Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAteşkes, NATO ve biz

Ateşkes, NATO ve biz

Trump’un hışmına uğramamak için alışılmıştan çok daha kısa tutulmuş olan sonuç bildirisinde NATO’ya ve özellikle saldırı halinde üyelerin birbirlerinin yardımına koşacaklarına ilişkin Beşinci Maddeye bağlılık ifadesinin yer alması ve buna Trump’un itiraz etmemesi zirvenin ve Genel Sekreterin başarı hanesine yazıldı. Bu konu böylecene en azından bir süreliğine kapanmış sayılmalıdır.

Geçtiğimiz hafta beklenmedik bir gelişmeyle açıldı.  ABD’nin hafta sonu İran nükleer tesislerini hedefleyen saldırısı İran’ı hiç değilse geçici bir süre için çökertti. Bazı sözde uzmanların tahmininin aksine kıyamet senaryoları gerçekleşmedi, İran ne Hürmüz Boğazını kapattı ne de bölgeyi ateşe verdi. Öyle yollara tevessül etmiş olsaydı zaten başta Çin olmak üzere ona yakın olan ülkeleri karşısına alarak intihar etmiş olurdu. Katar’da 10.000 kadar Amerikan askerinin konuşlu olduğu Udeid üssüne cılız bir saldırıda bulundu.  Ancak tansiyonun daha da artmasını hedeflemediği için önceden Katarlılara ve onların vasıtasıyla ABD’ye saldırının yapılacağını ve tedbirlerini ona göre almaları gerektiğini bildirdi. Neticede saldırı herhangi bir can ve mal kaybına ulaşmadan sonuçlandı.  Saldırıdan ancak birkaç saat sonra ABD Başkanı Trump, iki tarafı ateşkese davet etti.  Bu ateşkesin İran tarafından ihlal edilmesi, İsrail’in de cevap vermesi üzerine küplere bindi ve her iki ikisine tehditler savurarak ateşkese uymalarını sağladı.  Olayı basına anlatırken her ikisi için ağır küfürler kullanması dikkatleri çekti.  Arkadan NATO Genel Sekreteri Rutte’nin ona yolladığı ve hem başarılı İran saldırı harekâtı hem de NATO zirvesi öncesinde istediği şekilde tüm üyelerden askeri bütçelerini milli gelirlerinin %5’ine çıkarmaları konusunda İspanya hariç varılan mutabakat için aşağıdan alan ifadelerle gönderdiği kutlama mesajını Trump yayınladı.

İran’a saldırının etkilerinin ne olacağı, ateşkesin kalıcı olup olmadığı haliyle belli değil.  Genelde yapılan tahminlerde Fordo başta olmak üzere diğer nükleer tesislerde meydana gelen tahribat uranyum zenginleştirmesi için gerekli santrifüjlere büyük zarar verdiği, zira bu son derece hassas cihazların her ne kadar yer altında derinliklerde bulunuyorlarsa da 13,5 tonluk bombaların yarattığı toz ve titreşimlere dayanmamış olacağı, ülkenin karşılaştığı ve muhtemelen daha da sıkılaştırılacak olan yaptırımlardan dolayı yenilerinin devreye girmesinin kolay olmayacağı,  dolayısıyla İran’ın elindeki %60 zenginlikteki uranyumu en azından bir süre bomba imali için gerekli %90 oranına çıkartacak güce sahip olmayacağı iddia edilmektedir. Bunun böyle olup olmayacağını zaman gösterecektir.  Trump şimdiden zenginleştirme emarelerine rastlanırsa yeni saldırılardan çekinmeyeceğini açıklıyor.  Ancak Batı ülkelerinin de ABD ile aynı yoldan giderek İran’ın şimdiye kadar kabul etmediği şekilde zenginleştirmeden tamamen vazgeçmesi taleplerinde ısrar etmeleri ve bunu sağlamak için bir ara gevşemiş olan yaptırımları tekrar yürürlüğe koymaları halinde İran’ın işi zor olacaktır.

