Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAşklar, nefretler ve fotoğraf hakları

Aşklar, nefretler ve fotoğraf hakları

Fotoğraf aşkın da, nefretin de sureti. Onları tahrif eden, kendince konuşturanlar ayrı âlem. Fotoğraflara, dile koyduğu bariyerler algısına, ufkuna, dünyasına da duvar örüyor. Daralıyor “alan”ı. İfadesindeki, kelimelerindeki “damar darlığı” kalbin de, aklın da, muhakemenin de düşmanı. “Muhabbet”in de… Sevdiği, “doğru”, “güzel” bulduğu fotoğraf “arşivi” de daracık. Rafından aldığı hep bildik, kalıp kareler, semboller dalgalanıyor “mesaj”larında.

Geçen hafta arkadaşları arasında lakabını fotoğrafçılığa tutkusundan alan, çektiği fotoğrafı “arabına”, negatifine baktığı an anlayan Arap’ın hikâyesini anlatmaya çalışmıştım. Dünyaya da en açık alanları koyu, en karanlık alanları açık gösteren arabından bakıyor gibiydi bazen.

Çektiği fotoğraflarla sınırlamadığı ilgisi, o “dünya”ya saygısını da besliyor esasında. “Farklı” fotoğraflara tahammülsüz, hatta tahripkâr davrananlar geriyor onu mesela. Fotoğrafları tahrif etmek ise direkt “ahlaksızlık”, “ağır sahtekârlık” lügatinde.

Arap’ın çocukluğunda, gençliğinde çekilen fotoğrafı değiştirmek, üzerinde oynamak, o karedeki birini, bir şeyi yok etmek zaten zor. Âdetten de sayılmaz. Rötuş stüdyo işi; daha çok kırışıkları, sivilceleri filan maskelemede, renkli fotoğrafa “boyama”yla geçişte yanakları allamada filan kullanılıyor.

Estetik cerrahi desen… Marifetiyle de, “müşteri”leriyle de sınırlı. “Fotomontaj” da her babayiğidin harcı değil. Sonraki yazımda değineceğim gibi kimyası, yöntemleri/teknikleri, maharetiyle önce “sanat”,  sonra “vukuat” o zamanlar.

Fotoğraftan görücülük devrimi

O yüzden fotoğraflardaki sîmâlar aslı gibi. Fotojeni doğuştan malzemeyle… Mizanseni, ışığı-gölgeyi, “plastik” makyajı baştan, çekerken ayarlamazsan fotoğraflar henüz pek (ya da kuyruklu) yalan söylemiyor. O yönüyle “görücü usulü”nün de ziyaretten önceki güvenilir ilk aşaması/yoklaması çoğu örnekte.

O usûle meyledenlerin bazıları fotoğrafa da mesafeli olsalar bile kendi çapında devrim… Tarihte krallar bile uzak yerlerden eşlerini -ressamına emanet- “tablo”larından “tanımış”lar. “The Tudors” dizisine bakılırsa… Altı zevceli İngiltere Kralı VIII. Henry tablosundan beğendiği “Clevesli Anne”yi görünce ressamına az sövmemiş. Sonra da bir yolunu bulup evliliği iptal ettirmiş.

“Yıldırım aşk” dâhil

Bizde, aktarmaya çalıştığım dönemlerde “ne alacağını” en azından fotoğrafından görüyor taraflar. Zaten müstakbel gelin-damadın birbirine daha fotoğrafından ısınmaları, hatta yanmaları da “yıldırım aşk”a dâhil.

Metânet Teyze’nin 30’lu yaşlarındaki (yani biraz geçkin) oğlunun vesikalığını yanında taşıdığını, karşılaştığı her kız anasına gösterdiğini bütün mahalle biliyor misal. Yakışıklı oğlusu “Aynen resimdeki gibi”. Yaşı biraz daha büyümüş olabilir tabii.

“Aynı” fotoğrafın hatırladıkları

Albümdeki fotoğraflar, portreler solsa, rengi atsa da “aslı gibi” duruyor öylece. Lâkin zaman geçince fotoğrafların, çekildiği “an”ın hatırlattığı şeyler değişebiliyor. Bazı kareler “O fotoğrafı çektirdikten sonra…” diye başlayan romanların bile kapağı. Gelip geçtiği, olup bittiği için de hüzün verebiliyor, gelip bir türlü geçmediği için de…

Bazen de o fotoğraftaki insanlardan birini, o fotoğrafın hatırlattığı her şeyi silmek istiyor “insanlık hâli”. Hayatına giren birisinin fotoğrafına da darılmak, yüzüne bile katlanamamak, öfkelenmek, hatta intikamı fotoğrafından almak da mümkün. Belki arkasında bir “aşk, ‘ihanet’, ayrılma” hikâyesi. Öylesi hikâyesi, şiiriyle daha matbû sanki.

