Belki 40 binden fazla insanın hayatını kaybettiği, milyonların evsiz kaldığı bir depremden sonra bunları konuşmak ayıp ve bencillik olabilir.
2002’de Japon İşbirliği Ajansı JİCA’nın İBB ile hazırladığı deprem senaryosuna göre İstanbul’da 60 bine yakın bina depremde çökecek, en iyimser rakamla 80 bin insan hayatını kaybedecek.
Üstelik bu rapor hazırlandığında İstanbul’un nüfusu 8 milyon 800 bindi.
2009’da Kadir Topbaş’ın başkanlığı sırasında hazırlanan senaryoya göre ise en az 51 bin bina ağır hasar alacak, en az 73 bin insan da hayatını kaybedecek.
O rapor hazırlandığında da İstanbul’un nüfusu 12 milyondu.
Bugün en az 16 milyon insanın yaşadığı, 1 milyon 600 bin binanın olduğu bir şehir İstanbul.
Senaryolara göre en az 60 bin ev enkaza dönerken, 200 bin ev ağır hasarlı olacak.
Naci Görür’ün en iyimser hesabıyla en az 100 bin kişi hayatını kaybedecek.
Yüzbinlerce insan yaralanacak. Milyonlarca insan evsiz kalacak.
En iyimser tahminle 60 bin bina yıkılırsa her koca apartmana, o güne kadar sayısı iki katına çıkarsa bile yarım AFAD görevlisi düşecek.
Belki her binaya yarım sivil toplum gönüllüsü, çeyrek de Hintli, Yunan, İsrailli, Ermeni arama kurtarmacı gelecek.
Sadece evsiz kalanlara çadır yeri bulmak için kilometrelerce boş araziye, bu yardım operasyonları için on binlerce görevliye ihtiyaç duyulacak.
Yine senaryolara göre bu sırada şehrin her yerindeki fabrikalarda yangınlar çıkacak.
Doğalgaz boruları patlayacak.
Tsunami dalgaları deniz kenarında yaşayanları vuracak.
En büyük kaybın yaşanacağı tarihi Fatih semtine ikmal ancak deniz kenarından yapılabilecek.
Fatih Camii, Mihrimah Sultan Camii, Ayasofya çökecek.
Ama biz çöken bir şehirde o 60 bin enkazın başında çaresizlik içinde beklerken AFAD başkanı çıkıp, “devletin her yere yetiştiğini” söyleyecek.
Ellerimizle enkazları eşelerken, Zonguldak’tan madenciler, az ötedeki kışladaki askerler Ankara’dan talimat gelmediği için yardımımıza gelemeyecek.
Enkazlarımızdan yükselen kısık sesleri, paslı bürokrasi makinesinin dişli sesleri bastıracak.
Yeni kampanyalar için her gün arayan cep telefonu şirketlerinin vurdumduymazlığı yüzünden enkaz altındaki akrabalarımızın attığı yardım mesajları üç dört gün sonra cep telefonumuza düşecek.
Haluk Levent’e mention atıp vinç isterken, devlet bizim için para toplayan sanatçılarla, Youtuberlarla uğraşacak.
Enkazımızı kazan yabancı yardım ekibini bir manyak tehdit edecek, başka bir manyak işgal kuvvetleri olduğunu yazacak
Yakınlarımızın seslerini enkazların altında duyarken, daha büyük bir ses bize yaşadığımızın dünyadaki hiçbir devletin altında kalkamayacağı, büyük bir tarihi felaket olduğu propagandasını yapacak.
Çeyrek asırdır beklenen depreme hazırlıksızlığın bahanesi yine “asrın felaketi” olacak.
Cep telefonlarımıza resmi başsağlığı mesajları bile düşmemişken, karşımıza soğukkanlı profesyonellerin hazırladığı “Asrın Felaketi, ne yapalım” videoları çıkacak.
Şefkate, teselliye ihtiyaç duyduğumuz saatlerde ekranlara çıkan Cumhurbaşkanı, devleti eleştirenleri azarlayacak ve adlarını not aldıklarını söyleyecek.
Daha cenazelerimiz enkaz altındayken, devlet inşaatlara başlamak için sabırsızlanacak.
Bir an önce enkazları kaldırma talimatı almış kepçe operatörlerine ricacı olurken, cenazelerimizi tek parça almak için dua ederken kendimizi yakalayacağız.
Temiz bir bardak su için bir marketten bir şişe su alırsak yağmacı ilan edileceğiz.
Az ötedeki kenar mahalleden yardımımıza gelen Suriyelilerin kolumuzu kesip altınlarımızı çaldığı yazılacak.
