Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAvrupa'nın savunması: Yeni sınamalar

Avrupa’nın savunması: Yeni sınamalar

Trump’un iktidara geri gelmesi, Ukrayna savaşının da öngörülebilir bir dönemde sona ermeyeceğinin anlaşılması AB’ni savunma alanında en azından yeni bir vizyon geliştirmeye itmiştir. Bu gidişle Avrupa’nın yeni güvenlik mimarisi Türkiye’siz inşa edilecek. Buna sevinecek olanlar hem ülkemizde, hem Yunanistan ve Kıbrıs’ta çok olacaktır. Ben onlardan biri değilim.

Avrupa’nın savunması pek şaşırtıcı olmayan bir şekilde İkinci Dünya Savaşı biter bitmez ve hatta daha NATO kurulmadan, Birleşik Krallık, Fransa ve Benelüks ülkelerini (Belçika, Hollanda, Lüksemburg) harekete geçirmişti. Amaç Almanya ve Sovyetler Birliğinden gelebilecek yeni tehditlere karşı hazırlıklı olmaktı. Brüksel Antlaşması ile kurulan ittifak 1948 yılında Batı Birliği, daha sonra Almanya ve İtalya’nın katılmasıyla 1954 yılında Batı Avrupa Birliği (BAB) adını aldı.  NATO’ya katılmamızdan sonra ülkemize de üyelik birkaç kez teklif edilmiş, ancak geleneksel batıya karşı şüpheci tavrımızdan dolayı üyelik yerine ortaklık tercih edilmişti.  Oysa tam üyelik teklifi kabul edilmiş olsaydı, Avrupa’nın savunmasında çok daha etkin bir rolümüz olacaktı.

NATO’nun kurulması ve savaş sonrasındaki ilk yıllarda ABD’nin endişe edildiğinin aksine Avrupa’dan çekilmesinin gündemde olmaması üzerine Avrupa içindeki savunma yapılanması öncelik sıralamasında epey gerilere düştü.  Batı Almanya’nın NATO’ya katılmasından ve Avrupa Ekonomik Topluluğunun (AET) 1959 yılında kurulmasından birkaç yıl önce imzalanan Avrupa Savunma Topluluğu (European Defence Community) antlaşması Fransa Parlamentosunda Almanya endişesi nedeniyle onaylanmamış ve ölü doğmuştu.  Sonradan dikkatler farklı bir bütünleşme modeline, ekonomik entegrasyona dönmüş ve AET’yi doğuran Roma Antlaşması kabul edilmiştir.

NATO’nun bütün Soğuk Savaş döneminde işlevini gayet iyi yerine getirdiği söylenebilir.  Yarı şaka, yarı ciddi bir şekilde işlevi şöyle özetlenirdi: Almanları aşağıda (down), Amerikalıları içeride (in), Sovyetleri dışarıda (out) tutmak. ABD bir tarihlerde 400.000 kadar askerini başta Batı Almanya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde konuşlandırmıştı.  Bu mevcudiyetin başlıca rolü Sovyetleri caydırmaktı. O tarihlerde yapılan hesaplara göre konvansiyonel silahlardaki üstünlüğünden dolayı Sovyetlerin savaş halinde birkaç gün içinde Kuzey Almanya ovasını aşarak Fransa’ya ulaşabileceği tahmin ediliyordu. Arada bulunan Amerikan askerlerinin mevcudiyetinin nedeni Sovyetleri durdurmak yerine çıkacak savaşa ABD’yi katılmaya mecbur etmekti.  NATO bu doktrine bir isim bile takmıştı: takılma teli (trip wire).  Sovyetler ilerlerken ayakları ABD askerlerine yani tele takılacak, alarm çalacak ve ABD savaşa girmiş olacaktı. Bu doktrin hala özellikle Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerinde konuşlandırılan küçük NATO güçleri vasıtasıyla Putin’e karşı işletilmektedir.  Bu ülkelere saldırması halinde Putin’in karşısında tüm NATO ülkelerini bulacağının mesajı verilmek istenmektedir.