“Hoyrat makas”ın kareleri

O fotoğraflardan onu çıkarmak, bir zamanlar baş başa olduğun insanı yok etmek de bugünkü gibi kolay değil. Fotoğrafı tümüyle imha etmeye kıyamıyorsan (“Ben ne güzel çıkmışım” mesela), ya o kısmı komple kesip fotoğrafı dikdörtgenden kareye, “dik dikdörtgen”e filan çevireceksin… Ya da o yüzü çakıyla kazıyacak, makasla fotoğraftan oyacaksın.

Ayıbın, nafile hoyratlığın ise yıllar sonra Metin Altıok’un o müthiş şiiriyle, ardından Sezen Aksu’nun içine işleyen ezgisi, “Ah”ıyla yüzüne vurulacak: “Bedenim üşür, yüreğim sızlar. /Ah kavaklar, kavaklar… /Beni hoyrat bir makasla /Eski bir fotoğraftan oydular. /Orda kaldı yanağımın yarısı, /Kendini boşlukla tamamlar. /Omzumda bir kesik el, /Ki durmadan kanar. /Ah kavaklar, kavaklar… /Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.”

Kıyası müşkül, tahribi zalimlik

Arap’ın gözünde bir fotoğrafın “duygusal tahribi” zalimlik. Derdine çare de sayılmaz. O fotoğrafta görünen, hissedilen, kayda geçen “an” yaşanmış zira. Tahriple temize çekilmiyor. O “an”ın silinmesinde kestirme yol da değil, öyle bir yol da yok belki.

Kendi yaşamından “an”ların fotoğrafları menkul kıymetiyle zaten ayrı hikâye… “Lâkin bakınca yarattığı duyguları anlatmak zor” diyor Arap. Ekliyor, “İtirafı da zor”.

O fotoğrafların, kıymetinin bugünle kıyası da müşkül, hatta tehlikeli. Bazen nostalji böyle âbat olsa da böyle kıyaslar riskli, tarafgir. Gereksiz de esasında; Arap’ın deyişiyle kendini fotoğraflar(ı) ile kıyaslayanlar hüzne mahkûm. Muhakemesi de o hücrede kalıyor bazen.

Fotoğraftan bakan aşklar

Fotoğrafların arasında çocukluğunda, gençliğinde “âşık olduğu” kızlar da var, o “aşk”ı yaşadıkları da mesela. Ona dair duygularının adını aşk koydukları da mevcut, aşktan öte duygular, özenmelerle o bahsi gerektirmeyenler de… Misal sınıfın en hızlı koşan kızına âşıktı bir zamanlar. Saçları da çok güzeldi ama.

Ne kadar çok! Her sınıf, grup fotoğrafından “aşk”ları bakıyor. Bazısı -o “aşk”tan haberi olmadığı için- pek güzel çıkmamış. Hepsine bakıyor tek tek. Okul sıralarındaki “Aşk hikâyeleri” zaman sırasına giriyor kendiliğinden. Hepsi büyük harfle başlıyor.

Arap nasıl âşık olmasın…

İlkokula başladığı sene ışığı kirpiğinin enstantanesinden içine sızan, fotoğrafında daha da esmer duran kızın isminde küçük bir tereddüdü var ama (Belgin mi, Belgün mü?)… İkinci sınıftan Nazlı mesela. Arap bir vesileyle o günün moda cümlesiyle teşekkür ediyor ona: “Thank you very much…” O da tekerlemenin gerisini getiriyor otomatikman: “Al beni Paris’e kaç!” Arap nasıl âşık olmasın…

Birkaç gün geçiyor, elinde “Resimli Atlas” gidiyor Nazlı’nın yanına, atlastan kırmızı kalemle işaretlediği Paris’i gösteriyor. Nazlı o an belki o sevdalı muhabbeti hatırlamasa da aşkına karşılık veriyor. Belli…

Sınıf öğretmenleri de gezilerde, törenlerde onları en öne koyuyor. Yürürken el ele tutuştuklarında ellerini ağızlarına örterek fısıldaşmaları, imalı imalı gülmeleri de hatırladığı fotoğraflar arasında. Aşk çocuklukta da âşikâr.

Çenede-yanaktaki “ben”lik

Yine yıllar öncesinden, bu kez “ergen” bir fotoğraf. Arap’a o fotoğrafını veren kumral kız o günün trendine uygun. İşaret parmağı çeneyle yanak arasındaki o mâhut noktaya dayalı (dudağında olanlar daha çok artist fotoğrafı). Gençliğinin makyajlı döneminde -artık Retro olan- modaya uyarak o noktaya kalemle bir “ben” oturtacak belki. Erkekler işaret ve başparmağını çeneye dayıyor daha çok. “Çenesini tutuyor”.

