Platon’un “Şölen” diyaloglarında Aşk ve felsefe ikiz. “İşe aşkla başlamayan, felsefenin ne olduğunu asla bilemez” diyor zaten. Niyet, himmet böyle olunca, Aşk için de, felsefe için de -üvey de olsa- kardeş durumlardan birisi daha giriyor devreye: Delilik…
Tarih boyunca yaratıların, güçlü duyguların etiketi, iliştirilmiş eşlikçisi zaten… Şölen’de, Aşk ve felsefe “symposion”unda da “öyle delilik” iltifat. Kutsadıkları, yâd ettikleri mitolojideki tanrıların alayı deli zaten. Hiç biri müfredata uygun, aklı başında değil. Bu mevzuda çağdaş bir kurum tasarlasam adı hazır: “Olympos Ruh Sağlığı Merkezi”. Ötekileştirmekten uzak, hem itibarlı, hem de mirası/arkası kuvvetli…
Aşk’ın başköşeye kurulduğu Şölen’de kendi deyişleriyle “felsefenin deliliği sarıyor hepsini”: “Onun felsefi konuşmalarıyla yaralandım, ısırıldım. Bu konuşmalar ne zaman istidatlı bir körpe ruhu ağına düşürse, bir yılandan daha güçlü bir etki bırakır da istediği her şeyi söyletir ve yaptırır ona. Bakın işte Phaidroslar, Agathonlar, Eryksimakhoslar, Pausaniaslar, Aristodemoslar, hatta Aristophanesler; sonra Sokrates -saymaya bile gerek yok onu- ve daha niceleri. Felsefenin deliliği, hatta coşkusu sarmış hepinizi.”
Platon’dan kadına delilik “pırpır”ı
Ruhun cilası, dâhîliğin mertebesi olarak delilik rütbesi, kadından da esirgenmiyor. Kadınların toplumsal, politik hayatta görünür olmasını düşünen ama Erasmus’un deyişiyle “nereye, nasıl koyacağına pek karar veremeyen” Platon da kendince dengeyi onun “delice” özelliklerini öne çıkartarak buluyor. “Erkekten daha zayıf, daha güçsüz” kadının -bu vurgusuyla- en baştan örselediği itibarını bir nebze orada arıyor. Rütbesini “çift pırpır”la çavuşluğa yükseltiyor.
Teoride iki deliyi bir araya getiren Aşk da delilik katına o yüceltisine lâyık olmadan çıkamıyor, deliliğin belirtilerini göstermeden pek kayda alınmıyor zaten. Çorbanın tuzu, tam anlamıyla… Aşkını da, mutluluğunu da bir tür delilik, çılgınlık, delice bir coşku olarak tanımlamak zaten gözde. “Sıradanlık”la göğüs göğüse savaşmak, o rütbeyi gerektiriyor.
Üstelik bunlar bir yere kadar onaylanan, müsamaha gösterilen, hatta gıpta edilen delilik. Rütbesini öyle, bazen kendiliğinden, liyâkatla, bazen de o yönde kışkırtılarak, içi öyle doldurularak kazanıyor. Özünde Aşkî duyguları taşımasa bile apoleti, mankenlerin kıyafetleri değiştirilirken delice, çırılçıplak dans ettiği o vitrinde takılıyor. Dilini de dolaşıma sokulan trendy “Aşk Alfabesi”, “Cümle İçinde Örnekleriyle Aşk Sözlüğü (Yenilenmiş Baskı)” ile kuruyor.
“Normal”i “deli”den yasaklar ayırır
Ama kazın ayağı da var. Tarih boyunca ayak işlerini gören “normal”, “akıllı” insanlar, önlerine koyulan kurallar, sınırlamalar, engeller, hatta yasa(k)larla “deliler”den ayrılıyor. Kuralları yıkan, yasakları zorlayan “aznormal”ler bile “Delidir ne yapsa yeridir” özgürlüğüne sahip değil.
