası sürerken, Le Pen halkın gözünün önünde yaşanan bu koltuk kavgasını eleştiriyor, hayat pahalılığı, göç gibi sorunların devam ettiğini vurguluyor. Özellikle aşırı sağ karşıtı partilerin ortak hareket ederek meclisteki idari görevlerden ve pozisyonlardan aşırı sağcıları uzaklaştırmaya çalışması, Le Pen’in “seçimleri kazandık, ama bizi engelliyorlar” söylemini daha da yükses sesle dile getirmesine vesile oluyor.
Le Pen, banliyö ve kırsalda yaşayan, mavi yakalı işçi sınıfı, düşük gelirli vatandaşlardan ve 40-70 yaş arası Fransızlardan yoğun bir şekilde oy alırken, Macron ve Mélenchon’un partileri genellikle gençler ve büyük kentlere hapsolmuş durumda. Özellikle Mélenchon ve solcu yoldaşlarının kaybettikleri işçi sınıfına ulaşmaları için bu seçim sonuçlarını iyi değerlendirmesi, aşırı sağın üzerinde yükseldiği gündelik yaşam sıkıntılarına çözüm sunabildiğini göstermesi gerekiyor. Aşırı sağı başarılı bir şekilde durduran siyasi partilerin ortak bir koalisyon kurması şart. Aşırı sağa karşı kurulan barikatın, etkin ve kapsayıcı bir hükümet koalisyonuna dönüşmesi içinse hem Macron’un hem Mélenchon’un maksimalist hayallerinden ve çocuksu inatlarından vazgeçmesi gerekiyor. Yoksa ucu ucuna seçimleri kaybeden Le Pen ve aşırı sağcı ortakları 2027 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine çok güçlü bir şekilde girebilir. Zira Le Pen sadece oyunu arttırmadı, merkez sağcı Cumhuriyetçilerin lideri Ciotti’yi safına katarak, aşırı sağla iş birliğine açık bir merkez sağcı grubu da meclise taşıdı. Ciotti ve merkez sağcı arkadaşları, yeni bir parlamento grubu kurarak Le Pen ile daha aktif bir iş birliği sürdürme amacında. Böyle bir durumda merkez sağın eriyişi hızlanabilir, Le Penciler bir zamanların Sarkozy ve Chirac gibi isimleri bünyesinden zirveye taşımış Cumhuriyetçileri yutabilir.
Merkez sağın aşırı sağ karşısında yok olma riski altında olduğu tek Batı ülkesi Fransa değil. Manş’ın karşı kıyısındaki Birleşik Krallık’ta da durumlar pek farklı değil.
İşçi Partisi’nin “2002” zaferi
Birleşik Krallık, geçen hafta 2002 Türkiye genel seçimlerine benzer bir tabloyla karşı karşıya kaldı. Ülke genelinde %34 oy alan İşçi Partisi, Avam Kamarası’nın %63’ünü kazandı. Muhafazakarlar sadece iktidarı değil, seçmenlerinin de yarısını kaybetti. Muhafazakarlar %20 oy kaybederken, aşırı sağcı Nigel Farage liderliğindeki Reform Partisi %14 oy aldı. Hangi bölgelerde seçim çalışmalarına ağırlık vereceklerini orta üst sınıfın gözde fırınlarından biri olan Gail’s şubelerinin bulunduğu yerleri tespit ederek belirleyen Liberal Demokratlar ise tarihi bir zaferle 72 vekil kazandı. Liberal Demokratlar özellikle geçmişte Muhafazakarlara oy veren, fakat ekonomik sıkıntılar ve partideki kaos nedeniyle rahatsız olan orta ve orta-üst sınıf seçmenin yaşadığı bölgelere odaklandı. Az bir oy artışıyla vekil sayısında kendi tarihi açısından rekor kırdı. Yeşiller Partisi ise İsrail’e olan destek nedeniyle İşçi Partisi’nden uzaklaşan seçmene hitap etti, rekor kırarak 4 vekille meclise girdi. Yeşiller ülke genelinde %6 oy aldı. Bir diğer sürpriz ise Jeremy Corbyn ve 4 Müslüman vekilin meclise bağımsız girmesiydi. İsrail’e destek verdiği için İşçi Partisi’ne tepkili olan bu 5 bağımsız aday, İşçi Partili adayların önüne geçti, meclise girdi. Normalde bağımsızların kazanmasının zor olduğu iki partili bir yapıda önemli bir başarı elde edildi.