Genç kız ilk bakışta düşünüyor gibi. Ama gülümseyerek düşündüğü için ifadesi daha da derin. İlgilisinin bakınca aşka dair ipuçları bulması da mümkün.

Ama beden dili yıllar sonra o hâli “eleştirel tarzda dinleme ve derin düşünme” olarak tescil ediyor. Öyleyse müstehzi, muğlak bir anlam da çıkarılabilir bugün. Varsa başka fotoğraflarına bakma zamanı.

Kıyası haksızlık, zalimlik

Onları birbiriyle kıyaslaması, bir bakıma geçen yıllarla kendini kıyaslaması gibi. Haksızlığa da müsait, taraf tutmaya da… Geçen yıllara “milat” bile koyacak, “önce”sini-“sonra”sını hoyratça, zalimce sınıflamaya cüret bile edebilecek yaşta üstelik. Yazık…

Hem hiçbiri “değişmemiş”! Hepsi ebedi gençlikle kutsanmış, “her zaman genç” İskandinav tanrıçası Idunn gibi bakıyor fotoğraflardan.

Çoğunun güncel fotoğrafları yok albümde. Arap da istemedi, peşine düşmedi muhtemelen. Yoksa bulurdu mutlaka bugünün sosyal medya dünyasında. Arkadaşlarına gösterse “Kadınlar erkeklerden daha çabuk çöküyor Arapçım” diyecek Bilgehan.

Fotoğraftan hatırlanan “aşk”

“Öyle kalsın” demiş demek ki. Idunn Şiir Tanrısı Bragi’nin sevdalısı… Skandik efsaneleri fotoğrafta da, Arap’ın şiirinde de öyle kalmalı. Bakınca hoş, öyle duygular vermeli… Yüzünü tutsa o yüze, Arap’ın da fotoğrafı yine genç, güzel çıkacak.

Arap büyüdüğünde çektiği fotoğraflarda da insanların ona verdiği, onda yarattığı duyguları yakalamayı istiyor. Portre sevdası ondan. Heyhat… Zaman geçtikçe sevgileri artık şiirinden çok fotoğrafından hatırlıyor.

Mahzun, “Arap”esk fotoğraflar

Oysa mutsuz, karamsar da sayılmaz “dünya”sında. Melih Cevdet Anday’ın “Fotoğraf” şiiri gibi belki. Hani dört kişi, o, Orhan, Oktay, bir de Şinasi parkta -gencecik- çektirmişler: “Ama ben hiç böyle mahzun olmadım /Ölümü hatırlatan ne var bu resimde? /Oysa hayattayız hepimiz.”

Fotoğrafın dilini de böyle duygularla çözdü muhtemelen. Fotoğraflar da dağarcığını genişletiyor insanın. O dil, o anlatım derinliği fotoğrafın yarattığı duyguları anlatırken de berdevam. Anlamaya, yorumlamaya, anlatmaya çalışırken de dile, kelimelere muhtaç.

Dil ve damar darlığı

İnsanın resimlere, fotoğraflara, “dil”e koyduğu bariyer, gösterdiği özensizlik, algısına, ufkuna, dünyasına duvar örüyor. Daralıyor hayat “alan”ı.  İfadesindeki, kelimelerindeki “damar darlığı” kalbin de, aklın da, muhakemenin, “muhabbet”in de düşmanı. Vicdanın bile…

Fotoğrafları konuşturan o dilin farklı örneklerine toplumda da rastlıyor. Bir kareyi “adlandırır”ken, etiketlerken nasıl karardığına, kirlendiğine yıllar geçtikçe daha çok şahit. Bugün ondan (da) mahzun esasında. Gergin…

Fotoğrafın da, “dil”in de düşmanı

Kimi mezhebine, meşrebine, keyfine uymayan fotoğrafa bile düşman. “Damar darlığı” fotoğraf “arşivi”ni de daraltıyor tabii. Ne zaman “iyi”, “güzel”, “dosdoğru” bir fotoğraf gerekse, rafından, tezgâhından aldığı hep bildik, kalıp, “tepe tepe kullanılmış” kareler, semboller dalgalanıyor “mesaj”larında.

