“Bizim zaferimiz onların, onların mağlubiyeti bizimdi.”
Bu cümle Mehmet Arif Bey’in “Başımıza gelenler” isimli kitabını sadeleştiren Nihat Yazar’a ait bir dip not.
Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ile birlikte savaşa girmemizi eleştiren bir cümle.
Erdoğan da geçenlerde İsrail’i kastederek “oraya gireriz” dedi.
Tamamen iç politikaya yönelik bir gaz alma söylemiydi bu.
Zira 1967 ve 1973 Arap–İsrail savaşını Sayın Erdoğan’ın bilmemesi mümkün mü?
İsrail bu savaşlar sonucunda topraklarını yaklaşık 3-4 kat artırdı.
Bu savaşta yenilenler Filistinliler olmadı.
Yenilenler Mısır, Ürdün, Suriye, Suudi Arabistan ve Irak ittifakıydı.
Kaldı ki Taha Akyol’un yazdığı gibi “Hiçbir Arap ülkesinde İsrail’e direnecek mecal kalmamıştır. Bugün İsrail faşizmini caydıracak askeri-teknolojik güce ve o gücü taşıyabilecek ekonomiye sahip tek Müslüman ülke yoktur.”
Buradan Mehmet Arif Bey’in “Başımıza gelenler” isimli kitabından devam edelim.
Mehmet Arif Bey (1845-1898), Osmanlı döneminde Adliye Nezareti’nde (Adalet Bakanlığı) görev yapmış bir hukukçudur.
Aynı zamanda Müşir Ahmet Muhtar Paşa’nın özel kalem müdürüdür.
Müşir Ahmet Muhtar Paşa 1877’de başlayan Osmanlı-Rus Savaşı’nda (’93 Moskof Harbi) Anadolu Orduları Baş Komutanı’dır.
Daha sonraları Trakya, Girit ve Mısır’da başlayan isyanları bastırmakla görevlendiriliyor.
Mehmet Arif Bey de Ahmet Muhtar Paşa’nın özel kalem müdürü sıfatıyla şahit olduğu bütün olayları “Başımıza Gelenler” başlığıyla iki cilt halinde kitaplaştırıyor.
Kitap bir harp ceridesinden (günlüğünden) farklı olarak olayları sosyal, askeri, siyasi, ekonomik açıdan değerlendiriyor.
İşin ilginç yanı, besmeleyle başlayıp bolca hadis ve ayete içeriğinde yer veren kitabı, dönemin laik ve kimilerine göre dinsiz(!) ordusunun gün yüzüne çıkarması.
Kitap 1969 yılında Harp Akademileri Komutanlığı yapan E. Orgeneral H. Doğan Özgöçmen tarafından çoğaltılarak bütün birliklere ve askeri okullara adeta bir başvuru kılavuzu olarak gönderilmiş.
Ben de bu kitabı ilk olarak 1978-1980 yılları arasında Kuleli Askeri Lisesi’nde öğrenciyken okumuştum.
Kitabı her elime alışımda aynı şeyleri düşünürüm: Bizim şarkiyatçı cenahta hiç mi değişen bir şey yok?
Mehmet Arif Bey ta yüzyıl öncesinden “Tarih bir milletin bakıp bakıp da varsa ayıplarını noksanlarını görüp gözeteceği bir aynadır” diyor.
Karışık bir ironiyle şöyle devam ediyor: “Daha dört gün önce Osmanlı Devleti’nin emir ve fermanına mahkûm olan ehemmiyetsiz Mora eyaletini, Yunanistan yapan tarihtir.”
Mehmet Arif Bey yaşadığı dönemin tarih anlayışını ise şöyle dile getirir: “Bizde şimdiki halde okutulan tarihe, tarih dersi demek abestir. Öğretmen masalcı, öğrenen hafızlayıp sınıf geçendir.”
Günümüze ne güzel de uyuyor değil mi?
Hele ki ilahiyat alanında…
“Siyer” okumaları artık tarikat liderlerinin gördükleri çeşit çeşit fantezi içerikli rüyalarla şekillenmiş durumda.
Bazı hadisler ise siyasal pragmatizmin sosuyla kendini güncellemeye devam ediyor.
Aşağıda belirttiğim üç hadis de aynı kaynaktan (Buhari).
“Nebilerden birini karınca ısırmış. O peygamber karıncaların evinin yıkılmasını emretmiş ve yakılmış. Bunun üzerine Allah o peygambere ‘Seni bir karınca soktu değil mi? Ya sen Allah’ı tesbih eden ümmetlerden bir ümmeti yakmadın mı?’ diye hitap etmiş.”
Ancak karıncaları ümmet gören bir anlayış, aynı toleransı nedense yine bir başka canlı olan köpeklere tanımıyor.
“Sürü veya av veya ziraat köpeği dışında bir köpek besleyen kimsenin ecrinden her gün bir kırat eksilir.”
Dahası bugünkü muhafazakâr yöneticilerimizin önünü açan kapı gibi hadisler de var:
“Resûlullah köpeklerin öldürülmesini emir buyurdu ve Medine civarına da köpeklerin öldürülmesi için haber gönderdi.”