Özellikle Müslüman İngilizler taktiksel oy kullanarak dar bölgelerdeki İsrail karşıtı adaylarda oylarını birleştirdi, İşçi Partisi’nin güçlü olduğu kritik yerlerde ikinci olmayı başardı.
Bu seçimler ana akım merkez sol ve merkez sağ İşçi Partisi ve Muhafazakarların uzun yıllar sonra en düşük toplam oyu aldığı seçim oldu. İki partinin toplam oyu %47. Normalde iki parti etrafında birleşen seçmen bu sefer dağıldı. Aşırı sağcı Reform Partisi, Muhafazakarların güçlü olduğu birçok yerde ikinci parti oldu, İşçi Partisi’nin Muhafazakarlardan sandalye kazandığı çoğu yerde oyları bölerek Muhafazakarları hezimete uğrattı. %14 oya rağmen Reform, mecliste sadece %0.8 temsile sahip. 5 vekili var. Fakat Farage ve aşırı sağ, ilk kez mecliste temsil ediliyor. Özellikle Muhafazakar Parti içerisindeki tartışmaların büyümesi durumunda, Suvella Baverman gibi radikal sağa sempatik Muhafazakar isimleri bünyesine katabilir, saflarını büyütebilir. Nitekim Muhafazakar Parti merkez seçmenini Liberallere, uçlardaki seçmenini Reform’a kaptırma trendini devam ettirirse bir sonraki seçimde Reform daha da güçlenebilir.
Keir Starmer liderliğindeki İşçi Partisi’nin Mélenchon gibi hükümet kurma derdi yok. İngiltere’deki dar bölge seçim sistemi iki turlu değil, tek turlu. Yani seçimde en çok oyu alan aday dar bölgedeki tek vekilliği kapıyor. Bu nedenle de çok rahat bir şekilde 411 vekillik bir çoğunluk elde etti. Başarısının ölçütünü genelinde kaç oy aldığı değil, kaç dar seçim bölgesinde birinci olduğu belirledi.
Starmer bu nedenle Filistin gibi konularda özellikle solcu ve Müslüman kökenli vekilleriyle merkeze yakın ve İsrail yanlısı vekilleri arasında tartışmalar yaşansa dahi Mélenchon’un aksine istikrarlı bir hükümetin başbakanı olacak. Fakat Müslüman ve genç seçmeni Corbyn gibi bağımsız adaylara ve Yeşillere kaybetme riski karşısında Starmer da partisini birleştirmeye, tabanını bir arada tutmaya özen göstermek zorunda. Ve en önemlisi Muhafazakarlardan devraldığı enkazı düzeltmesi, istikrarlı ve öngörülebilir bir hükümet programı ortaya koyması da zaruri. Zira İngiltere’deki temsil krizi çok ağır. Seçmenin %58’ini oy vermediği bir vekil temsil ediyor. Yine İşçi Partisi’ne oy veren her 24 bin kişiye 1 vekil düşerken, Reform Partisi’ne oy veren her 800 bin kişiye 1, Yeşillere oy veren her 485 bin kişiye 1 vekil düşüyor. İşçi Partisi, ulusal çaptaki düşük başarısına rağmen bu şansı iyi kullanırsa tabanını genişletebilir, seçmenin uçlara kaymasını engelleyebilir. Fakat bu şansı kullanamazsa, merkez sağın eriyişini merkez solun eriyişi de izleyebilir. Nitekim Starmer, Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nden daha az oy almasına rağmen bu büyük zaferi elde etmiş bir lider. Yine kendi seçim bölgesinde partisinin oyu da önceki seçimlere nazaran düşmüştü. Seçim sistemi nedeniyle halkın genelinin onayını almamış biri olarak Filistin meselesinden vergilere kadar ip üzerinden yürümek ve parti içi dengeyi sağlamak zorunda kalan biri. İşi pek kolay değil.
