Avrupa Parlamentosunun 2021 Türkiye Raporu, 7 Haziran 2022 tarihinde Parlamento Genel Kurulunda kabul edildi. Türkiye’de pek az ilgi uyandıran bu rapor hakkında “Serbestiyet” muhabirlerinden Onur Erkan gayet ayrıntılı bir özet hazırlayıp yayınladı. Konu ile ilgilenip, 28 sayfalık raporun tamamını okuma vakti bulamayan kişilerin Onur’un bu yazısına göz atmalarını tavsiye ederim.
Aslında Raporun iktidar medyasında fazla ilgi uyandırmamış olması şaşırtıcı değil. Bu tür raporlar, ki bunlara AP raporunun dayanağını teşkil eden Avrupa Komisyonunun devrevi raporlarını da dahil edebiliriz, birer fotoğraf veya ayna olarak tanımlanabilir. Fotoğrafın parlak olmaması iktidar sahiplerini ve ona bağlı medyayı raporu moda tabirle “yok saymaya” yönlendirmesi gayet doğaldır. Nitekim Dışişleri Bakanlığı ile AKP Sözcüsü benzer ifadelerle bu yorumu yapmıştır. Ancak muhalif medyanın da konuya ilgi göstermemiş olması ve fotoğrafın olumsuz yönlerinden iktidarın büyük ölçüde sorumlu olduğuna dikkat çekmek istememiş olması ayrıca ilginçtir. Belki başka izah tarzları vardır ama bu davranış, Türkiye ile AB arasındaki mesafenin ne kadar büyüdüğünün göstergelerinden biri sayılmalıdır.
Rapor çeşitli nedenlerle Türkiye’de hak ettiği ilgiyi görmemiş olabilir ama AP’nin rolü özellikle Avrupa Birliği 2009 Lizbon Antlaşmasından sonra vazgeçilmez bir ağırlık almıştır. AB üyeleri ve Komisyon Parlamentonun onaylamadığı hiçbir şeyi yapamaz olmuşlardır. Dolayısıyla Parlamentonun rızası olmadan Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin normalleşmesi maalesef mümkün değildir. İktidarın artık öyle bir hedefi olmadığı son haftalardaki gelişmelerden sonra daha da açık bir şekilde görülür olmuştur. Suhuletle ve diplomasi yoluyla çözülebilecek sorunların üzerine borazanla gitme yolu tercih edilmiş, dış politika amaçları terk edilerek her olayın içeride milliyetçi duyguları kamçılamak için kullanılması yolu tercih edilmiştir. Bu yolun da aslında arzu edilen neticeyi verdiği, muhalefet partilerinin buna karşı herhangi bir şey yapmamalarından, halkı aydınlatmak ve gerçekleri izah etmek gibi bir teşebbüse girmemelerinden belli olmaktadır. 6’lı masa olarak adlandırılan muhalefet partilerinin Mayıs ayında yayınladıkları bildiride AB’yi sadece üç kelime ile (AB perspektifine odaklanacağız) geçiştirmiş olmaları aslında üyelik hedefinin gündemlerinde olmadığı intibaını vermektedir. 6’lı masayı oluşturan partilere bakınca bu da pek şaşırtıcı gelmemektedir.
Yine de günün birinde gelecek bir iktidarın AB ile ilişkileri tam üyeliğe değilse dahi normalleşmeye doğru götürmek isteyebileceği ihtimaline binaen bu raporun olmazsa olmazlarına göz atmakta yarar olabilir.
Bunu yapmadan önce Dışişleri Bakanlığı ile AKP Sözcüsünün iddialarının aksine raporun tamamen olumsuz unsurlardan oluşmadığı hususuna da dikkat çekmekte fayda var. Örneğin daha raporun ilk paragraflarına bakınca (Para. A, B, C) Türkiye’nin ekonomi, ticaret, güvenlik dahil birçok alanda AB için kilit bir ortak olduğu vurgulanmaktadır. Raporun değişik bölümlerinde Türkiye’nin dört milyona yakın Suriye, Afganistan ve Irak kökenli mülteciye ev sahipliği yaptığı ve bunun dünya için bir rekor teşkil ettiği hatırlatılmaktadır.