Diğer taraftan İran’ın mutlak hükümdarı Hameney belki ilerlemiş yaşı, belki de sağlık sorunları veya başka nedenlerle yetkilerini İsrail’in öldürdüğü Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) komutanların haleflerine devrettiği de iddia edildi. Bir kapalı kutu olan İran’da bu iddiaların doğru olup olmadığını bilmek imkânsız.  Yapılan yorumlarda yeni komutanların eskilerinden daha da radikal ve saldırgan olabileceklerini söyleyenlere rastladım.  Ancak tarihte komutanların içinde bulundukları savaşı kazanamayacaklarını anladıklarında ağır şartlarda da olsa barışa razı olduklarının örnekleri var.  Bu ihtimali göz ardı etmemek lazım.

Neticede bu durum Trump için gerçekten bir başarı sayılmalıdır.  12 gün devam eden ve bölgeyi ateşlemesi ihtimali çok büyük olan savaşı bir zar atışıyla sonlandırdı.  37 saat durmadan uçan ve dünyanın en güçlü bombardıman uçaklarıyla yine en güçlü bombalarını İran’ın üstüne atarak ülkeyi dehşete düşürdü.  1945’te Hiroşima ve Nagasaki’ye seleflerinden Truman’ın attığı atom bombaları nasıl Japonya’ya diz çöktürmüşse, en azından geçici bir süre için İran için de aynı neticeyi elde etti.  Kendisi de bunu böbürlenerek söyledi. İstisnai olarak da olsa bu defa doğru söylediğini kabul etmek gerekir.

Üstelik bunu yaparken ülkemiz de dahil, tüm dünya seyirci kaldı.  Rusya ve Çin cılız tepkilerde bulundu, ancak ikisi de İran’ın yardımına koşmaktan çekindi.  Petrolünün en büyük bölümünü İran ve Körfez ülkelerinden elde edilen Çin, Hürmüz Boğazının İran tarafından kapatılmamış olmasından memnuniyet duymuştur. Rusya başlıca gelir kaynağı petrolün fiyatları çok kısa bir süre yükseldiğinde memnun olmuştur.  Birkaç saat içinde düşünce üzülmüştür.

Bize gelince geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi iktidarın ılımlı tepkisi, ABD’nin İran’a saldırısını kınamaması doğru davranış olmuştur. Ancak ülkemiz bu kriz sırasında da coğrafi konumunun özelliğine rağmen seyirci kalmıştır.  Diplomaside güven ve diyalog en önemli gereklerden biridir.  İsrail ile tüm diyalog imkanlarını kopartmış olan ve çizdiği zigzaglardan dolayı güven de telkin etmeyen iktidarımızın Orta Doğu ile ilgili ihtilaflarda herhangi bir rol oynayamayacağı yine görüldü. Gerçi bu konuda yalnız değil.  Avrupalıların da aynı konumda olduklarını bu defa da gördük.  20 Haziran günü Birleşik Krallık, Almanya ve Fransa Dışişleri Bakanlarının İranlı karşıtlarıyla yaptıkları görüşmede İranlı karşıtlarını uranyum zenginleştirmesinden vazgeçmeye ikna edemediler.  Sonrasında da sık sık görüldüğü gibi olaylar karşısında tek sesle konuşamadılar.  Başbakan Starmer ABD’ne destek verip sadece ülkesinin bu saldırıya katkı vermediğini söylerken, Macron ABD’ni hukuksuz bir eylemde bulunmakla suçladı.