O nedenle Aşk, yasakları yakasına takmayan bir ayrıcalık, özgürlük alanı olarak boy gösterebiliyor, sınırlarını orada zorluyor, hatta aşıyor. Lâkin bir yandan “Âşıktır ne yapsa hakkıdır”la bağışlanırken, diğer yandan da “Aşk bu değil yapma güzel”le suçlanıyor. Önüne sığması gereken kalıplar sıralanıyor.
Eh, “Aşk”ın da gelenekler, kurallar, engeller, yasa(k)larla ne hale geldiği/getirildiği malum. O yüzden tarih boyunca yüceltilen o “Aşk”ı sevgiliye değil de başka bir özneye, “şey”e çeviren tanımların yanında, denetimden geçmiş böyle kalıplara yahut konfeksiyonuna da küçük harfle “aşk” diyorum.
Öyle deliliğin çoğu kez geçici olması, sarınıp sarmalandığı o gömlek çıkınca nekahete geçmesi hastasını pek korkutmuyor aslında. “Şölen”in olmazsa olmazı şarap da “normal”in peşinde bir iksir sayılamaz şüphesiz. Kılavuzu şarap olanın aklı, o patikayla kestirme yolu buluyor. Şölen’in (symposion), bugünün “sempozyum”undan ayırt edici anlamı da zaten birlikte içme, yani “kafayı bulma”.
Günü doğarken karşılayan Aşklar
Şarap Antik Yunan’da âbıhayat. Kaynaklar o dönemde “kahvaltı”nın (akratismos) bile şarap çanağına banılarak yenen arpa ekmeğinden (eşliğinde bazen incir ya da zeytin de olabiliyor) ibaret olduğunu söylüyor. Ayrıca şarap, bal, baharatlar, otlar filan eklenerek “şifa” niyetine de kullanılıyor. Yani gece gündüz ya hey! Bence “Hay babanın şarap çanağına…” deyişi de, -sevimsiz aşk mahsullerini de işin içine katarak- oralardan geliyor.
Şarap eşliğindeki Aşk’ın güne o kahvaltı çanağıyla başlaması bünyeyi, o çanak antenden gelen düşünceyi etkiliyor tabii. Hem gecesi de zaten sabaha eren, günü doğarken karşılayan geceler. Bu da şarabın, hayal gücünün Antik dönemden itibaren düşünce dünyasına etkisini kadehin kristal küresinde, billur kâsesinde de gösteriyor.
Şarap, aşk ve kadeh, Doğu coğrafyasında da felsefî-tasavvufî düşüncenin sacayağı. İran mitolojisinde şarap, “Câm-ı Cem (Cem’in kadehi)” olarak geçiyor. Şarap Cem’in (Cemşid) icadı, kadehi Cem’in dünyayı, varlığın tüm sırlarını gösteren aynası, kristal küresi… Câm-ı cihannüma… Şarap da bütün sırları, düşünceyi aydınlatan bir iksir.
Ötesi… Antik Yunan’da şarap tanrısı Dionysos da o geçici deliliğin, tutkunun, coşkunun, hayal gücünün, kendinden geçmenin kutsal arması. Dönemin düşünürleri de kutsanan o deliliğin ilham veren, farkındalık yaratan, “bilge”yönüne değiniyor. O törensel deliliği, delilik Şölen’ini tanı almış “delilik”ten ayırırken yerine göre daraltıyor/derinleştiriyor, yerine göre o tanımıyla tüm yaratıların alanına genişletiyor.
Aşkı bulsan da, yitirsen de şarap
Çılgınlığın, delice hislerin tezâhürü, o duygu korosunun tezâhüratıyla Aşk bazen “tek bir kere”ye yükseltiyor çıtasını; yüceliğini, ayrıcalığını, kıymetini kendine öyle, emsalsizliğiyle kanıtlıyor. “İlk aşk” o yüzden okuma (yazma) kurdelesi. Lâkin o mertebe öyle yüce, ulaşılmaz ki kiminin hayatındaki, zihinsel terazisindeki karşılığı “Hiç”… Bazen de kendini durma tekrarlayarak varlığını biteviye kanıtlamaya, yenilemeye çabalıyor.
