Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAteşi arayan rüyalar

Ateşi arayan rüyalar

Bütün istediği “sonsuza dek heykel yapmak”... Ama heykel yapması da yasak. Hem kadın, hem de çıplak “insan sureti” yapıyor zira. Ardından insansız, heykelsiz, 30 yıl... Mektubunda çığlık atıyor çifte yoksunluğu: “Bir insan dokunma duygusunu yitirdiğinde ölüyor biliyor musun? Yerine konulamayacak tek duygu bu: Dokunma…” Uzak bakışlı kadınlardan, “keder basınca bilhassa hatırlanan”. Bilhassa hatırlanıyor; heykel deyince de sicilimiz, sabıkamız anı olamayacak kadar taze.

“O eski kadınları bilirsiniz /Keder basınca bilhassa hatırlanan…”

Cemal Süreya’nın beni götürdüğü yerde, hayatımdan gelen geçen, gelip de geçmeyen ya da hayatına yetişemediğim eski fotoğraflarla, o “eski” kadınlarla da dolu bir albüm buluyorum. Bazısı yüzünden, bedeninden önce bakışları yaşlanan kadınlar. Bazısı benden çok genç, silueti eski fotoğrafların arasına karışmış.

Fotoğraflara çocuklukları, ilk gençlikleri sızsa da, çoğu objektife -istemeden- yakalanmış gibi. Eksik fotoğraflar; tebessümü eksik, çocukluğu, gençliği eksik, hayatı, mevsimleri, hatta hâlâ hürriyeti eksik. Tebessümü o ataerkil “stüdyo”laragiremiyor, alınmıyor zaten.  Kahkahası her fırsatta, bahanede sorguda…

Uzak bakışlı kadınlar

Duyduysan, bildiysen, tanıdıysan… Evet, keder basınca bilhassa hatırlıyorsun onları. Öylece duruyorlar fotoğrafta. Ne yandan çeksen hüznü ağır basan sabıka fotoğrafları gibi… Çehreleri, o fotoğrafa bakan herkesi borçlu, mahçup, vefasız, tedirgin kılıyor sanki. Kılmalı…

Uzak bakışlı kadınlar… Devrine, yaşadığı dönemin insanlarına, hatta zaman zaman kendine uzak. Belli, herkese biraz yaban(cı)… Bir şekilde hep “aykırı”. Eski ama bugün de öyle bakan, fotoğrafından hâlâ bakan, gözlerinden, dudaklarının kıvrımından “el” yazısı kaderleri okunan kadınlar. Öncü, asi ama belli kırılgan…

Heykelin bedbaht tanrıçası

Heykelin bedbaht tanrıçası Camille Claudel fotoğrafından öyle bakıyor bana. Başı dik… Claudel 82 yıl önce bugün, 19 Ekim 1943’de öldü. Beklediğinden uzun sürdü ölümü… Otuz yılını geçirdiği akıl hastanesinde, 79 yaşında.

Lacivert olduğunu sonradan öğrendiğim gözlerinde, güzel, seyredilesi yüzünde o uzak bakış, o küskün sitem, yorgun bir başkaldırı. Teslim olunca da bakışlarındaki direnişi yitirmeyen tutsaklar gibi.

Yıllar süren, asla eşit olmayan, iç savaşa da dönüşen bir muharebenin yorgunu… Kendi deyimiyle “Düş gücünden, duygudan, yenilikten, zekâ ürünlerinden uzak, ışığa kapalı tıkanık kafalarıyla, dar görüşleriyle kadın sanatçıyı sömüren, onu ölesiye ezenlere” (¹) esir düşen kadının alabildiğine hüzünlü ama direnişçi bakışı…

Kadının “taş”la mücadelesi

Claudel’in hayatı, kadının yanısıra kadın emeğinin, yaratısının insafsızca sömürülmesinin de hikâyesi. Onun “taş”la mücadelesi, onu yontma, biçimlendirme çabası da kadın mücadelesinin derin metaforlarından birisi gibi geliyor bana. Kadının erkek egemen düzenle mücadelesi öyle.