Biz Hayrat Vakfı’nın çorbasını, TKP’nin pilavını yerken ekranlarda yardımımıza ilk koşanların laikler mi dinciler mi olduğu hararetle tartışılacak.
Enkazımızı kaldırmak için vinç ararken, uzak akrabalarımız depremi yapan HAARP cihazını konuşacak.
Daha uzak akrabalarımız ise depremin kaç Hiroşima ettiği haberlerini aile whatsapp grubumuza atıp devleti aklamaya çalışacak.
Apartmanımızın enkazı üzerine biri bayrak dikecek.
Bir başkası işgal edilecek bir şehir kalmamışken işgal planlarından bahsedecek, korkudan şehri terk ederken “demografi bozulmasın” derdine düşmüşleri göreceğiz.
Bütün bu olup bitene kızıp, yanı başımızda canlı yayın yapan bir kanalın mikrofonuna isyan edersek de o anda sesimiz kısılacak. Aslında depremzede olmadığımızı öğreneceğiz, eski tweetlerimiz bulunup FETÖ’cü, PKK’lı ilan edileceğiz.
İsyan edenler ayıplanırken, “Allah devletimize zeval vermesin” diyenler gözleri yaşartacak.
Birileri bizi bırakıp milletimizin dayanışmasını övmelere başlayacak, buradan bile hamasetle kendini kaybedecek.
Elimizdeki son imkanlarla çadır, battaniye için çağrı yaparken, ciğeri üzerine giydiği kaz tüyü mont kadar etmeyen troller yardım çağrılarımızla dalga geçecek, lüks arabalarının kaputlarına vurarak konuşanlar provokatör olduğumuzu söyleyecek.
Daha beş sene önce yapılmış, önümüzde tuzla buz olmuş olarak duran apartmanımız için Cumhurbaşkanı 1999’dan önce yapıldı diyecek.
Suçlu diye önümüze adını bilmediğimiz bir müteahhit atılacak, hıncımızı ondan çıkarmamız istenecek.
Kimse istifa etmeyecek, kimseden istifa etmesi bile istenemeyecek.
Soru sormak için yaklaştığımız belediye başkanı önümüzden geçerken korumaları bizi itekleyecek.
Başımızı sokacak çadır ararken Türkiye’nin geri kalanı televizyonda çadırdaki mutlu ailelerin devletimize teşekkür showlarını izleyecek.
Bütün birikimlerimiz tuzla buz olmuşken, bizim için yardım kampanyası yayınlarında işadamları kendilerini devlete göstermek için yarışacak.
Bir süre sonra herkes bizi bırakacak, kendi aralarında kavga etmeye kaldıkları yerden devam edecekler.
Eğer iktidarda muhafazakâr bir hükümet varsa, İslamcı arkadaşlarımız kafayı birkaç laik gazetecinin yalanına takacak, laik bir iktidar varsa laik arkadaşlarımız İslamcı vakıfların evlenmek için çocuk kaçırdığı haberleriyle ilgilenecek.
İslamcı abiler o günkü dindar Cumhurbaşkanı’nın depremzeler için okuduğu Kuran’la, laik abiler o günkü laik Cumhurbaşkanı’nın İsmet Paşa gibi verdiği pozla mutlu olacak.
İlk üç gün devletin bizi yalnız bıraktığı gerçeği, muhaliflerin kuyruklu bir yalanına dönüştürülecek. Tarih yeniden yazılacak. Biz bile ilk üç gün ne yaşadığımızdan şüphe eder hale geleceğiz.
Geç gelen devletimiz para saçacak, şefkatli kollarıyla bizi kucaklayıp, pışpışlayacak.
15. günde kurulmuş çadırkentin fotoğrafları “devlet nerede diyenler utanır belki” diye paylaşılacak.
15 gün sonra hayat yavaş yavaş normale dönecek. Televizyonlar dizi yayınlarına başlayacak, ünlüler instagram postlarında ihtiyaç listeleri yerine yemek fotoğrafları paylaşacak, siyasetçiler seçimin ertelenmesini tartışacak.
Biz kaybettiklerimizi unutmayacağımız ama bizi unutacaklar.
Deprem ise yine unutulacak. Tıpkı 1939’dan beri meydana gelmiş ve binlerce insanı aramızdan almış diğer tüm depremler gibi…
Tedbirler, hazırlıklar da unutulacak.
Hiçbir iktidar ileride olma ihtimali yüksek bir felakete karşı bugün fazla para harcamak istemeyecek.
Depremden bahsedene ağız tadını kaçıran felaket tellalı muamelesi yapılacak.
Ta ki bir sonraki depreme kadar…
İzliyor musunuz?
İşte bu aynı zamanda bizim de akıbetimizdir.