Fransa’nın geleceği nasıl Macron ve Mélenchon’un elindeyse; İngiltere’nin de akıbetini Starmer’in liderlik kabiliyeti tayin edecek. Starmer’in bu doğrultuda “ne yapmaması” gerektiğini anlamak için bu hafta NATO Zirvesi kapsamında buluştuğu ve samimi görüntüler verdiği ABD Başkanı Joe Biden’in son zamanlarda yaşadığı “liderlik krizine” bir göz atması yeterli.
Demokratlar gerçekten demokrat mı?
İngiltere’nin çiçeği burnunda başbakanı Keir Starmer, ilk Beyaz Saray ziyaretini bu hafta yaptı. Starmer, başbakan seçildikten sonra kendisini bir anda Amerikan siyaseti kaosunun içinde buldu. Gezi boyunca Biden’in sağlık sorunlarıyla ilgili sorulara muhattap kaldı, olası bir diplomatik kriz çıkarmanın peşinde olan muhabirler tarafından “Biden’in mental kapasitesi başkan olmaya yeterli mi?” tartışmasına çekilmeye çalışıldı. Medya Biden’in da peşindeydi. George Clooney’in Biden için para topladıktan 3 hafta sonra Obama’nın bilgisi dahilinde bir yazı kaleme alarak “Biden, adaylıktan çekilmeli” çağrılarına katılması Starmer-Biden görüşmenin en önemli sorusuydu. Biden soruları cevaplamadı, ekibi Clooney’in etkinlik başlar başlamaz eve döndüğünü, Biden’in ise 3 saat ayakta kaldığını vurguladıkları “tuhaf” bir yanıt verdi.
Bütün bu medyatik krizin ortasında halkın %34’ünün oyunu almasına rağmen, %63’lük bir temsil oranına sahip Keir Starmer için eşi benzeri bulunmaz ibretlik bir demokrasi “tecrübesi” yaşanıyor. Anketlere göre Demokrat Parti seçmeninin çoğunluğu Biden’in yarıştan çekilmesini istiyor, Trump’ı yenemeyeceği için endişeleniyor. Nancy Pelosi gibi müesses nizam isimler dahi Biden’in yarıştan çekilmesi gerektiği ima ediyor. Biden ise bütün bu yanıtlara “17 milyon kişinin bütün ülke çapında oy kullandığı önseçimde %87 oy alarak adaylığı kazandım”, “yarıştan çekilmem demokrasiyi zedeler” diyerek net bir mektupla cevap verdi. Fakat 2020 seçimlerinde 160 milyon Amerikalının oy kullandığı gerçeği karşısında, sadece 17 milyonun katıldığı bir önseçimin böylesine tarihi bir seçimin kaderini belirmesi biraz tuhaf. Nitekim, Joe Biden önseçim sürecinde Trump münazarası olduğu gibi uzun soluklu ve doğaçlama konuştuğu bir canlı yayına pek çıkmadı, sağlık sorunlarının ve akıl dağınıklığının fark edileceği bir ortamda bulunmadı. Yine 2020 seçimlerinde tek dönem adaylık yapıp meşaleyi gençlere devredeceğini söylemesine rağmen adaylığını yeniden açıkladıktan sonra kimse görevdeki mevcut başkana bayrak açmak istemediği için önseçimde 1-2 tanınmayan önemsiz isim dışında kimse rakip olmadı. Biden’in önseçimdeki tek ciddi rakibi Gazze’ydi. Michiganlı 100 bin kişi başta olmak üzere birçok kişi ülke çapındaki önseçimlerde boş oy attı ve Biden’in İsrail’e yönelik desteğini protesto etti. Biden’in adaylıktan çekilmeyerek ve adaylık planı olan kişilerin önünü tıkayarak alternatifleri bastırmasına ek olarak ülke çapında görevdeki başkanı yenecek kadar etkin bir kampanya yapmak için de çok para ve güçlü bir kampanya makinesi gerekiyor. Hem bu araçlara, paraya hem de Demokrat Parti ve Biden’in müesses nizamına bayrak açacak cesarate sahip olan birini de bulmak zordu. Bu nedenle Biden az kişinin katıldığı, heyecansız bir önseçimi rahatlıkla kazandı. Bu önseçimin halk iradesinin nihai ve tartışmasız bir yansıması olmadığını ise bugün ortalama bir Demokrat seçmenin Biden’a yönelik gösterdiği tepkilere bakarak anlamak oldukça kolay.