Raporda dikkatimi çeken ve doğrusu aksinin varit olduğunu iddia edemeyeceğim başka bir husus, Türkiye’nin özellikle son yıllarda birçok alanda AB’nin değer ve kural çerçevesinden uzaklaşmakta olduğunun ifade edilmesidir. Raporda özellikle uluslararası hukuk, hukukun üstünlüğü, insan hakları, kişisel hürriyetler, medeni hukuk, ifade özgürlüğü ve komşularla ilişkilerdeki gerilemeye vurgu yapılmaktadır. Gönül isterdi ki muhalefet raporun hiç değilse o bölümlerine sahip çıksın. Maalesef ya iktidarın bakış açısını paylaştıkları ya da o cenahtan karşılaşacakları tepkiden çekindikleri için bunu yapmadılar, yapamadılar.
Kanaatimce Raporun en can alıcı ve üzerinde durulması gereken olmazsa olmazların başında değerlerle ilgili nokta yer almaktadır. Yukarıda sıraladığım alanlardaki performans bozulmasına bu ülkenin tüm iyi niyetli vatandaşları şahit olmuşlardır. Komşularla ilişkiler ve uluslararası hukuk gibi sorumlulukların başkalarıyla paylaşıldığı konuları kenarda tutarsak diğer alanlardaki bozulmalardan ülkenin büyük bölümü şikayetçidir. Bu bozulmanın sorumluluğunu da dış güçlere atmak herhalde inandırıcı olmayıp, iyi niyetli her vatandaş müsebbibin iktidar olduğunu bilmektedir. Ancak, raporun özellikle bu bölümünün değil iktidar, muhalefet basını tarafından dahi kamuoyunun dikkatine getirilmiş olmaması esasen yapılan tespitin doğruluğuna işaret etmektedir. AB değerlerinden sadece iktidar değil, muhalefet de uzaklaşmıştır. Nitekim, insan hakları gibi alanlarda CHP temsilcilerinin üyesi bulunduğumuz Avrupa Konseyinde genelde sessiz kaldıkları veya kayyum atamalarında gördüğümüz gibi iktidarın uygulamalarını destekledikleri bilinmektedir. Bu da Avrupa basınında gittikçe artan bir şekilde gözlemlemeye başladığım, en geç 2023 yazında yapılacak seçimlerde iktidar değişikliği olsa dahi, Türkiye’nin temel politikalarında ve özellikle AB’ye bakış açısında keskin bir değişikliğin meydana gelmeyeceği yönündeki görüşü doğrular niteliktedir.
İnsan hakları performansında özellikle son iki yılda meydana gelen ve Kopenhag kriterlerini ihlal eden bozulmaların kuvvetli bir siyasi irade gösterilerek düzeltilmemesi halinde 2018 yılından bu yana durmuş olan katılma müzakerelerinin yeniden başlatılmasına Parlamentonun rıza vermeyeceği dile getirilmektedir. Bu nokta belki raporun en önemli işlevsel unsurunu teşkil etmektedir.
Bununla birlikte raporda, iklim değişikliği, göç ve güvenlik, kamu sağlığı gibi alanlarda 2021 yılında başlamış olan üst düzey diyaloğun sürdürülmesinden duyulan memnuniyet ve bunun devam ettirilmesi, hatta askıda olan siyasi diyalog ile ekonomi, enerji ve ulaştırma gibi alanlardaki diyalogun da tekrar başlatılması dileği ifade edilmektedir. Bu tür diyalogların dünyada ve bölgede birçok ülke ile sürdürüldüğü muhtemel olmakla beraber, AP’nin Türkiye ile ilişkilerin imkanlar ölçülerinde sürdürülmesinden yana olduğunu teyit eden bir işaret sayılmalıdır.
