Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAykırı bir film: “Huzursuz seyirler”

Aykırı bir film: “Huzursuz seyirler”

“Aykırı filmler” insanın hafızasında ayrı bir yer ediniyor. Zira bazısını sadece rahatsızlık duyarak değil ona düpedüz maruz kalarak izliyorsunuz. Yedi yıl önce bugün, 23 Kasım 2018’de bir huzurevinde ölen Nicholas Roeg’in filmleri de öyle. Aykırı... 1980 yapımı “Bad Timing: A Sensual Obsession” belki de en sarsıcısı. Konusunu, hikâyesini aktarırken bile o “huzursuz seyrin” etkisine giriyorsun.

Film, Gustav Klimt’in yakın çekim ünlü “The Kiss” tablosuyla açılıyor. Erkek sert, köşeli çizgiler, geometrik desenlerle sembolize edilmiş. Boynundan ve başından sımsıkı kavradığı kadını ellerinin arasına hapsederek öpüyor.

Kadın ise yumuşacık çiçek figürleriyle ilkbahar gibi. Erkeğin önünde diz çökse de ellerinin, yüzünün duruşu-ifadesiyle tereddütlü bir teslimiyet (belki pasif bir direniş) içinde sanki. Boynunu sıkan erkeğin elini de tedbiren tutuyor gibi.

Uçurumun kıyısında… Fonda bazı kulaklara rahatsızlık verebilecek Tom Waits’in “An Invitation to the Blues (Hüzne Davet)” şarkısı.  Şarkının finali  “hüznü kabul”: “Bu apaçık bir hüzne çağrıdan başka bir şey olamaz /Ama gözlerini ondan alamıyorsun…”

“Çatlak” şarkıdan ambulans çığlığına

Girişte ilk çalışmalarını 150 yıl önce yapan aykırı” ressamın başka tabloları da akarken,  perdede yönetmenin ismi çıktığı anda o “çatlak” şarkının yerini bir ambulansın ürperten çığlığına bırakması, esasında filme dair peşin ipuçları. Uyarı belki…

Sanatta “Viyana Ayrılıkçıları Hareketi”nin öncülerinden Klimt’in 117 yıl önce bitirdiği o tablosu da ana çekimleri Viyana’da yapılan film boyunca takip ediyor seyirciyi zaten. Sonrası belki Friedrich Nietzsche’nin uyarısını da getirecek akla: “Uzun süre uçuruma bakarsan uçurum da sana bakar.”

Filme maruz kalmak…

23 yaşındaki bir kadınla, merdivenini 40’ına dayamış bir erkeğin ilişkisini anlatan filmi sadece rahatsızlık duyarak değil ona düpedüz maruz kalarak izliyorsunuz. Sinema tablodan, fotoğraftan, hatta romandan filan öte bir karşı karşıyalık elbette. Yüz yüze, ayrıntılarıyla tanık olduğunuz ilişkileri “Aşk bir duygu bozukluğudur” meselinin çok çok ötesinde.

Filmin dağıtımcısı Rank’in tepkisi de o nabızdan… Lâkin bir “sanat” organizasyonunun, o günlerdeki sahibi Metodist sanayicinin -varsa- hoşgörüsünü fazlasıyla aşacak kadar ağır. Fikrimce bugün de sanata karşı “otoriter, ağzı bozuk replikler”i hatırlatacak kadar bayağı: “Hasta insanlar tarafından hasta insanlar için yapılmış hasta bir film…” Biten filmden logolarının kaldırılmasını da istiyorlar hemen.

Sahiplenmek ve duygusal zorbalık

Kendi payıma onun ayıbını Rank’e bırakarak filme dönersem… Alex’in bencilliği, tacizkâr-takipçi kıskançlığı, kibirli, saplantılı tutkusu, bariz “sahip olma” baskısı, duygusal zorbalığı tam anlamıyla tahammülfersâ… Farsça “fersa”nın “yıpratan, bozan” anlamını taşıması, “dayanılmaz” yerine bu eski kelimeyi kullanmamın da nedeni.

