Şiddetin perdesi örtülebilen penceresinden çocukluk, ergenlik günlerimin “huzurlu mahallesi”ne değinmiştim geçen pazar (“Mahallede şiddet romantizmi”). Sadece şiddet mi; hiçbir şey o nostaljiyle “bugün gibi” değil! Nostaljinin istatistiğe, veriye, bilime ihtiyacı yok zira. Hükmü kesin.
Kendi ilim. Tedrisatı iki-üç ana dala ayrılsa, “sınıf”ları değişse de “Halk İlimi”. De ki bir ülke. İktidarı kaybedenler zaten nostaljinin pençesinde. İktidardaki kutup da bugünlerinin nostalji olmasından, beterinden korkuyor. İktidar yüzü görmeyenlerin bile nostaljisi kendine.
Sağ-sol icat oldu, huzur bozuldu
Nostaljinin yakıtıyla “o zamanlar”a ışınlanmak, şiddetin çocukluk, ergenlik yıllarımda bugünkü gibi görülmemesini, hatta iyice abartılarak “Yoktu” denilmesini de teşvik ediyor. Şiddetin görünürlüğü zaman alıyor, farkındalık, empati de gerek. O zaman insan başkalarının mağduriyetini, yasını üzerinde -azıcık- deneyebiliyor sanki.
O yıllarda şiddetin tanımı daracık. Bardak da taşmıyor kolay kolay. Altmış yılımın geçtiği Bahçelievler-Emek’in o dönemde nezih, huzurlu olarak anılmasında “silahlı siyasi çatışmalar”ın henüz başlamamasının etkisi büyük.
“Yarı resmi” adıyla “sağ-sol çatışması”nın, “mahalle”nin açılıştaki deyişiyle faşist saldırıların Ankara’da her yeri kuşatmadığı, “sefa”sı 70’lere ucundan değen yıllar… Şiddet döngüsü, süreci giderek o tanımlara da sığmayacak. İkisinin de örttüğü bir şeyler var.
“Şiddet”in resmi, kalın sınırları
Şiddetin odağı resmen belli. Resmi dilde kimliği,“sol anarşi”. Başına eklenen “aşırı”, keyfe, duruma, hedefe göre esnek… Fakat bugünle yarışabilir mi, bilmem. Bugün gerektiğinde herkese etiketlenen “terörist”i de, o günlerde “anarşist”.
“Devlet terörü”, devletin -lafın gelişi- derinindeki karanlık güçler, henüz “kazayla” ortaya dökülmemiş. Evden kahveye “Yaşasın-Kahrolsun” muhabbetlerine çekirdek değil daha.
Şiddetin, “anarşi”nin resmi, belki sağ ile en kalın sınırı, 1978’de Maraş Katliamı’nın ardından Başbakan Süleyman Demirel’in o ünlü sözüyle de çiziliyor: “Bana sağcılar (milliyetçiler) cinayet işliyor (adam öldürüyor) dedirtemezsiniz.” Adına, şânına uygun bir Emniyet’te, Adliye’de sorgudaki ifadesi, direnci sanki.
“Sağcıdan anarşist mi olur” dese
Demirel de esasında o an bir tür sorgulamaya hedef olduğunu 36 yıl sonra itiraf ediyor: “Gazetecileri susturmak için efelik yaptım, ayağımıza dolandı.” Oysa eğip bükme ustalığıyla “Sağcıdan anarşist mi olur yahu, bana sağcılar anarşisttir dedirtemezsiniz” deyiverse, belki herkes susup kalacak.
Devlet, devletlû hükümetler işte. Çocukluğumuzda, bizim oralarda uzağız öyle şiddete. Kulağımız, ona ulaşan devletlû resmi-sivil ajans haberlerinin de belirleyici etkisiyle böyle meselelere sağır, ailecek duymuyor. Sosyosuyla ekonomisiyle, milliyetçisi faşistiyle, demokratı devrimcisiyle (numuneleri çok) “devletçi”yiz üstelik.
