MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’ın gelip Meclis’te konuşmasıyla ilgili yaptığı açıklama, ilk şaşkınlığın atlatılmasıyla birlikte, onun bu açıklamayı neden yaptığına dair bir tartışmayı da beraberinde getirdi.
Çözüm Sürecine karşı çıkan bir lider böyle bir çağrıyı nasıl yapabildi? Neden şimdi yaptı? Acaba sözlerinin arkasında durabilecek miydi?
MHP lideri, dünkü grup konuşmasında, yaptığı çağrının anlık bir ifade olmayıp, bilinçli bir tercihin ürünü olduğunu net bir biçimde gösterdi. Sözlerinin güçlü bir biçimde arkasında durduğu gibi, sorunların çözümü için ihtiyaç duyulan yaklaşımı da bir siyasi vecize gibi şöyle tarif etti:
“Tabular kalktıkça, ezberler bozuldukça, statüko delindikçe, insanlar birbirine dürüst davrandıkça, içlerinden geçeni özgürce söyledikçe, bir anlaşma ve mutabakat noktasından diğerine küçük adımlarla ilerlemek daha kolaydır.”
Şimdi özellikle milliyetçiliğin siyasetine talip olan çevrelerden beklenen türden tepkiler alıyor. Onun bu tepkileri öngördüğünü tahmin edebiliriz. Bu durumda onun bütün bunları göze alarak bu yolu açtığını değerlendirmek doğru olur.
O zaman baştaki soruya dönecek olursak, bunu neden yapıyor? Bunun için çağrının yapıldığı ortamı, yakın geçmişin tecrübeleri ile iç ve dış gelişmelerin ifade ettiği fırsatlar ve tehditlerle birlikte değerlendirmek makul olur.
Bu anlamda bütünlüklü bir değerlendirme, bugünü açıkladığı kadar, gelecekte yapılması gerekenlere dair tartışmalara da ışık tutabilir.
Artılar ve eksileri birlikte değerlendirmek
Bahçeli’nin çağrısı, muhtemelen konuya dair olumlu ve olumsuz birçok değişkenin bileşkesi olan bir analizin sonuçlarını yansıtıyor.
Geldiğimiz noktada PKK’ya karşı verilen silahlı mücadelenin devlet açısından başarılı olduğu bir ortam söz konusu. Ancak Kürt meselesi, yaşadığımız coğrafyanın enerjisini, insanımızın canını ve ülkenin maddi kaynaklarını tüketen, bizi sürekli olarak yoran ve güçsüzleştiren bir mesele olmaya devam ediyor. Başta ABD ve Rusya olmak üzere bölge ile ilgili bazı büyük devletlerin bundan hiç de şikayetçi olmadığını tespit etmek için özel bir kavrayış gücüne ihtiyaç yok.
Bugünden geriye baktığımızda, yüz yıllık geçmiş, çözüm adına işimizi kolaylaştıran faktörler arasında değil. Geçen yüzyılda İngiltere ve diğer devletler bölgeden çekilirken, arkalarında birbirimizi yiyerek enerjimizi tüketeceğimiz bir ortam bıraktılar. Çeşitliliği reddeden etnik kimliğe dayalı politikalarıyla bölgedeki ulus devletlerin rolü de sorunu ortaya çıkarıp kronikleştirmek oldu. Bu anlamda geçmişin yükünden gelen güvensizlik ve yaşananların nesilden nesle aktardığı olumsuz kanaatler, zaman zaman güncel durumun da serinkanlı bir değerlendirmesini güçleştirebiliyor. Sadece 1920’lerin, 30’ların yükü değil bu; her ara dönemde nükseden ve 90’larda kendisini yeniden hatırlatan olumsuz bir hafıza var.