Dolayısıyla Sokak Hayvanları Yasası da muhafazakâr bir iktidar döneminde vicdan muhasebesi rafa kaldırılmak suretiyle kolaylıkla geçebildi…
Çünkü bu coğrafyada bir nefesi kesmek bazen bir fetvaya, bazen de bir işaret parmağına bakar…
Çoğu kez de hamaset fiilin önüne geçer.
“Kindar ve dindar bir nesil” projesinin fikir babası Necip Fazıl mesela…
Sosyal yaşamının söylemine tezat olduğu kabak gibi ortadayken bu çelişki muhataplarınca asla kabul görmez.
Hele ki hukuka “bana hak, sana değil” bağlamında giydirilen tarihsel kılıflar yok mu?
Bu sadece sağın ve dindarların bir sorunu mu?
Tabii ki değil…
Aynı çanaktan beslenen toplumlarda, nüvedeki bir bozukluk tamamına sirayet eder.
Tarihi Kızıldere olayını hatırlayalım:
26 Mart 1972 günü THKP-C ve THKO mensubu 11 kişi, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamını engellemek amacıyla Ünye Radar Üssünde çalışan birisi Kanadalı, ikisi İngiliz olan üç teknisyeni kaçırmıştı.
30 Mart 1972’de yapılan operasyon sonucu Mahir Çayan başta olmak üzere 10 kişi güvenlik güçleri tarafından öldürüldü.
HDP’ den eski milletvekili Ertuğrul Kürkçü ise operasyondan yaralı olarak kurtulmuştu.
Kaçırılan 3 yabancı asker de bu operasyon sonucunda hayatını kaybetmişti.
Kürkçü yargılandığı Dev-Genç Davası’nda “Üç İngilizi kura çekerek öldürdük” demiş ve gazetelere manşet olmuştu.
Kürkçü daha da ileri giderek “Ve aslında tarihin gidişine, Türk toplumunun ilerleyişine karşı olan bir harekete dört elle sarıldım ve bu anlamda silaha sarıldığım için tarihe ve kendi halkıma karşı suç işlediğim inancındayım” demişti.
Kürkçü olaydan kurtulan tek görgü tanığı sıfatıyla 3 yabancıyı infaz ettiklerini itiraf etse de, ona kimse inanmadı değil; inanmak istemedi.
Zira insanlığı kurtaracak bir hareketin insan öldürerek yola çıkması açıklanabilecek bir durum değildi.
Dolayısıyla bu konuda şarkılı türkülü alternatif bir tarih yazmak kaçınılmazdı:
“Oy dere Kızıldere/Böyle akışın nere/Onlar biter mi sandın/Sana can vere vere…”
Oysa karşılıklı dökülen bir kan varsa size kızıl görünen dere karşınızdakine mavi görünmez.
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarına karşı çıkarken nekrofiliyi merkeze koyarsanız o günkü cuntacılara benzersiniz.
Hamas’ın eylemleri ile Filistin halkının haklı mücadelesi arasındaki o hassas çizgiyi görmemek gibi.
Yine Nazım’ın Şeyh Bedreddin destanını hatırlayalım!
Allah için edebi açıdan harika bir destan… Hele ki rahmetli Ahmet Kaya’nın o benzersiz tok sesinden.
Destan, malumunuz, 1420 yılında Mehmet Çelebi’ye karşı ayaklanan Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in hikâyesini anlatıyor.
Oysa Şeyh Bedreddin Vahdet-i vücud fikrini savunan, fıkıh ve tasavvuf alanında ön plana çıkmış, asi ve bir o kadar bürokratik bir kimlik.
Timur’un saldırısı sonucu dağılan ve fetret dönemine giren Osmanlı’da köylüleri ve yoksul dervişleri merkezine alan bir isyanın öncüsüdür.
Şeyh Bedreddin bazı tarihçilere göre mülhit, zındık veya peygamberlik iddiasında bulunmuş bir deli, kimilerine göre amacı padişahlık olan bir asi, bazılarına göre de gerçek bir âlim olarak görülür.
Ancak Şeyh Bedreddin Nazım Hikmet’le birlikte sosyalist bir devrim kahramanına dönüşür.
İnsan sormadan edemiyor: Şeyh Bedreddin nere, Marksizm nere?
Bu konuda en iyi yorumlardan birini Independent Türkçe yazarlarından Mehmet Mazlum Çelik yapmış:
“Şeyh Bedreddin destanı Marksizm’in kendisine tarihten bir referans bulma arayışıdır. İnanç düzeyinde kutsal görülen her ideoloji kendisine tarihten bir kök bulduğu zaman daha kutsal bir alanda hareket alanı sağlamış olur.”
Herkes Dostoyevski’nin roman kahramanı Raskolnikov olmuş ve kendi cinayetini kutsuyor.
Bunun işin sağcısı, solcusu olmaz…
Mehmet Arif Bey “Başımıza Gelenler” isimli kitabının arka kapağında ise yüzyıl öncesinden adeta içinde bulunduğumuz çağı özetlemiş.
“Ahlaki, içtimai, iktisadi ve siyasi alanda ve devletin idaresinde rüşvet, fesat ve yağcılık aldı başını yürüdü. Yapmadık yıktık! Onarmadık harap ettik! Milli servetimiz mahvoldu. Ona bağlı olarak siyasi gücümüzü de yitirdik, bitti!..”
Mehmet Arif Beyler’in başına gelenlerin bizim de başımıza gelmemesi temennisiyle…