Claudel kadına biçilen toplumsal role 150 yıl önce, çocukluğunda bile uymayı reddediyor, çamurdan, hamurdan, kanalizasyondan çıkardığı kilden, taştan insan figürleri yapıyor. Duygularıyla mânâ veriyor onlara. Lâkin onun kaidesinde ayağa kalkan o insanlar, o kadınlar ürkütüyor, öfkelendiriyor her türden iktidarı.

O dönemde kadınların Sanat Akademisi’ne girmesi yasakmış, kadının öyle şeylere merak sarması ayıpmış, uygunsuzmuş filan nafile. 17 yaşında Paris’e yerleşiyor. Ama erkeğin gölgesi yine peşinde. Onu bir yıl sonra Rodin’le yakalıyor. Nedense hep bir tür pelerinle tahayyül ediyorum Rodin’i.

Bir kadın mermere bastı…

Rodin’in “erkekler atölyesi”ne başlangıçta aşkın, gençliğinin hüsnü kabulüyle (de) sızan Claudel’in yaratılarının, emeğinin, yeteneğinin, varlığının hep sömürüldüğünü anlatıyor kaynaklar. O ilişki Rodin’in en verimli yılları. Hatta bazı kaynaklar Rodin’in eserlerini “Camille’den önce”-“Camille’den sonra” olarak ayırt ediyor: “Yalnız. Küçücük, mini minnacık kadın, ayağını beyaz mermere bastı ve işte o an tüm sayfa titredi.

Claudel’in “sadece erkeklere mahsus” bir sanat dalındaki eserleri de o koyu gölgede, o sert, köşeli piyasadaki fısıltıların gürültüsünde kalıyor. Bazısı “unisex” homurdanmalar; “Rodin’in tarzından farklı bir şey yapması asla mümkün değil. Rodin yardım etmiş olmalı… Eh! Öğrencisi, sevgilisi zaten”…

Kabul edildiği kadarıyla başarıları da “arkasında Rodin’in olmasına, o ‘dev’ desteğe” bağlanıyor tabii. Destek midir yoksa köstek mi, -ağırlığı ikinci şıktan yana olmak üzere- çok tartışılsa da… Her türden iktidarın ve yamaklarının dili kadına daha sivri, pervasız.

Bakın temsilcilerine 150 yıl önceki ifadeyi, mimikleri, öfkeyi, emanet kibri görürsünüz. “Çirkin kral”ın temize çekilmemiş asıl mânâsı oralarda, o ifadede. Kafa kâğıdında duygusal vesikalığı…

Cinsel-cinsiyetçi sansür

Claudel’in “çıplak figürlü” eserleri cinsel, varlığı cinsiyetçi sansürle kuşatılıyor. O ünlü “Vals ya da Valsçiler” heykelini Kültür Bakanlığı’na satmak istiyor; paraya çok ihtiyacı var. Bronz heykel beğenilmesine rağmen kadının boyu posu, erkeği kavrayışıyla “fazla eşitlikçi” bulunduğu için geri çevriliyor. Onca zaman sonra hakkıyla iliştiği Ulusal Güzel Sanatlar Derneği de zaten “erkekler kulübü”.