Hukuka uygun olsun veya olmasın, Trump yine istediğini yaptı.  Geçen hafta da belirttiğim gibi saldırı ABD’nin dünyanın tek süper gücü olduğu tartışılmaz bir şekilde tüm dünyanın gözünün içine sokula sokula ispatlanmış oldu.  Trump da bu başarısının etkisiyle kibrine kibir ekledi.  Rutte’nin mesajının da gösterdiği şekilde bundan sonra onunla temas edecek liderler galiz küfürlerle karşılaşmak istemiyorlarsa konuşmalarında aşağıdan alarak ona tabasbus yapmaları gerekecektir.  Lahey’e giderken uçakta gazetecilerle yaptığı sohbette Putin’in kendisini aradığını ve İran konusunda yardımcı olmayı teklif ettiğini, cevaben de İran konusunda değil, Ukrayna konusunda Putin’in yardımına ihtiyacı olduğunu söylediğini aktardı.  Kendi egosunun da bir hayli kabarık olduğu bilinen Putin’in bu söze cevabının ne olduğunu bilmiyoruz. Trump ile görüşecek devlet ve hükümet başkanlarının bu tür aşağılamalara muhatap olmaları korkarım bundan sonra olağan olacak sanki. Cumhurbaşkanının NATO Zirvesi münasebetiyle aynı zamanda bulundukları Lahey’de Trump ile 23.30’da başlayan ve kısa süreceği için bayraklarla donanmamış olan Kraliyet Sarayının bir salonunda yapılan görüşmede S400, F35, SDG, Hamas, İsrail gibi hassas konulardan uzak durulmuş olması ve tarafların birbirini incitecek ve tepki gerektirecek şeyler söylememiş bulunması isabetli olmuş.  Birbirlerini ülkelerini ziyarete davet etmemiş olmaları, yeni ve daha kapsamlı bir görüşmenin planlanmadığını göstermektedir.  Bu da bence iyi olmuştur.  Trump’un Oval Ofiste kabul ettiği karşıtlarının bazılarına çektiği fırçalar malum.  Üstelik İran’a saldırı ve ateşkes başarısından sonra iyice coşmuş olduğu her hareketinden belli olan Trump’a alışmaya başladığı tabasbus yapılmayacaksa ondan uzak durmakta fayda var.

Gelelim NATO Zirvesine.  Bilindiği üzere Trump’un ve yönetiminin NATO’ya bağlılığı Beyaz Saraya geri dönüşünden sonra iyice şüphe konusu teşkil etmeye başlamıştı. Başlıca iddiası ABD’nin artık Avrupa savunmasında başat rolünü oynayamayacağı, başka öncelikleri olduğu, Avrupalıların kendi savunmalarına daha fazla kaynak ayırmaları gerektiği yolundaydı.  Gerçi şu ana kadar sayıları 80.000’i bulan Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki ABD askerlerinin sayısını azaltacağına dair bir açıklaması olmadı.  Avrupalılara savunma bütçelerini milli gelirlerinin mevcut hedef olan %2’den %5’e çıkarmaları şartını koydu.  Bu şartı da İspanya hariç ülkemiz dahil tüm NATO ülkeleri kabul etmiş oldu.  Buna göre üye ülkeler 2035 yılına kadar milli gelirlerinin %3,5’ünü doğrudan askeri harcamaya, %1,5’unu da savunmayla ilintili alt yapı harcamalarına ayırmayı taahhüt ettiler. Bir tek İspanya bu yükümlülüğü üstlenmemiş, Trump de olumsuz olarak gördüğü bu tutumun bedelini İspanya’ya ticaret müzakerelerinde ödeteceği tehdidini savurmuştur.   Ülkemizin itiraz etmediği anlaşılan bu taahhüt iktidar için yıllık savunma harcamalarını takriben 20 milyar dolardan, 50 milyar ve daha fazlasına çıkarmak anlamına gelmektedir.  Zaten epey açık veren bütçeye ilave bir yük bindirilmiş oldu.  Başka ülkelerde %5 hedefi epey iç tartışmalara yol açmışken ülkemizde hiç söz edilmemesi dünyadan ne kadar kopuk bir şekilde   yaşadığımızın bir ilave göstergesi sanırım.

