2024 Olimpiyatları’nın adresi Paris’ti. Tabiatıyla, Paris ilgi odağı oldu ve bütün gözler bu şehre çevrildi. Sosyal medya Paris paylaşımlarıyla sallandı, sağda solda Paris’in tarihi, kültürü, görülmesi farz olan yerleri ile ilgili birçok bilgi paylaşıldı. Tevafuk bu ya, ben de olimpiyat günlerinde gelecek dönem derste işleyeceğimiz Sefiller’in* sayfaları arasında geziniyor ve notlar tutuyordum. O vesileyle ben de epey bir Paris mesai yapmış oldum.
Malum Victor Hugo Sefiller’de kürek mahkûmu Jean Valjean’ın öyküsü eşliğinde döneminin esaslı ve hararetli konularına da değinir. Misal, Fransız Devrimi’nin farklı toplumsal kesimlerde farklı algılandığını ortaya koyar. Kimilerince göğün en tepesine çıkarılan devrimin kimilerince de yerin dibine batırıldığını anlatır.
Keza dindarlık-sekülerizm tartışmalarına da dalar; ibadethanelerin tarih içinde oynadığı rolleri, bugünün dünyasında inancın insan hayatındaki yerini tartışır. Uzun uzadıya Napolyon’dan bahseder; 1815 Haziran’ının 17’sini 18’ine bağlayan gecede yağmur yağmasaydı ve Waterloo’da Napolyon savaştan galip çıksaydı, dünya ve Avrupa’nın kaderinin başka yöne akacağını, tarihin başka türlü yazılacağını belirtir.
Suç ve ceza, hukuk ve kanun, adalet ve meşruiyet gibi kavramlar üzerinde ayrıntılı bir şekilde düşünmemizi sağlayan bu devasa eserde, bahtsız Jean Valjean kadar mühim bir başka kahraman daha vardır: Paris.
Hugo için dünya bir tarafa Paris bir tarafadır. Onun satırlarında Paris, içinde barındırdığı bütün güzellikleri ve çirkinlikleriyle bir başka âlemi yansıtır. Geceleri ve gündüzleri bir başkadır; güneşi ve ayı, bir başka parıldar. Paris, gün olur her yerden daha fazla ışık saçar, gün olur her yerden daha kasvetli bir renge bürünür.
Paris söz konusu olduğunda, Hugo’nun kalemi daha bir işlek olur. Hevesle ve şevkle anlatır. Kâğıdın üzerine dökülmeyi bekleyen cümleler, sanki gemlenemez bir sabırsızlık içindedir. Hugo, sizi alır Paris’in caddelerinde ve sokaklarında gezdirir, bir nefes almanız için sizi parklarında oturtur.
Konukseverdir; Paris’in büyük ya da küçük evlerinin içine çeker sizi, nezaketle misafir eder. Zamanda yolculuk yapar, dün ile bugün arasında gidip gelir ve bu büyülü şehirde meydana gelen değişimleri tek tek ve detaylarıyla açıklar. Gözünüzde eskinin ve yeninin Paris’ini canlandırır.
“Paris’in kaldırımlarına düşmek”
“1862’nin Paris’i, banliyösü Fransa olan bir şehirdir” der Hugo. Bütün bir Fransa kenar mahalle, şehir olan bir tek Paris!
Lakin bu şehrin de kendi kenar mahalleri vardır ve Hugo, Paris’i ve Parislileri anlamak için bizi bu kenar mahallelere davet eder. Çünkü “Parisli denen ırkın gerçek yüzü özellikle kenar mahallelerde ortaya çıkar; safkan oradadır, asıl yüz oradadır, bu halk orada çalışır, orda acı çeker; çalışma ve acı insanın iki yüzüdür.”
Paris’i izah edebilmek, onun kenar mahalle çocuklarını (yumurcaklarını, haylazlarını) tanımakla mümkün olabilir. Bu çocuklar her gün yemek yemezler, ancak canları istediğinde bir gösteriye gitmekten de geri kalmazlar. Büyümüş de küçülmüş gibidirler. Burjuvalardan nefret ederler. Oyunları ve muziplikleri kendilerine mahsustur. Ağızları çok iyi laf yapar, deyişleri ardı ardına sıralarlar. Yürek parçalayıcı bir yoksulluk içinde bile aniden neşelenmek gibi özel bir yetenekle donatılmışlardır.