İşte şarap, böyle durumlara, yanılsamalara da teşne, ona yol döşeyen, gaz veren iksirlerden. Aşkı bulsan da, yitirsen de etkili. Yarana merhemiyle pansuman da yapıyor, tuz da basıyor. Onu gururla, fiyakasıyla “façalı” da yapıyor. Havana göre unutmanın, havana göre hatırlamanın suyunu koyuyor Platon’un “Şölen”inde mutlaka seyreltilen şaraba. Sek, susuz şarabı ise Kuzey’deki barbarlar içiyor. Onların aşkı bi değişik. Ama mirası bugün de geçerli.
“Ötede hem şarap olacak, hem de sevgili” diyen filozof, şair Ömer Hayyam da şarabını “derdin avucundan” içiyor. Ama hüznün tadını da ihmal etmiyor: “Dert içinde sevinci bul da yaşa /Dünya dertleri zehir, şarap panzehir /Âşıklar meclisinde yer bulmuşuz birlikte /Dünyanın derdinden kurtulmuşuz birlikte /Öyle dolsun ki seninle içim /Bir bildik görünce beni sokakta /Ne o şarap, nereye böyle? desin.”
Sevmek mi kıymetli, sevilmek mi?
Aşk’ı hiç yaşamadığını söyleyen, felsefesi, sorularıyla diğer konukları terleten, “çekingen” Sokrates bile geçen haftaki “Yaşanmadan yaşanan aşklar” yazımda değindiğim afili konuşmasını bitirirken mevzuyu yine oraya bağlıyor: “Ben kendi adıma aşk işlerini onurlandırır, aşırı derecede yüceltir ve başkalarını da buna teşvik ederim. Şimdi olduğu gibi her zaman Aşk’ın gücünü ve yiğitliğini gücüm yettiğince överim.”
Zira Aşk güzel ya da çirkin oluşuyla değil “kendinde” değerli. Maksat onun değerini anlamak. Biraz açarsak, Ulus Baker’e göre “Sokrates’in bütün derdi; bir şeyin güzel ya da iyi olması için önce bilinebilir olması, noetik olması yani akılla kavranır, anlaşılabilir olması, aktarılabilir, öğretilebilir olması”.
Bu nedenle sevmek,“seviyor olmak, seviliyor olmaktan üstün”, kıymetli. “Çünkü seven kişi sevdiğini bilir, bunun farkındadır; bir sevgiyle duygulanmış olduğunu bilir. Sevilen kişi ise bunu asla bilmek zorunda değildir, bilmediği bir şeye maruz kalmıştır”.
Aşkın inşaatı “birdenbire”sine ters
Gerçi “sevdiğini bilmek” mümkündür de, âşık olduğunu, hele ne’liğini, nasılını, nedenini filan “bilmek”, ayırt etmek her örnekte kolay gelmiyor bana. Lüzumsuz görünse de “Bu aşk mı acaba?” sorusu, bünyeye göre kaygısı ise Aşk’ı baştan yoran, Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Sınavı’na sokan bir şey olsa gerek.
İnsan Aşk’ın şahsına has belirtilerini, delillerini karşısına “şık”lar halinde sıralayan o teste girse, “Hepsi” ya da “Hiçbiri” seçeneğinden gözünü ayıramaz sanki. Ayrıca birdenbire “âşık olmak” yerine “Aşkı yapmak, usulünce inşa etmek”, Antik filozofların da pek mümkün görmediği, “Aşk”ın o olmadığını savunduğu bir durum.
“Sevenin bildiği lâkin sevilenin bilmediği Aşk” da aynı yazımda değindiğim Sokrates’in muhatabına itiraf edilmemiş, ilan edilmemiş aşklarına, hatta daha ötesine, Nâzım Hikmet’in “Tahir ile Zühre meselesi”ne bağlıyor mevzuyu: “seversin -dünyayı- doludizgin /ama o bunun farkında değildir /(…) yani sen elmayı seviyorsun diye /elmanın da seni sevmesi şart mı?”