Belanın milâdı: “The Godfather”
“Mafya” da o dönemde popüler bir kavram değil, yok ortalıkta. Mahallede, ufkumuzda yok ki devlette, iktidarda filan olsun. O kültürü, organizasyonu 1972’de bize en münasip şekliyle “Baba” olarak çevrilen, “The Godfather”da göreceğiz. “Vaftiz Baba”, düz, sığ bir tercümeyle “Tanrı Baba” diye çevirecek hâlimiz yok, hâşâ.
Oralarda oluyor öyle şeyler… Sinemada huşûyla seyrederken imreniyor, özeniyoruz. Adamlar yapmış… Biz de deniyoruz elbet. “Godfather”ın kısa, yerli tercümesinin bize nasıl da münasip, bereketli geldiği, yeraltı dünyasının kahramanlarının yıllar boyunca o çevirmeyle, “Baba” olarak anılmasıyla da kanıtlanıyor. O belanın bizdeki romantize milâdı da oralardan olmalı…
“Devlet Baba”, Ağababa, Paşababa, “Süleyman (Demirel) Baba” var, “İnci Baba” niye olmasın! Hey babalar… Belki bu karambolde bazı babaların alınmaması için “Mafya Babası” terimi boy gösteriyor gazetelerde. Esasında feci bir ayar; baba, kulağa yine “baba”… Şiddeti, “baba şiddeti”. Öyle “ince ayar”larla da meşruiyet, hatta makbûliyet kazanıyor şiddet.
“Kurtar bizi Baba” figânı
Sözlüğümüzdeki “Baba”yı cümle içinde kullandığımızda karşımıza çıkan klasik örnek de, “Kurtar bizi Baba”. Devletiyle, yarı resmisi, siviliyle hepsi Baba ya! Kurtarır, kollar bizi. Yakamıza iyice yapışmadıkça, kafamıza kafamıza vurmadıkça razıyız hepsinin şiddetine-celaline.
Kurtarılmamız gereken batasıca kahır dünyası, zamanı geldiğinde en baba müziğini de yanında getiriyor: “Müslüm Baba”… Ona ibadet de jiletle kendini keserek oluyor tabii. Konser alanından kan kardeşliği. “Vur de vuralım, öl de ölelim”in de arabesk yankısı… Oralardan buralara şiddeti kutsama, şiddete tapınma hâlleri.
Anadolu Rock’da şiddet romantizmi
Sadece arabesk dünyasında da değil… Serbestiyet’te üç yıl önce (23 Mayıs 2020) yayınlanan “Sen şarkılarını söyle” yazımda başka vesileyle sözünü ettiğim Anadolu Rock’da da var. Ünlü iki temsilcisi Cem Karaca ve Barış Manço’yla şiddet romantizminin de başucu müziği.
Birinde dağdaki mavzer varsa, diğerinin güftesinde “İki bıyık bükümü sağa” emriyle de rengini belli eden “Hey Koca Topçu”. Sonrası da güftede; “Allah rast getire…” 70’lerde bizim huzur mahallesine de rast geliyor.
Şiddetli “bıyık” savaşları…
Cem Karaca’nın damar şarkılarına ses rengiyle, kendine has yorumuyla muhabbetim bâkî ama… O yazımdan da yararlanarak, madalyonunun arkasına geçeyim. Afişlerinde, kütüğünde öyle yazılmasa da, birçok sohbette, muhabbette o da “Cem Baba”.
Sahnesiyle de öyle… Yıl 1973. Saat 14.23. TRT 2’de bir eğlence-yarışma programı. Büyük ödül, siyah beyaz TV. Stüdyoda Cem Karaca. Bıyığının uçları uzun-sarkık, yani ilk günlerin, Deniz Gezmişlerin “devrimci bıyığı”…
Sonra o bıyığı daha da uzatarak Ülkücüler devralacak. Yeşilçam’da Tarkan, Malkoçoğlu filan -bıyığı takma da olsa- öyle. Tarihiyle oralardan takılmış çünkü. Devrimci bıyık da dudak altından kesilip, gür, pos bıyığa dönüşecek. Badem bıyık “anarşi”nin poligonunda hedef değil pek. Pek var mıydı hatırlamıyorum ama bıyıksızların kim olduğu belirsiz. Parola sorman lâzım.