On iki yıl sonra yaptırdığı kürtajın da sızısıyla ayrılıyor “kızıl sakalıyla bir cine benzettiği” Rodin’den. Velâkin yıllarca işlenmiş “kötü şöhreti”yle hiçbir yere sığamıyor; erkekler de, kadınlar da rahatsız varlığından. Claudel’in kendi kelimeleriyle yalnızlığı bile itham vesilesi: “Beni yalnız yaşamakla (ah dayanılmaz cinayet!) suçluyorlar…” (25 Şubat 1917)

Erkeğin delisi dâhi o deli

Maddi sıkıntıları sadece “gündelik” yoksullukla değil heykel üretmenin maliyetiyle de kuşatıyor sanatçılığını. Koyu yalnızlığın, “öteki”liğin etkisiyle ruh sağlığı da sallantıda. Madden ayakta durma çabası ayrı travma… Ailesi ve Rodin’in de “desteği”yle onu 1913’de akıl hastanesine kapatıyorlar. 49 yaşında…

Erkek sanatçının “deli”sinin dâhi, “zor” kadının ise sadece deli sayıldığı devirler. Yine güncel bir mevzu yani. Kapatmak eskisi kadar kolay olmasa da, etrafına duvar örmek zor değil. Punduna gelirse içeri de atıyorlar “aykırı” aklı. Anında… Tahkimatı şiddetten, güçten cepheler, her çığlığına her meydanda taşınabilir barikat… Hep ateşten çember. İzliyoruz.

“Ateş” sadece rüyasında

“Bir kadın oturmuş ateşi seyrediyor, biçare kız kardeşimin son heykellerinden birisinin konusu bu (“Ateşin yanında rüya” heykeli, 1902)… Ruhumu hatırladığım anlarda onu böyle canlandıracağım… Oturmuş ateşi seyrediyor. Kimsesi yok. Herkes ölmüş veya aynı şey…” Kardeşi Paul Claudel “La Rose et le Rosaire” kitabında Camille Claudel’i böyle tanımlıyor.

Claudel, hayatının tam 30 yılını Montfavet Avignon  (Montdevergues) Akıl Hastanesi’nde geçiriyor. “Ateşi seyreden kadın”, o hastanede 19 Ekim 1943’de yapayalnız ölene kadar hep bir şöminenin, artık sadece onun hatırlattığı sıcaklığın hasretini çekiyor.

Orada o şömine, o ateş, o sıcaklık yok zira: “Villeneuve’de şöminenin yanında olmayı öyle çok isterdim ki… Ama ne yazık ki olamayacak. Montdevergues’den hiç çıkamayacağım bu gidişle. İşler iyi gitmiyor…”

Hep çok üşüyor, ruhen de, bedenen de… Turgut Uyar’dan mülhem, “çok üşüyor, hep üşüyor, üşümek bütün yaşadığı”… Odası bile bomboş, hiçbir şey yok. Mektubunda şöyle anlatıyor; “Ne pufla bir yorgan, ne bir temizlik tası, hiçbir şey… Çirkin bir oturak, çentik içinde çirkin bir demir yatak. Ben ki demir yataklardan nefret ederim… Gece boyunca tir tir titriyorum.”

Soğukta “ruh üşümesi”

“Avaz avaz özgürlük istediği” mektuplarında Akıl Hastanesi’nde yaşadığı ayazın sadece “ruh üşümesi” olmadığını, iliklerine kadar yayıldığını defalarca görüyoruz: “Sana yazmakta çok geciktim, ama o kadar soğuktu ki zorlukla ayakta durabiliyordum. Herkesin oturduğu salonda yazamıyorum, küçücük, ısıtmayan bir ateş, büyük bir gürültü.

İkinci kattaki odama çıkmak zorundayım, orası da o kadar soğuk ki parmaklarımın ucu uyuşuyor ve kalem tutamıyorum. Bütün kış ısınamadım, iliklerime kadar donuyorum, soğuk beni ikiye bölüyor. Çok nezle oldum.

Dostlarımdan biri Fenelon Lisesi’nde öğretmenken kendini burada buluvermiş, yatağında soğuktan ölü bulundu. Dayanılır gibi değil. Montdevergues’in soğuğunu anlatamam. Ve yedi aydır tam anlamıyla sürüyor…” Mektubunun altına “Sürgündeki kızkardeşin C.” imzasını atıyor hep.