Milena da huyuyla suyuyla varlığını, kişiliğini yıpratan, bozan Alex’e defalarca kendini anlatmaya çalışıyor: “Beni olduğum gibi kabul etmelisin, kendim olmalıyım. Kendi hayatımı, kendime ait zamanımı istiyorum. Sen bunun en büyük parçasısın, seni çok seviyorum. Ama sen bana sahip olmak istiyorsun. Ben senin ya da başkasının bana sahibimmiş gibi davranmasını istemiyorum.”

Kör kör parmak gözüne…

Derdini açıkça da anlatamayınca bir gece abartılı, ağır ve bir o kadar “hafif” makyajı, bluzunun üstüne giydiği sütyeniyle Alex’in önüne “istediği kadın”ın karikatürüyle bile çıkıyor. Ona durumu kendince, parodisiyle de göstermek için.

Sarhoş, haykırıyor yüzüne: “Böylece beni zincirleyip, kilitleyerek sonsuza kadar senin olmamı sağlayabilirsin. Sen kazandın… Senin istemediğin Milena’nın ölümünü kutluyoruz ve tabii ki istediğin Milena’nın doğumunu…”

Açığa çıkan ağır arızalar

Milena için giderek çıkmaza, kâbusa dönüşen ilişkileri, Alex’in açığa çıkan ağır arızalarının -işte o an dilin ucuna gelen tabiriyle- “hasta pislik”e dönüşümünü de ortaya koyuyor. Nihayetinde genç kadının intihar girişiminin hem vesilesi, hem seyircisi oluyor Alex. Psikiyatrist üstelik, ne yaptığının, tavrının nelere yol açabileceğinin tamamen farkında. Her adımı planlı zaten. 

Dayanamıyor, bir gece ölümcül dozda ilaç alıyor genç kadın. Ölmeye yatmadan son kez telefon açıyor Alex’e, gece saat 22.25: “Sana hoşçakal demek istedim, gerçekten bir hoşçakal…”

İntiharın cinayete dönüşümü

Milena’nın vedasını sessizce dinleyen Alex önce bir bara gidiyor, oyalanıyor bir süre. Çıkınca arabasında da müzik dinliyor, saatine bakarak zaman geçiriyor. Neden sonra sevgilisinin evinde. Yerde yatan, bilincini yitirmek üzere olan Milena’yı seyrediyor uzun uzun. İntiharı “cinayet”e dönüştüren “aktif” seyirciliğinin yerini, bir katilin iz bırakmama, polisi yanlış yönlendirme titizliği alıyor bir süre sonra.

Saatlerce oyalanıyor, doktorluğunun uzmanlığıyla kadının hastanede geri döndürülemeyecek aşamaya gelmesini bekliyor. Gözbebeklerine bakıyor, çakmağıyla kadının ayak reflekslerini ölçüyor. Soğukkanlı, bakışları buz gibi… Ölümcül.

Öyle ki Milena son gücüyle yardım istemek için telefona uzanmaya çabaladığında telefonun fişini çekiyor. Komanın ilk aşamasındaki kadına tecavüzü ise insanı kelimesiz bırakıyor. Belki o güne kadar tam istediği, hayalini kurduğu “sahip olma” o!

Cezasız kalan büyük kötülükler

Bağrımızdan doğan, gerçek hayata yine izlenme rekorlarıyla yansıyan “Ya benimsin, ya toprağın” sendromu, -tema ondan ibaret olmasa da- bir İngiliz filminde de karşımıza çıkıyor.

Milena ölüme giderken Alex’in sözleri, dışarıdan pek göze batmayan ağır arızalarının ana kaynağının, o habis urun da özeti: “Kendini sadece bana ait hissedebilseydin, yapabilirdik.”