Kurşunlu bol paçayla “Yort savul”
Sahne kıyafeti de her telden. İri, kara, bir nevi steampunk gözlüklü Karaca’nın uzun saçları “hippi”. Gömleği uzun yakalı Antuan. Pantolon Osmanlı külhan; bol paça. (Okuduğum kabadayılık anılarına, kitaplarına göre, Osmanlı kabadayıları bol paça pantolonun uçlarına içeriden küçük bir kurşun parçası dikerlermiş… Ki yürürken paçalar bir o yana, bir bu yana: Yort savul, geliyorum…)
Tek düğmeli kruvaze ceket… Çizmeleri yüksek tabanlı-topuklu, poliüretan. Eklektik, her kafadan, kesimden sahne kıyafetini, iri tokalı -kovboy- kemer tamamlıyor. Söylediği şarkının ana fikrini güncelleyen, modernize eden bir kılık kıyafet. Her yerden biraz “parça”yla, patchwork tarzı bir kreasyon. Ülke mozaiği.
Şiddetin kisvesi de öyle. Gardırobu geniş, temsilinde ille onun dönem formasını giymen gerekmiyor. Bir parça, bir aksesuar, bir tespih yeter. Öyle ki vites kolunda tespihin yokluğu yıllar sonra bile Audi reklâm filmine seçkinlik, kimlik kazandırıyor: “Audi’de asla bulamayacağınız aksesuarlar!” Oysa az bekleseler, onu da bulacaklar.
Namus en cinai belalardan
“Namus Belası”nı söylüyor. Ki en cinai, şiddetli belalardan… Nakaratı, “At bizim, avrat bizim, silah bizim, şan bizim”. Şânı şiddetten… Söz ve müziği Karaca’ya ait şarkıda, dağa/ıssıza kaldırılan “kız gelini”nin intikamını alan delikanlının hikâyesi var. Gelenek, kültür, ruh gereği, elektrogitarı bırakıp dede mavzeriyle koştura koştura gelmiş.
Sahiplendiği at-avrat-silah, dağa kaldırmanın yahut daha lisan-ı münasiple yâri kaçırmanın da üç ana aksesuarı. O atların terkisinin dili olsa da konuşsa… “Terki”nin sözlükteki -Reşat Nuri Güntekin’den- örnek cümlesini yazınca, biraz konuşuyor da: “Ah ilk gördüğüm gün onu neye atımın terkisine bindirmemiş, ite kaka zorla İstanbul’a getirmemiştim.” Yani “kız kaçırma”da sevdalının rızası da teferruat. “O da beni seviyor sandım” cümlesini kurmak için “bir belirti” yeter.
Şarkının teması, “avrat”ı kaçıran başkalarının kurşunlanması üzerine… Çünkü güftesindeki “namus belasına döktüğümüz kan”ın yanısıra “avrat” da bizim. “Töre terörünün bestelenmişi” desem.
TRT sahnesinde temsil sorunu
Şarkıdaki hayal, yârin yüzünü besmele ile açıp diz dize oturmak. Ama yüz bin kere tövbe edip, yine şarap içmek de var. Tövbe, seremonisiz günah çıkarma sanki… “Tövbeler tövbesi” popüler şarkılardan. Türk Sanat Müziği’nde söylemeyen kalmadı.
TRT 2’de bu dramatik, sazıyla, sözüyle şiddetli şarkıyı, Karaca’nın ardında dans ritmiyle salınarak, neşeli mutlu, bitevi gülücüklerle dinleyen yarışma hostesi “avrat”lar, mini mini etekli. Meseleyi üzerlerine alınmamış gibi duruyorlar biraz. Zaten herkes neşe içinde, el çırparak, mırıldanarak katılıyor, “At-avrat-silah-şan-kan-kıydığımız ve verdiğimiz can bizim” diye giden şarkıya.