“Elinin hamuru” da yasak

Oysa bütün istediği “sonsuza dek heykel yapmak…” Hayatı boyunca bu cümleyi kuran Claudel’e heykel yapması yasak. Eline o hamuru alması bile… O pek sevilen “elinin hamuru” deyimi onda nefret gerekçesi.

Sonrası insansız, heykelsiz, hiçbir şeysiz 30 yıl. Mektubunda çığlık atıyor çifte yoksunluğu: “Bir insan dokunma duygusunu yitirdiğinde ölüyor biliyor musun? Yerine konulamayacak tek duygu bu: Dokunma…”

Taş olursun taş, taşlanırsın…

Soruyor biteviye, “Bu kadar yalnız kalmak için ne yaptım?”… “Heykel yaptın be kadın, elinin hamuruyla, kadın gözünle ‘insan sureti’ yaptın. Daha ne yapacaksın?” derler değil mi… Kadına yasakken sanat akademisinin kapısına dayandın, sanat yaptın. Taş olursun taşTaşlanırsın

Halen öyle diyarlara komşu memleketimde bile öylesine bir mecaz değil. Heykel deyince de sicilimiz, sabıkamız hem kadim, hem de anı olamayacak kadar taze. Yazmıştım vaktiyle, 2007’de MHP’li Kemer Belediye Başkanı’nın “ahlâka mugayir” bulduğu “Aşk Yağmuru”  heykelini kaldırtırken gerekçesi de yazılı bu tarihte:

Kırk kişilik vatandaş grubu geldi, sökmezsek heykeli taşlayacaklarmış…” Kadını usulüyle recmedemeyince, heykeldeki suretini taşlama güdüsü mü demeli. Heykeltıraşı Zafer Sarı’nın cümlesi kalıyor geride: “Saddam heykeli gibi eserimin de boynuna ip geçirip söktüler…”

Tıbben eve dönebilir ama

Hükmünü “tanı almış” bir akıl hastalığından almayan Claudel, öyle bir rahatsızlığı yansıtmayan, duygularını çarpıcı, düzgün, insanın içine vuran satırlarıyla net olarak anlatan mektuplarında da umutsuzca özgürlüğünü istiyor hep. 30 yıl boyunca, her satırında…

Kaynaklar doktorlarının “düzenli olarak” Camile’in eve dönebileceğini belirtmesine rağmen başta annesi olmak üzere ailesinin bu öneriyi kabul etmediğini de yazıyor. Rodin zaten kendi “âlem”inde… “Dost”u, tek mektup arkadaşı Paul Claudel’in ablasını 30 yıl boyunca sadece yedi kez ziyaret ettiğini de öğreniyoruz. “Dört yılda bir” mi oluyor?

Yaşarken gömülen Lady

Fransız besteci Claude Debussy onu  “Camille ayakta, görünüşte sevecen ama hayaleti andırıyor. Siyahlar içinde, erkeksi, benzi soluk, mor halkalar, koyu giysilerinin içinde solgun, çok solgun” satırlarıyla tanımlıyor.

Claudel’i  Edgar Allan Poe’nun “Usher Evinin Çöküşü” öyküsündeki Lady Madeline’e benzetiyor. Hekimlerin aciz kaldığı hastalığı nedeniyle ikiz erkek kardeşinin ve erkek arkadaşının şatonun bir zamanlar zindan olarak kullanılan mahzenine diri diri gömdüğü Madeline’e… Claudel’i de erkekler taş bir zindan mezarın, hatta yaşadığı yüzyılın içine diri diri gömüyor.

“Kendine ait bir oda”

Erkeğin sanatının kadına gölgesi, öldükten sonra da Claudel’in peşini bırakmıyor. Claudel’in eserleri sekiz yıl öncesine kadar Rodin Müzesi’nde ona ayrılan bir odada sergileniyor. Buyurun, Rodin’in evinde, onun bodrumunda “kendine ait bir oda”!

