Bilindiği üzere Yüksek Disiplin Kurulu Başkanı Korgeneral Tevfik Algan teğmenlerin ihracına şerh koydu, itiraz etti ve akabinde emekliliğini istedi.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Tevfik Algan’ın bu tutumundan rahatsız olanların Algan’ı sürgüne yollamak istediğini, Algan’ın ise gerekli cevabı istifa dilekçesini basarak verdiğini söyledi.
Özgür Özel, Algan’a baskı yapanlar konusunda iki kuvvet komutanının ismini verdi:
“Kara Kuvvetleri Komutanı Selçuk Bayraktaroğlu ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Ercüment Tatlıoğlu ne yaptığınızı biliyorum ve Hulusi Akar’a söylediğimi size de söylüyorum. Siz arkadaşlarınızın hayır duasını değil, bedduasını almış adamlarsınız.”
İktidar cenahı bu konuşmaya anında tepki verdi.
En büyük tepkiyi de Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan gösterdi.
“Başkomutan olarak söylüyorum ayağını denk al, denk almazsan biz denk getirmesini biliriz.”
Erdoğan, gün be gün alıştığımız o tehdit dilini bu kez askeri bir kavramla pekiştirdi:
“Başkomutanlık”!..
Peki, nereden çıktı bu “Başkomutanlık”?
Yasa bir yana, anayasalarda dahi nasıl yer aldı? Şöyle bir hatırlayalım!
Başkomutanlık “icrai” bir görevdir
Yıl 1919, Milli Mücadelenin ilk yılları….
Mustafa Kemal’in 8-9 Temmuz gecesi Erzurum’da bulunduğu sırada Saray tarafından resmi memuriyetine son verildi.
Mustafa Kemal Paşa bunun üzerine Harbiye Nezareti’ne ve Padişah’a, ”resmi vazifesiyle beraber askerlik mesleğinden de istifa ettiğini” bildiren bir telgraf gönderdi.
Yani makamına son verenlere, üniformasına veda ederek cevap vermiş oldu.
Sonrası malumunuz, sivil bir şahıs olarak “Milli Mücadele” dönemini başlattı.
TBMM, 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı ikinci toplantısında Mustafa Kemal’i Meclis Başkanlığına seçti.
8 Kasım 1920’de yapılan Meclis toplantısında düzenli ordunun kurulmasına karar verildi.
1921 yılının Ocak ve Nisan ayları arasında süren İnönü Muharebeleri’nde Ankara Hükümeti büyük bir prestij kazandı.
Yunan işgal kuvvetleri, Türk ordusunun taarruz gücüne erişmesini önlemek amacıyla 10 Temmuz 1921 ile 24 Temmuz 1921 tarihleri arasında Kütahya ve Eskişehir’e saldırdı.
Ankara Hükümeti, Yunanistan’a karşı Kütahya-Eskişehir Muharebeleri’ni kaybederek Sakarya nehrinin doğusuna çekilmek zorunda kaldı.
Mustafa Kemal muhaliflerce bu yenilginin sorumlusu olarak gösterilince Meclis’te “Ordunun başına geçsin!” görüşü ortaya atıldı.
Bu görüş Mersin Mebusu Hüseyin Selahattin Köseoğlu Bey aracılığıyla Meclis’te gündeme getirildi.
Bir takım tartışmalardan sonra 5 Ağustos 1921’de Meclis tarafından çıkarılan “Başkumandanlık Kanunu” ile “Başkumandanlık” yetkisi 3 aylık süreyle Mustafa Kemal’e verildi.
Sakarya Meydan Savaşı’nın kazanılmasından sonra, Millet Meclisi, 19 Eylül 1921’de çıkardığı bir kanunla Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya bu kez ”Müşir” (Mareşal) rütbesi ile ”Gazi” unvanını verdi.