Soğuk Savaş ve sonrasında bu durumdan en çok yararlanan şüphesiz Almanya olmuştur.  Hem iki dünya savaşını başlatmış olmanın utancını yaşıyor, hem de bu sicilden dolayı silahlanmasına şüpheyle bakılmasını faydaya çeviriyor ve savunmasını ABD’ye ihale etmek suretiyle kaynaklarını ekonomik kalkınmaya harcama imkanını buluyordu.  Soğuk Savaş bittikten sonra Almanya Sovyet tehlikesinin tamamen kaybolduğunun rahatlığı içinde savunma harcamalarını daha da indirme lüksünü sonuna kadar kullandı.

Trump gelinceye kadar bu mutlu manzara devam etti.  Sadece Almanya değil, NATO’nun diğer büyük Batılı ülkeleri Fransa ve Birleşik Krallık da savunma harcamalarını azaltmak ve silahlı kuvvetlerini küçültmek için uygun bir ortam yakalamışlardı.  Tasarruf ettikleri kaynakları sosyal harcamalara yönlendirebildiler.  ABD’nin Irak ve Afganistan maceralarına imkanlarının el verdiği kadar nerede ise sembolik göstermelik katkılarda bulunabildiler. Gerçi Obama 2009 yılında başkanlığı devraldığında ABD’nin önceliğinin artık Avrupa değil, doğu Asya yani Çin olduğunu söylemişti ama bu sözler Avrupalılarda kendi savunmalarını kendileri temin etme ihtiyacını doğurmaya yetmemişti.

Trump 2016 yılında ilk dönemini başlatıncaya kadar bu durum devam edebildi.  Putin’in 2008 yılında Gürcistan’a, 2014 yılında da Ukrayna’ya saldırıları yine bir takım göstermelik tepkilere ve yaptırımlara yol açmış, ancak başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa ülkeleri Rusya’nın kendileri için bir tehlike arz ettiğini düşünmemiş, onunla iş birliğine devam etmiştir.  Hatta zamanın Alman Şansölyesi Merkel’in, Kuzey Akım 2 adı verilen ve AB mevzuatına aykırı olduğu açıklanmış bir gaz boru hattı projesine onay ve destek vermek suretiyle Putin’e istediğini yapabileceği, Avrupalıların onun yolunu kesmeyeceği mesajını verdiği öne sürenlerin sayısı az değil.

Trump’un birinci döneminin Avrupalı NATO üyeleri için hesap kitap dönemi ile geçtiği söylenebilir.  Onun baskısıyla milli gelirlerin %2’sinin savunma harcamalarına tahsis edilmesi hedef olarak kabul edilmişti.  Ülkemiz bile bu hedefe ulaşmak için ne oldukları çok belli olmayan harcamalarını arttırmış ve birkaç yıl önce milli gelirin %1,53’ünü teşkil eden savunma harcamalarını %2’ye çıkarmıştır. Doğu Avrupa ülkeleri, örneğin Polonya özellikle Putin’in 2022 Ukrayna saldırısından sonra bu oranı %4’lere çıkarmıştı.  Putin’in tehdit edebileceği bölgeden hayli uzakta olan İspanya ise %2’inin bir hayli altındadır.

Ancak Trump’un ufukta yeniden gözükmesi, Putin’in Ukrayna’ya saldırması ve kazandığı takdirde orada durmayacağının açıkça belli olmasıyla birlikte manzara süratle değişmiştir.  NATO’nun beyin ölümü yaşadığını söyleyen ve bu nedenle Avrupa’lıların kendi savunmalarını üstlenmek için bazı adımlar atmaları gerektiğini savunan Fransa Cumhurbaşkanı Macron süratle tavır değiştirmiş ve NATO’ya sarılmıştı.  Trump yeniden seçilmeseydi NATO’nun Avrupa savunmasında liderlik rolü herhalde tartışılmayacaktı.