Biden, ailesi ve yakın ekibi; Demokrat Parti seçmeninin Biden’a tepki duysa da, ileri yaşından ve gaflarından dolayı endişeli olsa da seçim günü geldiğinde ölesiye nefret ettikleri Trump’ın kazanmaması için istemeye istemeye Biden’a oy vereceklerinden emin. Bu nedenle birçok kişinin kerhen “Yetmez ama Biden” diyeceğini düşünüyorlar, yarıştan çekilme çağrılarını yumuşatmaya, bu tartışmaya Ağustos ayındaki adaylık kurultayından önce son vermeye çalışıyorlar.
Anlaşılacağı üzere Biden, görünüşte “demokratik” bir önseçim sonucunda adaylığı kazansa da adaylık tartışmalarını pek “demokratik” bir üslupla yürütmüyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi sadece birilerini durdurmak, bir takım siyasi partilere “barikat” kurmak üzerine şekillenen siyaset eninde sonunda tıkanıyor.
Siyasetsiz siyaset nereye kadar?
Batı kamuoyu, İngiltere ve Fransa’daki seçimlerden sonra bir süreliğine de olsa rahat bir nefes aldı. Fakat bu mola, kısa sürebilir. Le Pen ve aşırı sağcılar şimdiden Macron ve solcular arasındaki kayıkçı kavgasını “elitlerin koltuk savaşı” olarak yansıtmaya başladı. Gündelik sorunları dile getirenler, ekonomik sıkıntıları en yüksek dozda gündeme taşıyanlar hala aşırı sağcılar. Eğer sosyalistler ve yeşiller, Macron ve merkez sağ ile koalisyon kurmak uğruna radikal solcu Melenchon’u terk ederse Fransız solunun bir sonraki seçimlerde aşırı sağa karşı birleşme ve barikat kurma kapasitesi sıfırlanabilir. Fransa’yı iki turlu seçim sistemi dahi kurtaramaz.
İngiltere’de ise İşçi Partisi için işler şimdilik yolunda. Fakat seçmen merkez partilerden çepere doğru kaçmaya devam ediyor. Keir Starmer, vergi oranlarından Filistin’e, sağlık sisteminden dış politikaya bütüncül ve makul bir yönetim sergilerken aynı zamanda İşçi Partisi’nin Corbyn’den bu yana kaybetmeye başladığı Müslümanları, solcuları ve gençleri yeniden toparlamak zorunda. Bunu yaparken aynı zamanda aşırı sağın yükselişini beslememek adına mülteci hakları, azınlık hakları gibi konularda merkez seçmenin hislerini de dikkate alması zaruri. Bu dengeyi kurmazsa, İngiltere’deki solun veya merkez siyasetin zaferi de Fransızların “aşırı sağ molası” kadar kısa sürebilir.