“Besmele”nin değişebilen vurgusu
Ancak TRT’deki hostesler şarkının sahnedeki canlandırmasına, tiyatrosuna katılmıyor. Belki diz dize oturmaya TRT mevzuatı yahut sahne kıyafeti müsait olmadığı için. Ama çok tuhaf, sıradışı… Zira o dönem Karaca dâhil sanatçıların şarkı söylerken güfteyi canlandırmaları şart. Manço’nun işaret dilini herkes biliyor mesela.
İspanyol Meyhanesi şarkısında Nilüfer’in üç kişilik, bol figüranlı temsilini, Ferdi Tayfur’un konuyu beş dakikada “geçmiş-bugüne giriş-gelişme-sonuç”, külliyen toparlayan “Emmoğlu” klibini filan daha önce yazmıştım (¹). Canlandırmazsan, gözüne gözüne sokmazsan “Anlamazlar” diye mi düşünüyorlar, yoksa öyle daha mı hafızalara, içe işliyor, bilemiyorum. Çoğunda -bazen iyice beceriksiz- oyunculuk hevesi…
Yarışma hostesleriyle canlandırılacak sahnede çekilecek besmeleler de sallantılı. “Bismillah”ın anlamından, niyetinden uzaklaşmasından, başka hevesle, çapkın çapkın olmasından da çekinmiş olabilirler biraz. Öyle, o vurguyla kullanan da var çünkü.
Barışı elde çırpınan güvercine sormalı
Sol, sağ, din, gelenek, töre, Osmanlı, modern, hippi, ne ararsan iç içe… “Deniz Gezmişler”in idamı tazeliğini korurken, “Kır kalemi, kes cezamı” da var. İdama da boynumuz kıldan ince… 32 kısım tekmili birden şiddetin kökenleri… At koşturuyor.
Finalde elinde canlı beyaz güvercinle upuzun saçlı Halit Kıvanç geliyor sahneye. At-avrat-silah-namus-tecavüz-kan-intikam-infaz ve idamın ardından, biraz da “peace” bari. Lakin “peace”i, bir de set ışıklarının, seyirci kalabalığının, müziğin bağırtısının altında Kıvanç’ın elinde çırpınan güvercine sormalı.
“Savaş ama sevişme” tercümesi
Oradaki “peace”i de sakın ola “Make love, not war” olarak almayın. Hissettiğim mesajın tercümesi “Savaş ama sevişme!” Sen hep kahramanca savaş da, sevişmek filan başka. Öyle şıppadanak olmaz. Zamanı-nizamı gelince, o da olur inşallah.
Savaş hep gündemimizde. Sadece tarihimiz, tedrisatımız, destanlarımızla değil. Bildik bileli savaşıyoruz: Yurtta savaş, cihanda savaş, dünde savaş, bugünde savaş. Çocukluğumun, ergenliğimin “huzur mahallesi” böyle bir şiddet iklimiyle, havasıyla çevrili yani. Yağdığında anlıyoruz.
Şiddet, ölümsüz efsaneleri, yiğitlik, gözü karalık, kahramanlık, mertlik destanları, “kısas hukuku” ve hepsine dayalı “adalet”iyle bendine sığmıyor. Bir zamanlar bunun en üst rütbeleri arasında “Ah o eski kabadayılar” da var.
Sonra önce gangsterle, biraz büyüyünce de eski kabadayılığın havuzunda yüzer gibi yapan mafyayla tanışacağız. Aynen filmlerdeki gibi… Onlar da gelecek pazara kaldı. Anılarım arasında tanıştığımız “eskilerden bir kabadayı”, daha doğrusu çocukluğumuzda bize öyle gelen bir tür versiyonu da var. Önce onu anlatacağım.
(¹) “Tarihî bir muammanın analizi: Paranormal klip klak sanatı”, Serbestiyet, 25 Eylül 2022.