Şimdi o heykellerin yarısına yakını Paris’in 100 kilometre uzağında küçük bir kasabada da olsa kendine ait bir müzede. Yazıktır ki o müze anca 2017 yılında, küçük bir kasabada kendine yer bulabiliyor.

“Kendine ait” boş mezar

Mezarı da hâlâ sürgünde, semti belli kendi kayıp… Zira öldüğünde üzerinde sadece bir haçla Montfavet Mezarlığı’nın akıl hastanesine ayrılan bölümüne gömülüyor. Cenazesine ne annesi, ne de kardeşleri, ne de bir “tanıdık” katılıyor. Bir rahip, iki rahibe… O kadar. Yine kimsesiz.

Yıllar sonra mezarının nakledilmesi talebine Mezarlıklar Müdürlüğü’nün karşılığı da hazin:  “Sanatçı 21 Ekim 1943’de hastaneye ayrılan bölüme gömülmüştür ancak arazi istimlak edildiğinden mezarın kaybolduğunu size üzüntüyle bildiririz.” O kadar…

Bedeni bulunamadığı için temsili, boş mezarında “Heykeltraş Camile Claudel Montdevergues’de 30 yıl alıkonduğu tutsaklığından sonra 21 Ekim 1943’de buraya gömüldü” yazıyor.

Bahçemdeki heykeller

En büyük, en bencil, en hayal hayallerimden birisi, bahçemizde bir dolu insan figürlü heykelin olması. Bire bir boyutta, taş heykeller… Mutluluğu, hüznü, acıları, duygularıyla, o “an”da donup kalmış ama zamanını, hayatını bugüne de taşıyan usta işi heykeller.

Gündüzü-geceyi, yağmur damlalarını, bazen buz kesen hayatı onların yüzünden, siluetlerinden de izlemeyi istiyorum. Mevsimleri… “Bir ağaçlar, bir de onlar ayakta” diyeceğim ama o bile lafügüzaf çeyrek asırdır.

“Yıllar bir gözyaşı olup da kaymış /Bu eski heykelin yanaklarında. /Yapraktan saçını yerlere yaymış, /Sonbahar ağlıyor ayaklarında. /Süzüyor ufukta bir kızıl yeri /İçi karanlıkla dolu gözleri. /Alnında akşamın ince kederi, /Sessizliğin sırrı dudaklarında. /(…) Bir ıssız bahçenin uzaklarında…” (²)

İlahî hırsız gönül!..

Hangisi hangisinin nedeni-sonucu bilemiyorum ama karşılaştığım öyle heykellere, birebir insan figürlerine selam veresim gelir bazen. Mesela Kızılay’da polisin bir yıldan fazla ablukaya, “kafes”e aldığı “İnsan Hakları Heykeli”. Aynı bölgede kolu, kafası “kırılan”, depolarda sürgüne yollanan heykeller… Çalıp bahçeye götüresim, bugünkü “kaidesi”nden azat edesim gelir. İlâhî hırsız gönül! Neler çalarsın da kimsenin haberi olmaz.

Not: Bu yazımı bazı dokunuşlarla beş yıl önce Serbestiyet’te yayınlanan “Ateşi seyreden kadın”dan aldım. Zamanı yine gelmişti.

(¹) Camille Claudel’in mektuplarından aktarılan bölümler, Anne Delbee’nin “Bir Kadın” kitabından.

(²) Necip Fazıl Kısakürek, “Heykel”.

YAZI FOTOĞRAFI: Fotoğrafta sağ üstte Camille Claudel’in 1902’de yaptığı “Ateşin yanında rüya” heykeli. Sağ altta Rodin’in 1889’da yaptığı “Acı heykeli” olarak da tanınan “La Danaid”. Yüzünü taşa gömen, omuzlarının, çıplak sırtının kaslarında sanki çektiği acının, gerginliğin, altına girdiği yükün, çektiği eziyetin ağırlığı hissedilen bir kadın.

- Advertisment -