Ama bunların üstüne gelen olumlu bir hafıza da var. Çözüm Süreci, ilk aşamada başarısız olmasına veya öyle görülmesine rağmen, acılı bir geçmişten ve onun belirlediği statükodan olumlu anlamda önemli bir kırılmayı, bildik devlet anlayışından ilk kez anlamlı bir ayrılmayı ifade etti. Kürt sorununu kendisiyle başlatan inkâr bitti. Tanıma, geçmişle yüzleşme ve kırılanı yapıştırma çabası en üst düzeyde ve ilan edilerek yürütüldü. Geriye kalan sivil ve siyasi haklar alanındaki anayasal ve yasal düzenlemeleri tamamlamaktı; ki asıl büyük geçidin aşıldığı bir ortamda o da ulaşılamaz değildi. Olmadı; o son geçit aşılamadı. Ama Kürtlerin hendeklere destek vermemesinin, Diyarbakır’da ve diğer illerde şehrin bir tarafında insanlar ölürken diğer tarafında hayatın sanki hiçbir şey yokmuşçasına sürdürülmesinin, öyle veya böyle bir Çözüm Süreci’nin yaşanmış olması gibi bir zemini vardı. Bugün bunu MHP lideriyle beraber o gün sürece muhalif görünen pek çok kişinin de takdir edebildiğini düşünmek mümkün. Bu anlamda Çözüm Süreci’nin başarısızlığından değil ilk aşamada başarısız olmasından veya sekteye uğramasından söz etmek daha doğru olabilir.
Yakın geçmiş herkes için öğretici oldu. Toplum olarak güçlü ve zayıf yanlarımıza dair artık daha fazla bilgi sahibiyiz. Örneğin ABD’nin çözüm sürecini Suriye üzerinden sabote etmek için yaptıklarıyla beraber gelen bir tecrübe de var. (Devlet Bahçeli’nin Türkiye’de müesses nizamın etkili aktörleri anlamında devlet”i temsil ettiğini veya “devlet aklı”nı yansıttığını düşünenler vardır. Mevcut siyasi aktörlerden bağımsız bir devlet veya böyle bir devlet aklı var mıdır, tartışılır; ama yakın geçmişe dair herkes gibi devlet insanlarında da bir tecrübenin mevcut olduğunu tespit etmek mümkün.)
Türkiye’de şiddetin gayrimeşruluğu bugün daha net görünüyor. 2010’ların demokratik idealleri geride kalmış görünse de bu ortam yeni bir anayasadan bile bahsetmeyi mümkün kılıyor.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin, özellikle yasama yürütme dengesine dair giderilmeyi bekleyen bazı sorunlarına rağmen, yürütmenin başını seçmek için yüzde elliyi şart haline getirmesi, CHP’yi ve laik milliyetçi diğer siyasi aktörleri kazanmak için muhafazakarların ve Kürtlerin oyuna mecbur kılıyor. Bu da onları, örneğin yeni süreç ve anayasa ile ilgili olarak eski “istemezük”çü tutumlarıyla mesafelenmeye zorluyor. CHP, İYİ Parti ve diğerlerinin yüzde elli ihtiyacı, Kürtlerle beraber muhafazakâr dindar kitleleri de bir şekilde kabule zorluyor. Partinin geleneksel İslami değerlerle ve Kürtlerin haklarıyla ilgili eski keskinliğin yerini zikzaklı bir tutuma gelgitlere bıraktığı bir ortam bu. CHP yönetimi Kürt sorununun nasıl ortaya çıktığını, inkâr, tedip, tenkil gibi uygulamaların ne zaman yaşandığını konuşup geçmişiyle yüzleşmese bile, yeni sistem onu daha olumlu bir pozisyona zorluyor.
Güvenlik açısından PKK’nın artık içeride eylem yapamadığı bir ortam, çözüm için devlet tarafının elinin gücünün zirvesinde olduğu bir ortamı ifade ediyor. Bu tespiti yapmak için TUSAŞ saldırısını unutmak gerekmiyor. Ama sonuçta1900’larda yaşamıyoruz; PKK’yı bitirdiğini iddia edenlerin söylediklerinin aksine “şikeli savaş” tespitlerinin yapıldığı ve kırsalda durumun farklı olduğu yıllarda değiliz.