Trump’un belki en önemli özelliğinin öngörülemezliği olduğunu söylemek yanlış olmaz.  Öngörülemezlik güvensizliği de yanında getirmektedir. Avrupa’nın bugün karşılaştığı dilemma bu güvensizlik ortamında nelerin yapılabileceğini düşünmek.  Aslında yıllardan bu yana AB savunma alanında mütevazi de olsa ABD’den ve NATO’dan bağımsız operasyonlara imza atmıştı.  Kıbrıs AB’ne üye olmadan önceki dönemlerde ülkemiz de Balkanlarda ve Doğu Afrika açıklarındaki bazı operasyonlara katkı sunmuştu.  AB nezdinde Büyükelçi olduğum dönemde bu operasyonların görüşüldüğü Siyasi İşler ve Güvenlik Komitesinin (PSC) Daimî Temsilciler düzeyindeki toplantılarına ben de çağırılırdım. Hatta toplantı salonunda ayrı bir masada değil, alfabetik sıraya göre AB ülkeleriyle birlikte otururdum. Kıbrıs 2004’te AB’ne üye olduktan sonra onun vetosu nedeniyle yeni operasyonlara davet edilmez olduk.  Diğer ülkelerin bu vetoyu kaldırmak   için fazla bir gayret harcadıklarını hatırlamıyorum.  Biz de karşılığında Kıbrıs’ın NATO ile ilişki kurmasını ve daha genel alanda NATO ile AB arasında kurumsal ilişki geliştirilmesini engellemek, en azından yavaşlatmak için elimizden geleni yaptık ancak ABD, Fransa gibi ülkelerin ikili anlaşmalar vasıtasıyla bu engeli aştıkları da bir gerçek. 

Bu arada BAB 2009 yılında Lizbon Antlaşmasıyla AB tarafından tabiri caizse yutuldu ve bizim ayrıcalıklı statümüz sona erdi.  Zamanında BAB’ın tam üyelik teklifini kabul etmiş olsaydık tabii bu mümkün olamayacak, üye ülkelerin ülkemizin konumunu muhafaza etmeleri gerekecekti.

Trump’un iktidara geri gelmesi, Ukrayna savaşının da öngörülebilir bir dönemde sona ermeyeceğinin anlaşılması AB’ni savunma alanında en azından yeni bir vizyon geliştirmeye itmiştir.  3 Şubat günü tarihinde ilk defa sırf savunma konularının ele alındığı bir gayrı zirveyi Brüksel’de düzenledi. Türkiye davet edilmediği için olsa gerek basınımız bu zirveyle hiç ilgilenmedi. Oysa Birleşik Krallık Başbakanı Starmer ve NATO Genel Sekreteri Rutte zirveye konuk edildiler.

Zirve gayrı resmi olduğu için sonuç bildirisi kabul edilmedi.  Elimizdeki tek belge AB Konseyi Daimi Başkanı Costa’nın Zirve sonrasında basına yaptığı açıklama. Açıklamasında Costa, AB’nin savunma alanında karşılaştığı öncelikli üç sınamanın Ukrayna savaşı, siber güvenlik ve Orta Doğu’daki durum olarak sıraladı.  Ukrayna konusunda bu ülkeye desteklerinin sağlam olduğunu, AB’nin şimdiye kadar 134 milyar avro tutarında yardımda bulunduğunu ve bu yardımlara gerektiği kadar ve gerektiği sürece devam edeceklerini söyledi.

Konuşmasında Costa Avrupa silah sanayiinin güçlendirilmesinin öncelik taşıdığına vurgu yaptı.  Gerçekten de çeşitli AB ülkeleri arasında farklı silah standartları ortak proje yürütülmesindeki başlıca engeli teşkil etmektedir.  21 yıllık tarihi olan ve benim de Brüksel’de görevdeyken  zaman zaman ziyaret ettiğim Avrupa Savunma Ajansının (EDA) bu alanda fazla bir başarıya ulaştığı söylenemez.  Son zirvede ona standardizasyon alanında yeni görevler verildiği anlaşılıyor. Belki gerginliğin arttığı bu devirde artık netice alabilir.