Başkumandanlık Kanunu daha sonra üçer ay uzatıldı. (30 Ekim 1921, 4 Şubat 1922, 6 Mayıs 1922)
Mustafa Kemal’e “Başkumandanlık” yetkisi 20 Temmuz 1922’de TBMM tarafından süresiz olarak verildi.
Bu yetkiyle Büyük Taarruz ’da ordunun başına geçen Mustafa Kemal Paşa savaş sonunda verilen sıfatı ne denli hak ettiğini hafızalara not düştü.
Mustafa Kemal, “Başkumandanlık” görevini cumhurbaşkanı seçilinceye kadar sürdürdü.
Dikkat edilirse burada Mustafa Kemal’e verilen “Başkomutanlık” sıfatı bir temsil değil; icrai bir görevdir.
Hayırdır, savaşa mı giriyoruz?
Bir kanunla görev olarak verilen “Başkomutanlık” sonradan 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarında “temsile” dönüştü.
Başkomutanlık ilk kez 1924 Anayasası’nda yer aldı:
“Madde 40- Başkumandanlık Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyeti maneviyesinde mündemiç olup Reisicumhur tarafından temsil olunur.”
1961 Anayasası’nda aynı maddeyi bire bir korudu:
“Madde 110- Başkomutanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisinin manevi varlığından ayrılmaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur.”
“Başkomutanlık” 1982 Anayasası’nda ise iki farklı maddede düzenlendi:
“Madde 104: Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil eder.”
“Madde 117: Başkomutanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisinin manevî varlığından ayrılamaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur.”
Yine aynı maddenin devamında ise, temsili Cumhurbaşkanına veren Anayasa, savaşta “başkomutanlık” görevini Genelkurmay Başkanı’na tevdî etmiştir:
“Cumhurbaşkanınca atanan Genelkurmay Başkanı; Silahlı Kuvvetlerin komutanı olup, savaşta Başkomutanlık görevlerini Cumhurbaşkanlığı namına yerine getirir.”
Kısacası günümüzde Cumhurbaşkanları için “Başkomutanlık” sıfatı, kaynağını Anayasa’dan alan sembolik bir temsilden ibarettir.
Cumhurbaşkanı’nın eline silah alıp cepheye gidecek hali yok ya!
Bu yüzden de Anayasa savaş halinde de bu görevi Genelkurmay Başkanı’na vermiştir.
Cumhurbaşkanlığı neden yetmiyor?
Hal böyle iken muhafazakâr kesim bu sıfatı neredeyse Cumhurbaşkanlığı makamının da üstünde yorumlamaya başladı.
Sanki cumhurbaşkanlığı makamının kudreti zayıfmış gibi bir takviye algısına ihtiyaç duyuldu.
Buna paralel olarak, aynı zamanda bir parti lideri olan Erdoğan’a bu sıfatı yakıştırma girişimleri anlamsız bir şekilde hız kazandı.
Dolayısıyla Erdoğan da bu sıfatı -bizzat kendisine yakıştıranlardan etkilenerek- bağımsız bir güç olarak kullanmakta bir beis görmedi.
Peki, muhafazakâr kesimde Cumhurbaşkanlığı ile yetinmeyip ona bağlı bir sıfatı asli unsur haline getirmeye çalışmak neyle izah edilebilir?
Şüphesiz bir nedeni 28 Şubat sürecinin yaratmış olduğu o meşhur travma.
Bir diğer neden, darbe dönemlerinin besleyip büyüttüğü o rövanşist duygu.
Bir diğer neden ise askerliğin tarihteki başat konumudur.
En çok önemsediğim neden ise, bu sıfatla eşleşen bir liderle kendi liderini yarıştırma psikolojisi…
AK Parti İstanbul eski milletvekili Metin Külünk’ün 2018 yılında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a gazilik unvanı verilmesine ilişkin kanun teklifi bunun en güzel örneğiydi.