Artık provokasyonlara karşı daha şerbetli bir toplumdan ve siyasetten de söz edilebilir. TUSAŞ saldırısına ve kayyımlara rağmen başta MHP lideri olmak üzere kimsenin çabucak fikir değiştirmediği bir tecrübi birikim de var.
Dışarıda ise Türkiye’nin kendisine yaklaşan ciddi bir tehditle karşı karşıya olduğu değerlendirmesi var. Bu değerlendirmeye göre İsrail’in Anadolu topraklarının bir bölümünü de içine alan “vadedilmiş topraklar”ı artık uzak bir ırkçı hayali değil her geçen gün Türkiye’nin daha fazla yanı başında hissettiği yakın bir tehlikeyi ifade ediyor. Netanyahu ve ekibinin sergilediği vahşete rağmen ABD’nin koşulsuz desteği, Türkiye adına da kaygı duymak için ilave sebepler olduğunu düşündürüyor. Suriye’de ABD güdümündeki SDG’ye, İsrail’in uluslararası konjonktürün uygun olduğunu düşündüğü bir gelecekte Türkiye’ye müdahale için kullanıp sonra onu da yutmak isteyeceği (Çünkü Kürdistan da o vadedilmiş toprakların içinde yer alıyor) bir işlev biçiliyor olabilir. Bu bağlamda, tarihin gittikçe hızlanarak aktığı bir dönemde Türkiye’nin yaklaşan tehlikenin farkına vararak, kendi iç sorunlarını çözüp bu saldırıyı bertaraf etmeye çalışacağını düşünmek mümkün.
Geçmişi geride bırakmanın imkanları
İşte Devlet Bahçeli’nin yaptığı açıklama bütün bu iç ve dış gelişmeler ışığında önem kazanıyor. Milliyetçi bir lider olarak onun bütün bunları enternasyonalist idealler ya da İslam’ın ümmet anlayışıyla yapmış olabileceğini iddia eden yok. Öyle olması da gerekmiyor.
Açık ki o bunu siyasi kariyerinin bu önemli aşamasında kişisel bir çıkar veya ilave bir siyasi avantaj için istemiyor. Tersine, risk alıyor. Bu anlamda asıl cesaret, İYİ Parti liderinin veya kendisine milliyetçi siyasette yer açmaya çalışan lider adaylarının gösterdiği türden tepkilerde değil, Devlet Bahçeli’nin tutumunda somutlaşıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi o sadece elini değil, tüm vücudunu taşın altına koyuyor. “Türkiye Cumhuriyeti’nin âli menfaatleri uğruna her vasatta temel ve ortak değerler etrafında el ele tutuşmaya, elimi uzatmaya varım ve hazırım” derken, kendi milliyetçilik ideolojisiyle uyumlu bir girişim ve ülke için iyi olduğunu düşündüğü için bu adımı attığını anlatmış oluyor. Yani dünya görüşünü değiştirmediğini ve o dünya görüşünün öncelikleri temelinde tutarlı olduğunu söylüyor.
Sonuçta kim tarafından yapılmış olursa olsun, bu çağrı önemli. Bu konudaki çözüm perspektifinin Cumhur İttifakı’nın milliyetçi ortağından ve bütün bir siyasi kariyeri Türk milliyetçiliği üzerine kurulu bir liderden gelmesi önemli.
Siyasette bir yumuşama ve uzlaşma atmosferini geliştirecek her yaklaşım ve adım değerli ve hangi sebeple geliştirilmiş olursa olsun desteklenmeyi hak ediyor. Bu bağlamda MHP liderinin, gelecek tüm tepkileri göze alarak açtığı yol, yüz yıllık acılı bir parantezi kapayarak ülkenin büyük bir sorununu çözmek ve onu geleceğe çok daha güçlü bir biçimde hazırlamak için tarihi bir imkânı ifade ediyor.