[11-12 Mart 2023]. Şaka gibi. Kara mizah. Çifte standartlılığın doruğu. Uzaya çıkmış hali. “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” tarifi, Devlet Bahçeli’de somutlanıyor.
Yıllardır kanıksadık artık. Gene de, sırf Şubat başından bu yana ne dediğini, nasıl dediğini kısaca hatırlamakta yarar var. Aşağıdaki ifadelerin hepsi, 7 Şubat, 14 Şubat, 21 Şubat, 26 Şubat, 28 Şubat, 7 Mart ve (bugünkü) 11 Mart konuşmaları ile Twitter mesajlarından alınmadır.
Muhalefet ve muhalifler için: Sosyal medya fareleri. Provokasyon peşinde koşan vandallar. Ajitasyon yapan çıkarcılar. Depremi fırsat bilen ahlâksızlar. Felâketi istismar etmeye gayret eden utanmazlar. Felâketten siyasi ve ekonomik rant devşirmeye heveslenenler. Siyaseti fitne kumkumasına, çadır tiyatrosuna, kavga ve kutuplaşma arenasına çeviren fırıldaklar. U dönüşleriyle meşhur devşirmeler. Ahlaki ve vicdani dayanışmadan mahrum zihniyetler. İftira cephesi. Ahbapçılar ve Babalacılar. Sahtekârlar. Akbaba gibi kanat çırpanlar. Zilleti siyasetten toplumsal zemine indirmeye gayret edenler. Yıkıcı dil ve eylem taktikleriyle çatışma iklimini yeşertmenin peşinden koşanlar. Zillete yardım ve yataklık yapanlar. Tribünleri ajan provokatörlerin güdümüne havale etmek maksadıyla oyun kuranlar. Türkiye düşmanlarının değirmenine su taşıyanlar. Ülkesine ve milletine sırt dönmüş odaklar. Hainler, eli kanlı teröristler, zillete düşenler, iç ve dış işgal cephesi. Yalancılar, yıkım failleri, damgalı müfteriler. İşbirlikçiler, soysuzlar, ruhunu satmış namertler. Üç beş çapulcu, beş on haydut. Bozguncular. Dış bağlantılı soysuzlar.
Muhalif eylem ve davranışlar için: Tertipler. Nahoş tezgâhlar. Millî ve manevî değerlerimizi zedelemek. Kavga ortamının fitilini tutuşturmak. Sokakları tahrik etmek. Türk-Kürt karşıtlığı üretmek. Toplumsal kaos çıkarmak. Seçimleri sabote etmek. Türkiye’ye diz çöktürmek, pes ettirmek. Sinsi provokasyon senaryoları. Türkiye düşmanları tarafından sipariş ve imal edilen karanlık planların ön hazırlığı. Alçakça bir kurgu. Bir avuç fanatik ve holigan gruba sipariş verilmiş iç ve dış bağlantılı zillet komplosu.
Özel olarak Anayasa Mahkemesi hakkında: [HDP’ye Hazine yardımına blokajı kaldırdıkları için] İflâh olmaz bir garabet ve gafillik. Adı yüksek, aidiyeti ve ahlakı küçücük olan bu mahkeme. Yürek burkan, hukuk skandalı olarak anılacak bir karar. Vicdanlarının sesini değil ihanetin sözünü dinlemek. Rezalet ve melanet. Milletle ters düşen, hainlere zeytin dalı uzatan, Türkiye düşmanlarının sırtını sıvazlayan kahredici bir yapı. Bölücü terör örgütünün arka bahçesi. HDP’nin kendi adayı AYM başkanı olmalıdır.
Karşılığında ne istiyor, ne vaat ediyor? Sürekli tehdit: Müsaade etmeyeceğiz. Müsamaha göstermeyeceğiz. Göz yummayacağız. Tasfiye edeceğiz. Devlete ve hükümete meydan okunmasını provoke edenlerin önce tespiti, ardından da tecziyesi mutlaka yapılmalıdır.
Ne diyeyim? Yok böyle bir dil. Çağdaş Türkiye tarihinde, ben şahsen bildim bileli ve bir tarihçi olarak okuduğum kadarıyla da, politikada böyle bir dil olmadı, kullanılmadı. Bir benzeri için belki çok gerilere, 15. yüzyıl başlarının, 1402 Ankara muharebesinin hemen öncesindeki Timur – Yıldırım mektuplaşmasına bakmak gerekir. İki ulu Türk hakanının, iki Müslüman sultanın nasıl böyle şeyler yazabildiğini, varsın “medeniyetimiz”i ve “milli tarihimiz”i idealize edenler düşünsün. Kendi payıma, kibrin de, küfrün de, hakaretin de bu derece ayyuka çıkması, sokak dili denebilecek bir üslûbun (hele Bayezid tarafından: “Ey ihtiyar köpek, tekfurdan daha şiddetli kâfirsin”) diplomasi dili gibi benimsenmesi, siyasetin bu kadar ayağa düşmesi, sadece orada gözlenebilir sanıyorum.