Kiminde fotoğraf gönlündeki, kara, kirli dilindeki nefretin de sureti. O nefretle bir fotoğrafa bakınca (da) başka bir şey görüyor ve o kareyi birkaç kelimeyle de olsa “kendi dili”ne çevirip, pis pis konuşturuyor. Nefretin fotoğraf altı…

Çoluk çocuk, belki denizi ilk kez gören bir ailenin “kıyı”daki mutluğundan, piknikte oynayan çocuklardan bile öfke, nefret üretebilen o dilin örneklerini görüyor her gün. “Öylece”, keyfince denize girenler, eğlenenler de öfke nedeni bazen. Hepsi “başka dilden” konuşuyor zira.

Varlığına bile öfkeli

Diliyle o kareyi bir anda nefrete çevirebilen güruhun onu şaşırtmamasına da hayıflanıyor artık. O güruh onların diline de öfkeli zaten. Duyduğu an hayatında birçok şeye bükük/eğik boynu dikiliyor, sertçe dönüyor o “taraf”a.

Öyle bir dilin varlığına bile öfkeli bazısı. Bir tabelada görse yine şiddet, celal. “Sicil”i fotoğrafları, karikatürleriyle de tutuluyor “çok kısım” medyada. Öğrenip onun kendi dilini konuşunca daha da öfkeleneni, aksanını dibi tutmuş kara mizahına malzeme yapanı da çok.

Başka fotoğraflar da tarzı, tercihi, eylenme/eğlenme biçimiyle başkalarının derdi. Onlar da o fotoğrafları kendi diline, ezberine göre konuşturuyor. İnkisar edip ahir zaman büyücüsü gibi

bedduasının fotoğraf üzerinden gerçekleşmesini bekliyor sanki. “Bırakın, bari fotoğraflarında konuşsun, ‘yaşasın’ insanlar” diye homurdanıyor Arap.

Dilde de “eşanlamlı” zafiyet

Kendi diline yerleşmiş, dilindeki mânâyı zenginleştiren, hatta gündelik dilde “olmazsa olmaz”a dönüşen kelimeleri ayıklamayla seyredeni, nüksedeni de var. Yerine uydurulanlarla derdini anlatma çabası, belki -çok yakındığı- derdini anlatamamasına da etken!

Eğitim sistemiyle, özellikle bu mevzuda “yaygın” eğitimle zaten mâlûl kelime dağarcığı ufkunu da daraltıyor insanın. Kelâmı, kelimesi o “sözcük”lere sığmıyor mesela.

Arapça’dan dile yerleşen, her biri yerinde ağır, hüznü, kederi, elemi, ıstırabı, melâli, yeisi, Farsça’dan gamı, tasayı, “bun” da, “bungun” da karşılamıyor. “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan bir kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanan” “öz” Türkçe de, “Öztürkçe Sözlük” de tek başına kifayetsiz. “ Sokak dili” desen çıkmaz sokak… “Eşanlamlı Sözlük”ler de o derya kelimeler ayıklandıkça, unutuldukça çaresiz.

Dilin melodisi, derinliğini melodisiyle de alan kelimeler yok oluyor bir yandan. Bazısı şapkası düştüğü için köşeli köşeli, kalın kalın dolaşıyor ortalıkta. Hatta farklı anlamda dümdüz volta atıyor. Telaffuzu, yazımı yanlış kelimelerle, yanlış anlamda kullanılanları kol kola.

“Tam bölebileni” kendisi

Elde var o dar yolda geriye kalan gündelik “asal kelimeler” ve bu mevzuda değindiğim o daracık arşivdeki “asal fotoğraflar”. “Kendinden ve ‘1’den başka sayılara böleni olmayan sayılar” misali. “Kendinden başka tam bölebileni olmayan”ın mânâsı bugün ne kadar çok insanı hatırlatıyor. Ne kadar kalabalık…

“Eskiden ‘(cep) fotoraman’lardaki siyah beyaz fotoğraflar, kutucuklar, “baloncuk”larla konuşturulurdu” diyor Arap: “Bugün malzemesi zehirli ‘uçan balon’lar, her yere ulaşan ‘balon’, gerçek olmayan fotoğraflar da sardı etrafı.” Öfkeli…

Haklı… “Fotomontaj”a bile itibar eden, onları pervasızca seçim meydanlarında bile kullanabilen, gerçekleri oyuncağı eyleyen iktidar bu mevzuda kavramları da değiştiriyor, “ölçü”yü de.

“Deep fake” bile ayan beyan “dip ahlaksızlık”ların, fotoğrafları konuşturan derin, sahte, kirli dilin ilkel görüntüsünde, “ilk el”in koyu gölgesinde daha “masum” duruyor neredeyse. Sosyal medyada “fotoğraf yazarlığı” da negatifiyle popüler zaten. Rezaletin o perdesine de gelecek pazar değinmeye çalışacağım.

- Advertisment -