Raporun en uzun paragrafları arasında başta Kavala davası ile ilgili olanı dahil AİHM kararlarının uygulanmaması ve İstanbul Sözleşmesinden çekilinmesi kuvvetli bir dille eleştirilmektedir. Burada şaşırtıcı bir şey yoktur. Bu görüşler yıllardan beri tüm AB kurumları tarafından dile getirilmekte, ancak ne yazık ki eleştiriler herhangi bir sonuç vermemektedir. İnsan hakları ve temel hürriyetlerle ilgili saptamaların, büyük ölçüde Avrupa Komisyonunun en son Ekim 2021’de yayınlanan Türkiye raporundaki görüşlerle örtüşmekte olması, bu iki AB kurumunun Türkiye’ye bakış açılarında fark olmadığını göstermektedir. Bu alanlarda Onur Erkan’ın yazısında özetlenen saptamaları burada tekrarlamayacağım.
Ancak, raporun terörü kuvvetli bir dille takbih eden ifadelerine de dikkat çekmek gerekmektedir. PKK’nın AB terörist örgütler listesinde 2002 yılından bu yana yer aldığının hatırlatıldığı metinde teröre karşı mücadelede hukukun üstünlüğü, insan hakları ve temel hürriyetlere saygı gösterilmesi gereğine yine de işaret edilmektedir. Bu ibareler AP’nin teröre destek verdiği suçlamalarına bir cevap niteliğinde sayılmalıdır. Tabii terörün tanımı konusunda ülkemiz ile AB ve onu oluşturan ülkelerin bazıları arasındaki görüş farkı ayrı bir sorun yaratmaktadır. Bu husus da raporda yer almakta ve Türkiye’deki terör tanımının fazla geniş olduğu iddiası dile getirilmektedir. Bu iddianın kısmen de olsa bir gerçeklik payı vardı ki, bundan birkaç yıl önce AB Komisyonu ve Avrupa Konseyi yetkilileriyle temsilcilerimiz arasında Türk kanunlarını değil AB, üyesi bulunduğumuz Avrupa Konseyi normlarıyla uyumlaştırmak için bir çaba harcanmıştı. Vizesiz seyahatin bir gereği olan bu uyumlaştırma çalışmaları özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra kenara bırakılmıştır.
Raporun dış ilişkiler bölümünde en dikkat çeken husus, Gümrük Birliğinin modernizasyonu görüşmelerinde mevcut düzenlemenin Kıbrıs’a uygulanması ön şartının hatırlatılması ve bu şart yerine getirilmediği sürece Parlamentonun oluşacak anlaşmaya onay vermeyeceğinin vurgulanmasıdır. Raporun birkaç paragrafının Kıbrıs sorununa ayrılması, bu sorunun Türkiye ile AB arasında ne kadar geniş boyutlu bir engel teşkil ettiğini hatırlatmaktadır.
Türkiye ile AB arasında ilişki kurulmasından nerede ise 60 yıl, üyelik adaylığı tanınmasından nerede ise 23 yıl, katılma müzakerelerinin başlamasından nerede ise 17 yıl geçtikten sonra Avrupa Parlamentosundan bu tür bir rapor çıkmış olması gerçekten üzücüdür. Gönül isterdi ki Kıbrıs engeli katılma müzakerelerini akamete uğrattıktan sonra özellikle insan hakları ve temel hürriyetler konusunda Kopenhag kriterlerinin yerine en az onlar kadar etkili olacak “Ankara kriterleri” geçsin. Bunun olamadığını hep birlikte gördük ve bedelini milletçe ödemeye devam ediyoruz. Batıdan uzaklaştıkça hukuk ve demokrasinin ne kadar büyük ölçüde bozulduğunun bir kanıtını son yıllarda tekrar gördük.
Ama yine gönül isterdi ki en azından iktidara talip siyasi partiler, raporu önlerine koysunlar ve içindeki saptamaları teker teker inceleyip eleştirileri değerlendirerek hangisinin haklı, hangisinin haksız olduğunu belirleyip haklı görülen eleştirilerin temelindeki sorunları çözme iradesini göstersinler. Maalesef bunu yapmadılar, onlar da iktidar gibi raporu hasır altı etmeyi tercih ettiler. Bu husus şüphesiz AB’nin dikkatinden kaçmamış, yukarıda değindiğim şekilde iktidar değişse dahi politikanın değişmeyeceği kanaatinin kuvvetlenmesine yol açmıştır.