Hayat hikâyem konusunda, hele son yıllarda, hep açık davrandım. Solcu bir ailede, Marksist paradigma içinde büyüdüğüm ve etrafımda hep siyaset konuşulduğu için, bende de küçük yaştan itibaren böyle bir kulak dolgunluğu oluştu. Hâkim sınıf politikacılarına (öyle denirdi) kızmayı öğrendim. Fakat ne Bayar ve Menderes kuşağından, ne Süleyman Demirel ve Saadettin Bilgiç kuşağından, ne daha sonrakilerden – Alparslan Türkeş dahil, sağdaki ve aşırı sağdaki sivil politikacılardan, hiç bu kadar zenginleşmiş, bu kadar çeşitlenmiş, bu kadar uzun sıfat zincirlerine büründürülmüş bir dil görmedim ve duymadım. Komünist (veya gomonist) derlerdi alt tarafı. Moskova’ya (gidin) derlerdi. Servet düşmanı derlerdi. Vatansız derlerdi. Karşılığında solun neler dediğine girmiyorum; o da ayrıca incelenmeye değer. Fakat eh, bunlar da çok kötüydü kuşkusuz. Ama daha çok tek tek klişelerden ibaretti. Bahçeli’ninki gibi sürekli, kesintisiz bir habaset belâgati ve bombardımanı oluşturmuyordu.
Gariptir; aynı şey içinde yaşadığım, başıma gelen, şu veya bu şekilde üzerimden geçen askerî yönetimler için de geçerliydi. Faşizandılar ama bu, pleb karakterde bir sokak faşizmi değil, patriçi karakterde bir devlet faşizmiydi. Popülist olmadıkları için, popülist bir tahrik dili, aralıksız bir popülist kışkırtma, olası linç ve pogrom dili kullanmıyorlardı. Bahçeli bunu yapıyor işte. Ve bunun en kötüsünü, en aşırısını yapıyor. Tesadüf, yarın (veya bugün) 12 Mart 1971 darbesinin yıldönümü. Ben de gençliğimin çılgın aşırı solculuğunu yaşadım. Yakalandım ve işkence gördüm. Gerçi çok gerilerde kaldı. Ama sonuçta, 1971 ve 1980 darbelerinin mahvettiği nesiller içinde, tesadüfen hayatta kalan ve hayatını sürdürebilenlerden biriyim. Unutmuyorum bunu. Kendime sık sık hatırlatıyorum. Son elli yılını ekstradan, tesadüfen yaşıyorsun diyorum.
Geçtim. Asıl demek istediğim şu: Ankara’da, Güvercinlik’teki Kontrgerilla sorgu merkezinde bize işkence eden o teğmenler, yüzbaşılar, binbaşılar da kullanmıyordu böyle acayip bir nefret dilini. Onlara bir görev verilmişti ve profesyonelce yapıyorlardı. Elektrik veriyor, falakaya yatırıyor, yere su döküp şişmiş tabanlarınızla üzerinde zıplatıyorlardı. Zalim miydiler? Evet. Ama işte zulümleri bu devlet görevi ve profesyonelliğinde düğümleniyordu. Dışarıya, topluma salsanız, kendi aralarında bir parti kurdurtsanız (Turgut Sunalp’in o zavallı Milliyetçi Demokrasi Partisi misali), muhtemelen gene böyle bir dilleri, böyle bir üslûpları olmayacaktı.
Onlar etimizin, bedenlerimizin fiziksel işkencecisiydi; oysa Devlet Bahçeli bilincimizin, duygu ve düşüncelerimizin, vicdanımızın, insafımızın, ahlâkımızın, bütün insanî vasıflarımızın sözel işkencecisi bir bakıma. Ruhsuz, duyarsız bir adam; sevinmiyor, gülmüyor, üzülmüyor, ağlamıyor; en ufak bir hümör, bir espri anlayışı olabileceğini belli etmiyor; zaten deprem karşısında da belli etti, olağan tepkilerden ne kadar uzak olduğunu; kaskatı ve gergin, olağanüstü soğuk çehresiyle, kıpırtısız yüz hatlarıyla, sadece öfke ve nefret içeren, başka hiçbir inandırıcılık taşımayan upuzun konuşmalarını prompter’dan okuyor da okuyor. Bıktırırcasına.