Tabii finansman konusu savunmanın güçlendirilmesi söz konusu olduğunda kilit konuların başında geliyor.  Özellikle Fransa ve Almanya gibi büyük AB ülkelerinin ekonomik kriz ve çok düşük, hatta sıfır noktasına yakın kalkınma hızıyla yaşadıkları bir ortamda savunmaya daha fazla harcama yapmaları biraz zor gözükmektedir.  AB kurumları ortak finansman, özel fonların silah sanayiine yatırım yapması gibi konuları inceleyecek ama bu tür yeni metotların hızla netice vermesi pek olası gözükmemektedir.

Costa’nın konuşmasından Rutte ile yapılan görüşme sırasında NATO ile AB arasındaki stratejik işbirliğinin güçlendirilmesine ağırlık verildiği anlaşılmaktadır.  Bu tür ifadelerin Ankara’nın hoşuna gittiğini sanmıyorum. Basın haberlerine bakılırsa savunma konusunda bizim gibi NATO üyesi olup AB üyesi olmayan Norveç’le iş birliğinin geliştirilmesi üzerinde durulmuş, ancak ülkemizden bahsedilmemiştir.

Bu durum çok şaşırtıcı değildir.  Birçok yazımda belirttiğim gibi ne yazık ki ülkemizin Batıdan uzaklaşmasının çeşitli boyutlarından biri de uluslararası ilişkilerdeki kopukluktur.  Ukrayna savaşında AB ülkelerinden farklı olarak belki anlaşılır nedenlerle iki tarafı idare etmeye çalışıyoruz.  Orta Doğu konusunda ise AB’nin terör örgütü olarak tanımladığı Hamas’a hala koşulsuz denilebilecek destek veriyoruz.  Siber güvenlik konusunda ise nasıl bir politika izlediğimiz en azından benim için meçhul.  10-11 Şubat tarihlerinde Paris’te düzenlenen ve ABD Başkan Yardımcısı JD Vance, Hindistan Başbakanı Modi gibi dünyanın dört köşesinden 100 kadar liderin katıldığı Yapay Zeka Zirvesine katılmamayı tercih ettik.  İsveç’in NATO’ya katılımına ise kabulü mümkün olmayan talepler öne sürdükten ve onlardan vazgeçtikten sonra iki yıl gecikmeyle onay verebildik.

Neticede NATO’nun ikinci ordusuna sahip olduğumuzu böbürlenerek öne sürüyoruz ama güvenilir ortak hüviyetimizi kaybettiğimiz için bunun faydasını göremiyoruz.  Nitekim Yunanistan Başbakanı Mitsotakis 3 Şubat tarihli “Financial Times” gazetesinde çıkan yazısında Yunanistan’ın ve dolayısıyla üyesi olduğu AB’nin karşılaştığı acil güvenlik sınamalarının birisinin de Doğu Akdeniz’de olduğunu söylemiştir.  Bunu AB forumlarında sık sık dile getirdiğini ve ülkemizi işaret ettiğini biliyoruz.  Bu gidişle Avrupa’nın yeni güvenlik mimarisi Türkiye’siz inşa edilecek.  Buna sevinecek olanlar hem ülkemizde, hem Yunanistan ve Kıbrıs’ta çok olacaktır.  Ben onlardan biri değilim.

Bu tartışmanın ortasına bir de Trump’un Putin’le 90 dakika süren telefon görüşmesi ve savaşı sonlandırmak için Rusya ile pazarlığa oturacağını, hatta zamanı gelince Putin’le Suudi Arabistan’da buluşabileceğini açıklaması ve JD Vance ile yeni ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth’in gerek Ukrayna savaşı, gerek ABD’nin Avrupa’daki askeri mevcudiyetinin süresiz olmadığına ilişkin 14-16 Şubat tarihlerinde yapılan Münih Güvenlik Konferansındaki konuşmaları eklendi ve Avrupa’da yeni bir panik rüzgarı esmesine yol açtı.  Nitekim Macron bu hafta Paris’te yine Birleşik Krallık Başbakanının davetli olduğu olağanüstü bir AB Zirvesi düzenleyeceğini açıkladı. Gelişmeler çok hızla ilerliyor. Bunlara ayrı bir yazıda dönmek gerekecektir.   

- Advertisment -