Sanata hafif bir eğilimleri olsa da okumayı sevmezler. Hayatı kitaptan değil sokaktan öğrenirler. Onlara eşlik eden sert gerçeklerle sıkıntılar içinde yaşar, büyür, ilişki kurar, gelişir ve kendilerince çözüm üretirler. Bu çözümlerin tamamen onurlu ve temiz çözümler olması da gerekmez.
Paris banliyölerinde her daim ilginç mekânlara rastlanır. Kimse bu çocuklar kadar bu mekânlara vakıf olamaz. Kenar mahallerinin bitişiğinde uçsuz bucaksız ıssızlıklar uzanır. Sokak çocukları bu alanlarda nefes alırlar, okulu kırıp buralarda oyunlar oynar, şen kahkahalar atar, şarkılarıyla etrafı inletirler.
“Paris merkez, banliyö çeper, işte bu çocukların bütün dünyaları burasıdır. Bu sınırların ötesine asla geçemezler. Tıpkı sudan çıkamayan balık gibi Paris’in atmosferinden uzaklaşamazlar. Onlar için şehir kapılarının iki fersah ötesinde hiçbir şey yoktur.” (s. 682)
Paris’in haylazlarının ayaklarının kayması an meselesidir. Az ışık alan evlerinin hepten karanlığa gömülmesi, ailelerinin parçalanıp dağılması ve çocukların heder olup gitmesi bir adım uzaktadır. Çocukların heba olması ve kaderlerinin kararması neredeyse normal sayılır; bu hüzünlü durum, “Paris’in kaldırımlarına düşmek” gibi bir deyişi dile sokar.
“Paris, insanlığın doruk noktasıdır”
Çocuklar için tehlike salt sokakta değildir; bazen görevi çocukları korumak olan devletin kendisi çocukları düşürür. Mesela monarşi döneminde devlet, adeta çocukları yağmalar. XIV. Louis, bir donanma kurmak ister. Donanma için kadırgalara, kadırgaların hareket etmesi için de kürek mahkûmlarına ihtiyaç duyulur. XIV. Louis’nin Maliye Bakanı Jean-Baptiste Colbert de, bunun için, taşradaki yöneticilerden ve parlamenterlerden mümkün olduğunca çok kürek mahkûmu üretmelerini ister.
“Üst düzey yöneticiler ve yargıçlar bu görevi keyifle yerine getiriyorlardı. Ayin alayı geçerken şapkasını çıkarmayan biri Protestanlık suçlamasıyla kürek mahkûmiyeti cezasına çarptırılıyordu. Sokakta, on beş yaşında yatacak yeri olmayan bir çocuğa rastlandığında küreğe gönderiliyordu. Ulu hükümranlık, büyük yüzyıl!” (s. 684)
Sokak çocukları arasında itibarlı olmak, farklı hususiyetleri taşımayı gerektirir. Mesela unutulmayacak bir kaza atlatmak, muhatabının yüzünü kan revan içinde bırakan bir yumruk atmak ya da öküz indiren bir yumruk karşısında ayakta kalkmak, çocuğu itibarlı kılar. Sokakların tozunu yutmuş her haylaz, Paris’in bütün polislerini iyi tanır. “Polislerin ruhunu açık bir kitap gibi okur”; kimin iyi kimin kötü, kimin merhametli kimin zalim olduğunu bilir, hafızasına kaydeder ve olur da bir gün karşı karşıya gelirse ona göre muamele eder.
Paris’in sokak çocuğu hem saygılı hem alaycı, hem nazik hem de küstahtır. Çamura bulanan da odur, ayaklanmalarda bayrağı çeken de. Her türlü alçalmaya da açıktır, gelişmeye de. Alaycılığı direnmeye, haylazlığı kahramanlığa dönüşebilir. Velhasıl bu çocuk topluluğu, ulus için, bir taraftan bir lütuf, diğer taraftan ise iyileştirilmesi gereken bir hastalıktır. Bu hastalık ışıkla, yani evrensel bilgiyle ve iyi bir eğitimle iyileştirilebilir.