Başka bir tuhaflık da var burada. Ülkücüler hep silâhlıydı, hep şiddetle içiçeydi. Bahçeli onları sokaktan çekmişti aslında. Merkeze kaydığı, ciddî bir devlet adamı olduğu izlenimini vermişti. Ama şimdi, her türlü şiddete tekrar zemin hazırlama kapasitesine sahip bu öfke ve nefret dili ne demek oluyor? Başka bir MHP, başka bir Ülkücü hareket mi söz konusu? Bu dil eski MHP dili mi, bir Alaattin Çakıcı dili mi? Aşırı milliyetçilik mi mafyaya el koydu, mafya mı aşırı milliyetçiliğe? Bir Sinan Ateş olayı yaşandı. Alabildiğine tuhaf davrandı Devlet Bahçeli. Kınamayı, bir başsağlığı dilemeyi dahi reddetti. Bütün bir şebekeye “vermem delikanlılarımı” diye sahip çıktı. Bir, bu cinayete (en azından) üzülmediğini doğrudan söylemediği kaldı.
Üzerine, “hükümet istifa” tezahüratı karşısında maçların seyircisiz oynanmasını önermesi bindi. Üzerine, Bursaspor maçı bindi. Tribünlerde birileri Beyaz Toros ve Yeşil pankartları açtı. Tansu Çiller – Doğan Güreş döneminin “kirli savaş”ını ya unutmuş, ya hiç tanımamış nesillere JİTEM cinayetleri tekrar hatırlatılmak istendi. Kim yaptı bunu? Kürt nefretinden ibaret miydi, burada mesele? AK Parti’nin politikası bu değildi ve hiç olmadı. Nitekim hoşlanmadılar da; Süleyman Soylu ve diğer hükümet sözcüleri kınamakta gecikmedi; Futbol Federasyonu Bursaspor’a 9 maç seyircisiz oynama cezası verdi. Bahçeli bunu “millî duruş” diye nasıl alkışlayabildi? Seçim öncesinde, bütün Kürt oylarının tek tek hesaplanacağı bir ortama girilirken, doğrudan doğruya Cumhur İttifakı’nın kaderiyle oynamak anlamına gelen böyle bir nasırlaşmış aldırmazlığı nasıl sergileyebildi?
Neyse ki konuştukça, daha doğrusu bağırdıkça etkisizleşiyor Devlet Bahçeli. Habire, kurt geldi diye köyü ayaklandıran yalancı çoban konumuna düşüyor. Zaten son anketlerde yüzde 5.8 gözüküyor oyu. Bu yüzden, artık önemli ölçüde “kağıttan kaplan” veya “kendine canavar” diyorum.
Fakat bu haliyle, acaba MHP artık destek mi kambur mu AK Parti için? Tabii iktidar mutlak surette muhtaç, yüzde 5’lere de düşse MHP oyuna. Ama madalyonun diğer yüzünde, Bahçeli’nin Erdoğan’a büyük zarar vermekte olduğu da açık. İşte bu hırçınlığıyla. Yerel seçimlerde İstanbul’u illâ ikinci tura götürme (ve daha beter kaybettirme) inadıyla. Sonrasında Erdoğan’ın bir ara belirip kaybolan daha geniş ittifaklar arayışı denemesine derhal ve çok katı biçimde karşı çıkması, (kendi kaderini buna bağlı gördüğü için) illâ Cumhur İttifakı demesiyle. Ve şimdi, Sinan Ateş vakasıyla. Tribün tezahüratını hükümete karşı diye yasaklamak istemesiyle. Kulüpleri tehdit etmesiyle. JİTEM’ci anılara destek vermesiyle.
Peki, AK Parti nasıl kurtulur bu ölü ağırlıktan? Cumhur İttifakı iktidarda olduğu sürece kurtulabilir mi? Bence mümkün değil. Bahçeli sımsıkı yapışır ve asla bırakmaz bu cepheyi.
AK Parti’nin kendisini 15 Temmuz 2016’dan sonra kısmen esir alan bu Bahçeli MHP’sinden kurtulmasının biricik çaresi, yenilmeyi göze almak ve sonra (14 Mayıs’ta seçilecek yeni iktidarın olası başarısızlıkları sayesinde) iki üç yıl içinde geri gelmeyi ummak olabilir mi?