Ancak Trump’un hışmına uğramamak için alışılmıştan çok daha kısa tutulmuş olan sonuç bildirisinde NATO’ya ve özellikle saldırı halinde üyelerin bir birlerinin yardımına koşacaklarına ilişkin Beşinci Maddeye bağlılık ifadesinin yer alması ve buna Trump’un itiraz etmemesi zirvenin ve Genel Sekreterin başarı hanesine yazıldı.  Bu konu böylecene en azından bir süreliğine kapanmış sayılmalıdır.

Bu arada AB 29 Mayıs’ta yürürlüğe giren yeni silahlanma stratejisi (SAFE) uygulamasına başladı.  İlk AB dışı anlaşma Birleşik Krallıkla yapılmıştı.  Bu hafta Kanada ile bir anlaşma yapıldı.  Ülkemiz ile bir anlaşma üzerinde çalışılıyorsa bundan kamu oyuna bilgi verilmedi.  Ancak öyle anlaşılıyor ki bu anlaşmalar AB tarafında oybirliği gerektiriyor.  Bu da iktidarın bu yoldan gitmek istemesi halinde Yunanistan ile bizim GKRY olarak tanımlamakta ısrar ettiğimiz Kıbrıs’ın bir şekilde onaylarını almak gerektirecektir ki, bu haliyle imkân dışıdır.

Belki bu yolun kapalı olduğunu düşündüğü için, belki de başka nedenlerle iktidar uzunca bir süredir sakin olan Doğu Akdeniz sularını köpürtmeye karar verdi. TPAO ile Libya makamları (ancak Trablus mu Bingazi mi çok açık değil) arasında tartışmalı sularda araştırma anlaşması yapıldı.   AB tepkisi gecikmedi.  26 Haziran tarihinde yapılan son zirve sonuç bildirisinde bu anlaşmanın dayandığı 2019 tarihli Mutabakat Zaptına atıfta bulunularak bu metnin üçüncü ülkelerin (yani Yunanistan) egemenlik haklarını ihlal ettiği, bu nedenle onları bağlamadığı, ayrıca uluslararası deniz hukuku kurallarına da aykırı olduğu ifade edildi. AB’nin de çeşitli metinlerinde takdirle karşıladığı birkaç yıl süren ihtiyatlı politikanın neden şu sıralarda bozulmasına ihtiyaç duyulduğunu bilmeye imkân yok.  Ancak bu gelişmeler AB’nin yeni atadığı Kıbrıs Özel Temsilcisi, eski Genişleme Komiseri Johannes Hahn’a KKTC Başkanı Tatar’ın randevu vermeyi kabul etmediği haberiyle birlikte okununca, Ankara’da AB ile gerilimi yeniden arttırma iradesinin işaretleri gibi görülebilir.  Gerçekten öyle bir niyet varsa amacın ne olduğunu bilemiyorum.  Ancak neticesinin henüz Alman hükümeti ile Parlamentosunun onay almadığı Eurofighter, hatta belki de ABD’den F35 satışlarıyla epeydir lafı edilmeyen F16 modernizasyonu projelerine zarar vermek olacağına şüphe yok.  Belki de iktidar bu projelerin gerçekleşmeyeceğini anladığı için içeride puan kazanmak amacıyla AB ile sertleşme yolunu tercih ediyordur.  Gündemden düşmeyen ancak çözümü için AB’ne dokuz yıl önce zamanın Başbakanı Davutoğlu tarafından verilen tüm taahhütlere rağmen Ankara’da hiçbir gayret harcanmayan ve yılan hikayesine dönen vize sorunsalı da belki böyle bir politikanın aletidir. Öyle ise iç politika ile dış politikanın birbirleriyle karıştırılma hatasının yapıldığına yeniden şahit oluyoruz.     

- Advertisment -