Eğer Fransa bu çocukların hastalıklarını iyileştirmek için çaba gösterirse, bu çocuklar aydınlığın içindeki alevler gibi parlayacaklardır. Yok, eğer Fransa bu çocuklardan elini çeker ve onları kaderlerine terk ederse, o vakit de bu çocukların karanlığın içindeki saman alevlerinden öte bir manası olmayacaktır. Karar, Fransa’nındır ve bu karar hayatidir. Çünkü bu çocuklar Paris’i, Paris ise bütün dünyayı izah eder.
“Çünkü Paris bir bütündür. Paris, insanlığın doruk noktasıdır. Bu olağanüstü şehir ölmüş ve yaşayan tüm geleneklerin özetidir. Paris’i gören, tüm tarihin arka yüzünü gök ile takımyıldızlar arasından gördüğünü sanır.” (s. 690)
“Cüret etmek, ilerlemenin bedelidir”
Hugo, biz okurlarına muazzam bir Paris portresi çizer; onun Paris’e dair kuvve-i muhayyilesi müthiştir. Ona göre, dünyanın herhangi bir yerinde var olan her şey Paris’te mevcuttur. Arayanın Paris’te arayıp da bulmayacağı bir şey yoktur. Paris, her şeyi kendisine yakıştırmasını bilir ve uysal bir çocuk gibi her şeyi kendisine yaraşırcasına kabul eder.
Paris, hükümrandır; kuvvetinin kaynaklarından biri, çeşitliliğidir. Orada herkese yer bulunur; orası dâhiye de soytarıya da kucağını açar. “Dehalar alev saçar, soytarılar orada refah içinde yaşarlar.” Sınırı yoktur Paris’in. Egemenliği altında yaşayanları bazen büyütür, bazen de küçültür. Sadece yasa yapmaz, moda ve alışkanlıklar da Paris’in eseridir.
“Paris uygun görürse ahmak gibi davranabilir; bazen kendini bu ahmaklığa kaptırdığında evren de onunla birlikte ahmaklaşır. Ardından Paris uyanıp gözlerini ovuşturarak ‘Ne aptalım?’ der ve insanlığın yüzüne bir kahkaha patlatır. Bu şehir ne muhteşemdir! İhtişamın ve maskaralığın uyum içinde olması, bu görkemin bu parodi tarafından rahatsız edilmemesi, aynı ağzın bugün kıyamet borusunu, ertesi gün kamış flütü çalması ne gariptir! Paris’in görkemli bir neşesi vardır. Onun neşesi yıldırımdan yapılmıştır ve elinde hükümdarın asasını tutar. Taşkınlıkları, günleri, başyapıtları, mucizeleri evrenin diğer ucuna kadar yayılır, saçma sapan tekerlemeleri de.” (s. 694)
Paris, gösterişlidir; bin yıllık feodaliteyi üç saatte yıkmış, bununla yetinmemiş bir de bunu bütün dünyaya dayatmıştır. Paris, yol göstericidir; kitapları, tiyatrosu, sanatı, kitabı ve felsefesiyle insanlığa yön tayin eder, geleceğin rotasını çizer. “O, geleceğin aydınlandığı her yerdedir.”
Dünyayı kendi diliyle konuşturur Paris; ilerleme fikrini bir daha çıkmamacasına insanların zihnine kazır ve genç kalplerde özgürlük ateşi yakar. Hugo, evrenselliğin bütün çizgilerini bu şehrin yüzünde ya da yüzlerinde görür. Paris’i evrenle eşanlamlı tutar. Onda bütün uygarlıkların olduğu gibi bütün barbarlıkların da özetini bulur.
“Paris böyledir işte. Bacalarının dumanı evrenin düşünceleridir. İster taş ister çamur yığını deyin, o tinsel bir varlıktır. Büyük olmaktan daha fazlasıdır, o uçsuz bucaksızıdır. Neden? Çünkü cüret eder. Cüret etmek, ilerlemenin bedelidir.” (s. 696)
Gerçekten böyle midir, bilmem. Ben, Hugo’nun yalancısıyım. Ama kendisini böylesine muhteşem tasvir eden bir yazara sahip olduğu için Paris herhalde dünyanın en zengin şehirlerinden biri olmalı. Ben bunu bilir, bunu söylerim.
* Victor Hugo, Sefiller, Çeviri: Volkan Yalçıntoklu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019.