Dünyanın endişeyle izlediği Amerikan seçimlerinde ise, Trump’ı durdurma konusunda demokrasi şövalyesi olan Demokratlar işin ucu kendilerine dokununca demokratlıklarını bir kenara koydu. Biden ve ekibi, kendi seçmenlerine, en yakın müttefiklerine, kendi vekillerine rağmen adaylığını dayatmanın peşinde. Trump adım adım Beyaz Saray’a yaklaşırken, Demokratlar Amerikan haklına sunacakları fikirleri, projeler, vaatleri tartışmak yerine anketlere bakarak milimetrik aday hesabı yapıyor: Erkek olsa ne olur? Siyah bir kadın oy alabilir mi? Michigan’ı kazanmak için Midwestli bir aday mı lazım?
Son bir haftada Batı’da yaşanan bu fırtınalı seçimlere bakıldığı zaman da tablo pek değişimiyor. Liberaller, solcular, merkez sağcılar, sosyalistler el ele verip, stratejik hesaplar yaparak “demokrasiyi yok etmek için fırsat kollayan” aşırı sağcıları durdurmak için birleşiyor, barikat kuruyor. Seçmenler sandıklara koşarak “birilerini durdurmak” için oy veriyor. Seçimlerde her geçen gün daha az vaat, gündelik sorun konuşuluyor. Siyaset daha az yapılıyor.
Günün sonunda böylesine bir atmosferde aşırı sağa karşı ancak Pirus zaferi elde ediliyor. Aşırı sağın yükselişi durdurulamıyor, erteleniyor. Aşırı sağ ise, kendisine karşı yedi düvelin minimum siyaset, maksimum panik ile birleşmesini göstererek mağdur edebiyatını, “Onlara karşı biz” söylemini ve sistem karşıtı algısını besliyor.
Evet, aşırı sağ şimdilik ipleri tamamen eline geçiremedi. Fakat dünyanın demokratları, seçimleri kazanmak için halkı ikna etmek zorunda olduklarını hatırlamaz, tekrardan “demokrat” olmaz, siyasete yeniden tutunmaz, dünyada yaşanan sorunlara, gündelik hayat dertlerine kapsayıcı ve inandırıcı çözümler önermez, insanların sadece sandıkta zoraki değil, uzun soluklu koalisyonlarda, mücadelelerde sahici bir şekilde omuz omuza gelmesini sağlayacak heyecandırıcı hikayeler sunmazsa; halı altına süpürülen aşırı sağ bir sonraki seçimlerde daha da güçlenerek sandıktan çıkacak.
Halı altına atılan her dert, sıkıntı gibi, hiç beklenmedik bir anda, tüm korkunçluğuyla. Hem de tek başına. 7 düvele karşı daha da öfkelenmiş bir şekilde.
Starmer’in kendisini “Bana ne Müslüman seçmenin Filistin duyarından” noktasına getiren kibrinden, Macron’un solu aşırı sağla eş tutan kabalığından, Mélenchon’un 70’ler kafası sekter solcu inadından, Biden’in da yapıştığı koltuğundan vazgeçmesi şart. Yoksa halı altına süpürülen korkular, karabasan olup Avrupa’yı vuracak.
İlgilisine öneriler:
- Fransa’daki sol ittifaka ilişkin yazım: https://serbestiyet.com/yazarlar/bulgar-komunistin-vasiyeti-asiri-sagin-topuk-sesleri-fransiz-solu-nasil-birlesti-171516/
- Fransa’daki aşırı sağa ilişkin yazım: https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/fransanin-toksik-aski-asiri-sagci-marine-le-penin-yakisikli-maskotu-jordan-bardella-170667/
- Biden ve yarıştan çekilmesine ilişkin yazım: https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/peki-ne-oldu-da-amerika-biden-ve-trumpa-mecbur-kaldi-172420/
Doç. Dr. Serkan Köybaşı’nın seçim sistemleri üzerine güncel yazısı: https://aposto.com/s/oranli-mi-cogunluk-mu-secim-sistemleri-tercihlerimizi-nasil