Kanunen karşılığı, yaptırımı net ol(a)mayan büyük kötülükler hakkında da fikir veriyor film. “Ah, kanunlar” diyor olayı ustalıkla araştıran ve başından beri her şeyin farkında olan dedektif, “Böyle mevzularda olması gerektiği kadar açık değil”. Aklıma kadına yönelik her türden şiddet, nefret suçları, hatta kadın cinayetleriyle ilgili mevzuatımız, hukuki işleyiş geliyor. “Sahiplik” duygusuyla insana her türden baskılar, eziyetler, işkenceler…

Bu arada -kel alâka mı desem- dedektif rolündeki Harvey Keitel’in bazı sahnelerdeki “ağır Brooklyn aksanı” sanki Keitel’in hem doğduğu, büyüdüğü yeri, hem o unutulmaz “Smoke” filmini çınlatıyor kulaklarımda… Öylesine bir çağrışım sayılmaz; Bad Timing’in de neredeyse her karesi sigarayla, dumanıyla örülü. Keitel de stiliyle yine harika…

Filmle gelen evlilik

Milena’nın Alex’e yazdığı not ise -eğer mümkünse- bir ilişki rehberinin derin ve tartışmalı paragrafına vecize: “Keşke beni daha az anlayıp, daha çok sevseydin. Keşke tanımlamaya çalışmayı bıraksaydın.”

Yazımın omurgasını oluşturan sahneleriyle özetlemeye çalıştığım bu “dayanılmaz” film, Nicholas Roeg’in 1980 yapımı “Bad Timing: A Sensual Obsession”. Başrollerde Art Garfunkel ve Theresa Russell. Film gösterime girdiğinde 23 yaşında olan Russell, daha da küçük görünüyor… Roeg o filmden iki yıl sonra evleniyor onunla. 54 yaşında…

Dileği benzer: “Huzursuz seyirler…”

İngiliz yönetmen askerliğini yaparken “projeksiyoncu”… İlkokul mezunu. Hemen ardından Londra’daki Marylebone Stüdyoları’nda çaycı olarak giriyor sektöre. Sonraki “terfi”si önemli, “klaketçilik”. 34 yaşında görüntü yönetmenliğine geçiyor. Ama ne geçiş…

Sırasıyla “Arabistanlı Lawrance”, “Doktor Jivago”, Truffaut’nun “Fahrenheit 451” filmlerinin kamera arkasında. Lâkin “yaratıcı vizyonu David Lean’inin tarzıyla çatıştığı, sürekli kavga ettiği için Doktor Jivago’dan yapım aşamasında kovuluyor”. 

Filmleri sert, “rahatsız edici”. Michael Haneke’nin filminin galasında seyirciye söylediği o ünlü “Rahatsız, huzursuz seyirler dilerim” sözü sıradışı, cesur, sarsıcı, seyirciyi zorlayan filmleriyle onun için de geçerli.

Finaliyle de zıplatan filmler

Finaliyle de zıplatan 1973 yapımı “Don’t Look Now” sinema tarihindeki en etkileyici, önemli “korku” filmleri arasında mesela. Başrolün hakkını veren Donald Sutherland’ın o filmden bir yıl sonra doğan oğluna “Roeg” ismini vermesi de ilginç bir anekdot.

Ama “vizyonunu sulandırmayı, popülizmi, uzlaşmayı”, “kulübe katılmayı” reddetmesi  fırsatlarını daraltıyor. Roeg yedi yıl önce bugün, 23 Kasım 2018’de 90 yaşında demans nedeniyle kaldığı Londra’daki bir huzurevinde ölüyor.

Aynı yıl dört büyük yönetmen ayrılıyor hayattan. Hepsi sanatın, baskılara, sınırlara, yasaklara direnişin gücünü, sadece filmleriyle değil hikâyeleriyle de kanıtlayarak hâlâ dimdik ayakta. Onlara da sonraki yazımda değinmeye çalışacağım.

YAZI FOTOĞRAFI: “Bad Timing” filminin afişi ve “The Kiss” tablosu

- Advertisment -