Platon’un “Şölen”ine âlemci baskını
Neyse… Sokrates kapanış sözlerini söyleyince “Şölen’e katılanların bazıları onu alkışlamış. Tam o sırada, birdenbire avlu kapısına vurulmasıyla âlemcilerinkine benzer büyük bir şamata meydana gelmiş ve bir Aulosçu (flüt benzeri üflemeli çalgı) kızın sesi duyulmuş”.
Vakit gecenin ileri saatleri… Kapı ısrarla çalınmaya devam edince, ev sahibi, şair Agathon uzandığın yerden kalkmadan hizmetkârlara seslenmiş: “Kapıya bakmayacak mısınız? Eğer dostlarımdan biriyse buyur edin içeri, yok değilse ‘Artık içmiyoruz, yatıp uyumak üzereyiz’ deyin.
Çok geçmeden Platon’un sıra arkadaşı, Sokrates’e âşık genç, yakışıklı komutan “Alkibiades’in sesi çınlamış avluda. Fena halde sarhoş ve bas bas bağırarak Agathon’un nerede olduğunu soruyormuş. Aulosçu kız ve diğer hizmetçiler destek olup Alkibiades’i içeri, onların yanına götürmüşler”.
“Ey ayıklar, adamakıllı içmeniz gerek”
Alkibiades’in -baştan davetliler arasında olmasa da- referansı kuvvetli, Sokrates’den… Hemen o da kendini diğer davetliler gibi “sarmaşık ve menekşelerden örülü şık bir çelenk taçlandırmış”. Aynen diyaloglardaki deyişiyle, “ne kadar şerit varsa başına takıp takıştırmış bir halde kapıda dikilip durmuş” ve şöyle demiş: “Selam size yiğitler! Kafayı yeterince tütsülemiş bir adamı kadeh arkadaşı (sympotes) olarak kabul edecek misiniz, yoksa yalnızca Agathon’a çelengini dolayıp gerisin geri gidelim mi?
‘Bakın, dün gelemedim’, diye devam etmiş, ‘ama şimdi şu şeritleri başıma takıp geldim, sırf onları kendi başımdan çıkarıp bilgeler bilgesi, güzeller güzeli bir adamın başına, Agathon’a takmak için. Şimdi açık açık söyleyin bana, bu durumda birlikte içecek miyiz, içmeyecek miyiz?
Bunun üzerine hepsi onu alkışlamış ve içeri girip bir yere uzanmasını rica etmişler. Yatıp uzandıktan sonra demiş ki: Pekala yiğitler! Ayık olduğunuzu görüyorum. İzin veremem size, içmeniz gerek. Böyle anlaşmıştık ya hani. Öyleyse siz adamakıllı içene kadar bu işretin ağası sayıyorum kendimi”.
İçki masasına geç gelenin hâlleri
İçkiyi, şarabı Aşk’ı ta Antik dönemde, yakın tarihteki “kadeh arkadaşları”nı, Hayyam’ı, Neyzen’i bile kıskandıracak “Şölen”lerin başköşesine yerleştiren düşünürlerin fikri-zikri, Edip Cansever’in “Beyaz atlar sulara” şiirini doğrudan getiriyor aklıma: “Odalar! çıplak masalar! buna bir çare düşünmeli. /Bu da bir şarap olmalı şimdi boşluğu dolduracak /İçince bir korsan ağzıyla içmeli”.
Şölen’e geciken Alkibiades’in oturanları gaza, yeniden şarap çanağına getiren çağrısı bugün de muteber. Zaten aşk, şarap, felsefe ve şiir, öyle “Şölen”ler bazen eski-yeni tüm metinleri birbirine benzetiyor, en eskisinin, biriken mirasın izlerini bazen bilmeden sürüyor. Aşkın kanununu yeniden yazmaya da pek gerek kalmıyor o durumda.
