13 Ekim’de Serbestiyet’te ve Birgün’de çok önemli bir haber yer aldı. Aynı gün habere, Prof. İzzet Özgenç’in dün (15 Ekim) Serbestiyet’te yer alan söyleşisinde kullandığı tabirle “hamamın namusunu kurtarmaya” matuf bir erişim yasağı getirildi. Haberi Serbestiyet’in sunuşundan hatırlayalım:
“İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Uçar, HSK Genel Sekreterliği’ne, İstanbul Anadolu Adliyesi’ndeki şüpheli adli işlemleri bildiren yazı gönderdi. Yazıda Başsavcı; TV 100’ün sahibi Necat Gülseven, iş insanı Metin Güneş, televizyoncu Can Tanrıyar, gazeteci Fatih Tezcan davalarını ve 1,5 milyon Euro değerinde altın gasp eden bir çete lideri ile 125 kilo uyuşturucuyla yakalanan uyuşturucu baronunun tahliyelerini örnek olaylar olarak anlattı: ‘Kimi yargı mensupları devletten alacağı varmış gibi her türlü kirli işi yapmayı kendinde hak görmeye başladı. Girdikleri kirli ilişkilerle FETÖCÜ hâkim ve savcılara rahmet okutur duruma geldiler. Batı toplumlarında ‘whistleblowerları’ (derin gırtlaklar) korumaya yönelik yasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu müessesenin bizde de teşviki gerekmektedir. Uyuşturucu gibi kötü bir melaneti hoş gören, örgüt elebaşlarını yeni suç işleyeceklerini bile bile yargılama bile yapmadan salıveren, çalışma arkadaşlarımız üzerinde korku imparatorluğu oluşturup mobinge maruz bırakan, tavassutta bulunan, yargılamayı etkilemeye teşebbüs eden örgütlü ya da örgütsüz bu yapıların çökertilmesi için gereğinin yapılması yüksek takdirlerinize arz olunur.”
Haberin Serbestiyet’teki başlığı “Adalette ‘whistleblowing’ vakası: İstanbul Anadolu Başsavcısı, yargıdaki ‘korku imparatorluğunu’ HSK’ya şikâyet etti” idi. Kökeni daha eskiye gitse de yaygın kullanımı ABD’de Başkan Nixon’ın istifasıyla sonuçlanan Watergate skandalıyla başlayan ‘whitstleblowing’ Wikipedia’da şöyle tanımlanıyor:
“Bir kişinin, genellikle de bir çalışanın, özel veya kamuya ait bir kuruluş içindeki yasa dışı, ahlaka aykırı, güvensiz veya hileli olduğu düşünülen faaliyetlerle ilgili bilgileri ifşa etmesidir. İhbarcılar bilgi veya iddiaları iletmek için çeşitli iç ve dış kanalları kullanabilirler.”
Whistleblowing, Wikipedia’nın Türkçe versiyonunda ‘bilgi uçurma’ başlığıyla yer alıyor.
Yazının bundan sonrasında ben de ‘whistleblowing’ yerine ‘bilgi uçurma’, ‘whistleblower’ yerine de ‘bilgi uçuran’ diyeceğim.
Kavrama yaygınlık kazandıran Watergate skandalı, 1972 seçimleri öncesinde, Demokrat Parti’nin Washington’daki Watergate binasında bulunan genel merkezine dinleme cihazı yerleştirmeye çalışan kişilerin cumhuriyetçi parti ve CIA’yle bağlantıları olduğu iddiasının soruşturulmaya başlamasıyla ortaya çıktı.
Skandal nedeniyle istifa etmemekte direnen Başkan Richard Nixon soruşturmayı örtbas etmeye çalıştığının ortaya çıkmasının ardından görevinden ayrılmak zorunda kalmıştı.
Washington Post muhabirleri Carl Bernstein ve Bob Woodword’a bilgi uçuran ve o zamanlar ‘Derin Gırtlak’ adıyla anılan ABD devlet görevlisinin kimliği, gazetecilerin verdiği söz gereği 30 yılı aşkın bir süre boyunca gizli kaldı. Nihayet 2005’te Amerikan Federal Soruşturma Bürosu FBI’ın eski başkan yardımcılarından Mark Felt, ‘Derin Gırtlak’ın kendisi olduğunu açıkladı.