Teklifte “Cumhuriyetimizin banisi Mustafa Kemal Atatürk, manevi yönü ağır bu unvanını önemle kullanmış bir liderdir” şeklinde, Atatürk’e atıf da ihmal edilmemişti.
Böyle bir argüman için Gazi Başkomutan Müşir Mustafa Kemal’i görmezden gelmek olmazdı.
Bunun neticesinde sosyal medyada “Gazi Başkomutan Recep Tayyip Erdoğan” şeklinde birçok görsel yer yer dolaşıma sokuldu.
Böyle bir yarış çok da ciddiye alınmasa bile bazı kalemşorların içinde ukde olarak kaldı.
Ancak asıl mesele, iktidarın zamanla eleştirdiği militarist bir vesayetten, adeta rol çalma girişimleri.
Yoksa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Başkomutan olarak söylüyorum ayağını denk al, denk almazsan biz denk getirmesini biliriz” şeklindeki beyanını nasıl izah edilebiliriz?
Sayın Erdoğan’ın bunu bir Cumhurbaşkanı olarak söylemesi neden yetmedi?
Böyle bir söylemin “ordu ile ıslah etmek”ten başka bir anlamı var mıdır?
Bu üslup tehlike arzediyor!
İşin bir de şu yönü var; liderin kullandığı dilin, temsil ettiği kurum kuruluş veya mensuplarına yansıması…
Gündemi hatırlayalım:
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın İmamoğlu’nun diploması konusunda İstanbul Üniversitesi’ne yazdığı yazı hafızanızdadır mutlaka…
Savcılık tarafından “Diploma dayanak gösterilerek kurulacak iş ve işlemlerin hukuka aykırı olmaması adına gerekli işlemlerin bir an önce yapılması” istendi.
Ayrıca yine savcılık tarafından “Bahse konu diplomanın kullanılması sonucunda doğacak hukuken telafisi mümkün olmayan sonuçlar göz önüne alındığında idari soruşturmanın yürütülmesi” talep edildi.
Bu muhtıravari üslup size de bir yerlerden tandık geldi mi?
O zaman böyle bir talimatın “olmaz”ını da söyleyelim:
İdari soruşturma idarenin iç işleyişine ilişkin bir durumdur.
Amaç, mevzuatla belirlenen kurallara aykırı eylem ve işlemleri görülen memurların idari, hukuki, mali ve cezai sorumluluklarını tespit etmektir.
Bu yetki de adı üzerinde, idareye ait münhasır bir yetkidir.
Savcılık “adli” bir teşkilat olarak “idari” bir kuruluş olan Üniversite’den idari soruşturma yapılmasını isteyemez.
Adli merciler, yapılmış bir idari tahkikat raporu varsa idareden ancak onu talep edebilirler.
Devletin korku tüneli…
Erdoğan’a okuduğu şiir nedeniyle verilen ceza, tamamen Erdoğan’ı seçmen nezdinde kriminalize edip seçim yarışından koparmak değil miydi?
Peki, Ekrem İmamoğlu hakkına devam eden “Ahmak Davası” yahut “ Sahte Diploma Soruşturması”nın bundan ne farkı var?
Kayyum atamaları, tutuklanan belediye başkanları, gazeteciler, sanatçılar, vatandaşlara varıncaya kadar “askıda hukuk” uygulamaları hız kesmeden devam ediyor.
Üstelik tüm bunlar açılıma paralel yürütülen “Terörsüz Türkiye” sloganının altında gerçekleşiyor.
Oysa “terör” kelime anlamı itibariyle “korku salma, yıldırma” demektir.
Terör ille de silah demek değildir.
Silah olursa silahlı terör olur.
En kötüsü de, içinde yargı terörünü de barındıran devlet kaynaklı terördür.
Yani silahlı terörü bitirip normal teröre devam mı edeceğiz?
Ya da olası bir iktidar kaybında birileri, bir öncekilerin yaptığı gibi meydanlara inip “ordu göreve” diye slogan mı atacak?