Ancak esrikliğin egemen olduğu bir masaya, o muhabbete üç-beş kadeh yani epey gecikmek yaman mesele. Geç kalırsan, “neden sonra”, promili sıfır işret müfettişi gibi gelirsen… Yapılacak üç şey var fikrimce:
1. Hızla o “seviye”ye yetişmeye çalışırsın. 2. İstiap haddin, ağız tadın, keyfin, meşrebin içmeye engelse, o çakırkeyif muhabbetin ortasına ütüsü bozulmamış “normal”liğinin, “bulamadığın kafa”nın ekşiliğini sıkmamak için özen gösterirsin. 3. Olmadı mı? İzin istersin… Alkibiades’in “daha içelim hey, daha içelim hey hey” çağrısı da belki daha kolektif, baştan teşne bir şık(lık).
Sokrates’i içirip baştan çıkarmak
Ayrıca “fena halde sarhoş” Alkibiades, bu çağrısının Sokrates’e olan aşkından, farklı bir niyetten, misal onu içirip baştan çıkarmaktan kaynaklanmadığının altını çizecek kadar da kendinde: “Yiğitler! Sokrates’e oyun oynamıyorum. Çünkü o ne kadar iç derseniz o kadar içer de, asla sarhoş olmaz”. “Bunun üzerine hizmetkârlar çanağı doldurur doldurmaz Sokrates de dikmiş şarabını”… Lâkin Antik metinlerde Alkibiades’in Sokrates’i “içirip şarhoş ederek baştan çıkarma” çabaları da sık göze çarpıyor. Bazı kaynaklara göre bu nafile bir çaba olsa da…
Şölen’deki konuşmasında Aşk’ın bile sağlığa uygununu, muhtemelen “organiğini” öneren Hekim Eryksimakhos ise, “azı karar-çoğu zarar” reçetesini bu mevzuda da devreye sokuyor tabii. “Alkibiades, ne yapıyoruz biz? Sarhoş sarhoş, iki çift laf etmeden ya da şarkılar söylemeden susamış kimseler gibi içecek miyiz böyle?”
Ve topu Alkibiades’e atıyor: “Aç kulağını öyleyse. Sen gelmeden hepimiz, sırayla aşk üzerine konuştuk, kendi fikrimizce onu övdük, yücelttik, sıramızı savdık. Şimdi sıra sende”… “Ama” deyip itiraz ediyor Alkibiades, “Güzel konuşuyorsun da sarhoş bir adamın konuşmasını ayık kimselerin konuşmalarıyla karşılaştırmaya kalkmak eşitliğe uygun olmasa gerek”.
Hekim Eryksimakhos’un çevikliği
Tam o sırada yine bir gümbürtü kopuyor. “Büyük bir âlemci güruhu gelip dayanmış kapılara ve kapıları açık bulup -çünkü o sırada birisi dışarı çıkıyormuş- doğruca onların yanına varmış ve sedirlere kurulmuşlar. Bir şamatadır kopmuş dört bir yanda ve artık düzen kalmadığı için alabildiğine şarap içmek zorunda kalmışlar”.
Bunun üzerine, Aristodemos’un anlattığına göre, başta tabii ki ‘zeki, sağlıklı, çevik, aynı zamanda ahlaklı’ hekim Eryksimakhos hemen çekip gidiyor. Şölen’deki diyaloglardan aynen devamla; “Aristodemos da uykuya dalmış ve geceler de uzun olduğu için uzunca bir süre uyuklamış. Ancak sabaha karşı horozlar öterken açmış gözlerini. Uyanır uyanmaz kimilerinin uyuduğunu, kimilerinin de gitmiş olduğunu fark etmiş.
Bir Agathon hâlâ uyanıkmış, bir Aristophanes, bir de Sokrates ve sağa doğru sırayla büyük bir kâseden içiyorlarmış. Sokrates onlarla laflıyormuş. Aristodemos konuşmaların geri kalanını hatırlamadığını söyledi. Ne de o olsa başını kaçırmış, hem de hala uykuluymuş. Ama dediğine göre, özetle aynı kişinin hem tragedya hem de komedya yazmayı bilmesi gerektiğini ve marifetli bir tragedya yazarının aynı zamanda bir komedya yazarı da olabileceğini kabul etmeye zorluyormuş Sokrates onları. (Tragedya ve komedya hâkimiyeti her mevzuda lazım.)
Sürçü lisan ettiysem, dert değil
Bunları kabul etmeye zorlanır, ama pek de dikkatli takip etmezken uykuları gelmiş. İlk önce Aristophanes uykuya dalmış, gün doğarken de Agathon. Sokrates onları uyuttuktan sonra kalkıp yola çıkmış -kendisi de her zaman olduğu gibi takılmış peşine- ve Lykeion’a gitmiş, aklanıp paklanmış, günün geri kalanını her zamanki gibi geçirmiş; gününü böyle geçirdikten sonra da akşama doğru evine dönmüş ve yatıp uyumuş”.
Ya işte böyle; Serbestiyet’te dört haftadır aktarmaya çalıştığım masalımız da, Platon’un Şölen diyaloglarındaki “mış mış”lar eşliğinde böyle bitmiş. İlk yazımda (Filozofların harika aşk dedikoduları) değindiğim gibi diyalogları -metnin fiil kipine de sadık kalarak- biraz “Bir varmış, bir yokmuş”, masal tadında kurmayı istedim. Hem bir tarihçi yahut filozof kıratında irdelemem mümkün olmadığı için bu yol daha güvenli gibi.
Masalımı biraz “Hım hım”lardan uzak tutmaya, Şölen’in keyfini kaçırmamaya çalışarak anlatmaya çalıştım. Ve Şölen’in, aşk üzerine o rengâhenk, bildik bağnazlıktan uzak “Felsefe Festivali”nin kahramanlarına (Hey babalar!), bu mevzuda saygıda kusur etmemeye… Lâkin “Sürçü lisan ettiysem affola” demeye de dilim varmıyor, zira mevzu Aşk. Orada da sürçme özgürlüğümüz yoksa vay halimize.
“Şölen bitti ne eski heyecan, ne hız”
Masal böyle bittiyse, finalde sıra geliyor tekerlemesine: “Kırk gün kırk gece toy, düğün etmişler; balı kaymağa katıp yemiş, içmiş, muratlarına ermişler. Günlerini gün etmişler ama bir gün gelmiş, onlar da adı akılda kalanlara karışıp, hikâyelerini dillere destan etmişler. Gayrı karardı köz, tükendi söz; gökten üç elma daha düşmüş aşksız kuzulara kol kanat olanların başına… Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…”
Bu “tarih” olamayacak kadar taze Şölen’e, bence Attila İlhan’dan o hüzünlü şiir, o dizelerle Ahmet Kaya’dan bir ağıt da yakışır: “Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız /(…) Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız /Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız.”
YAZI RESMİ: Alman ressam Anselm Feuerbach’ın “Platon Sempozyumu (Ziyafeti)” tablosu (1869). Ev sahibi, şair Agathon, yazımda söz ettiğim sarhoş Alkibiades’i elinde şarap çanağıyla Şölen’e buyur ediyor. Tablonun detayında, şarap kâsesinin yanında elinde tefiyle bir Eros figürü var. Önceki yazılarımda da söz ettiğim gibi Eros zaten olmazsa olmazı Aşk felsefesinin… Feuerbach’ın tasvirinde “Şölen”e “âlem”den gelen Alkibiades, o âlemi, o “kadınları” da yanında getirmiş. Sokrates o curcunaya sırtını dönmüş, eğitimli, kültürlü kızlarla, “hetaire”lerle birlikte. Onları görmezden gelir gibi… Lâkin Platon’un diyaloglarında Alkibiades’in “Adamakıllı içelim” çağrısı üzerine “Sokrates’in şarap çanağını diktiğini”, geceyi uyumadan sabaha erdirdiğini unutmamak gerek. Feurbach’ın canlandırmasında “hetaire”lerden birisi duvarın kuytusuna sinmiş. Aynı karedeki iki konuk da gelenlere ilgisiz.