Bu yönüyle, Başsavcı İsmail Uçar’ın ‘Derin Gırtlak’ değil sadece gördüklerine tahammül edemez hale gelmiş bir ‘gırtlak’ olduğunu söyleyebiliriz, çünkü adı ortada. Ama bu bizi, bu örnekten yola çıkarak bilgi uçuranlar ve onların koruyucu bir kalkan altına alınmasının önemine ve gereğine dair düşünmekten alıkoymamalı, ki zaten başsavcı da mektubunda bunu önemle talep ediyor.
Çürüme arttıkça bilgi uçuranlara daha çok ihtiyaç olacak
Başta devletler olmak üzere güç odakları içinden yasa dışı, ahlaka aykırı, güvensiz veya hileli olduğu düşünülen faaliyetlerle ilgili bilgileri ifşaya duyulan ihtiyaç, buralardaki yozlaşmanın, istismarın ve çürümenin artmasına bağlı olarak giderek daha büyük bir ihtiyaç haline geliyor. Çünkü söz konusu faaliyetleri istihbar edip bunları klasik gazetecilik yöntemlerini kullanarak haberleştirmek çok güç. Gazeteciliğin ağır bir baskı altında tutulduğu ülkelerde bu güçlük daha da artıyor.
Yalnız bu noktada şu rezervi koymadan geçemeyeceğim: Devletler gazeteciliği ‘yola getirmek’ için sadece ‘baskı’ mekanizmasını kullanmıyor, bunda ‘razı ederek yola getirme’nin de payı var. Devletler ve öteki güç odakları kendi hayatları üzerine düşünmeyen, sadece çalışan ve tüketen; bu anlamda yurttaş olmaktan çıkmış, sadece tüketici kimlikleri canlı kalmış ‘yeni insan’ın yaratılmasında medyanın tayin edici rolünün farkındalar. Bu farkındalıkla, yurttaşlara, “bilmeye değer bir şey yok, birileri sizin için düşünüyor ve sizin için mal ve hizmet üretiyor, siz de bunları tüketin ve keyfinize bakın” diyen bir gazeteciliğin gelişmesinde bilinçli ve sonuç alıcı bir çaba gösteriyorlar.
Bu yeni tipte gazeteciliğin bilgi uçuranları kaynak olarak kullanmayacağı açık, fakat yine de istisnalar var ve çok daha önemlisi artık dijital medya var; yani cesaret gösterip bilgi sızdıranların, bunları kamuoyuna ulaştırmanın bir yolunu mutlaka bulacağı bir iletişim dünyasındayız artık.
Bilgi uçuranların yasayla korunması: Türkiye için haklı fakat gerçekçi olmayan bir talep
Başsavcı İsmail Uçar, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na (HSK) gönderdiği mektubunda “Batı toplumlarında ‘whistleblowerları’ (derin gırtlaklar) korumaya yönelik yasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu müessesenin bizde de teşviki gerekmektedir” demişti. Yargı başta olmak üzere ülkemiz kurumlarındaki ürkütücü boyutlara varmış yozlaşmayı düşündüğümüzde çok haklı bir talep fakat bir yanıyla da gerçekçi değil, çünkü mevcut yozlaşma bizatihi iktidarın yararlandığı bir yapıyı ima ediyor.
Bu noktada son olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye’den önüne gelen bir dosyada verdiği kararda, bilgi uçuranlara dair mahkeme tarihinde ilk kez hüküm kurduğunu hatırlamanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Özellikle WikiLeaks’ten sonra üzerinde geniş bir tartışma yürütülen ‘sızdırma habercilik’le ilgili çok önemli bir hukukî içtihad niteliğindeki karar (2016), yayımladığı bir haber nedeniyle Nokta dergisinin 2007’de bir askeri mahkeme kararıyla basılmasını konu alıyordu. Genel yayın yönetmeni olarak benim ve beş Nokta çalışanının açtığı dava, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tazminata mahkûm edilmesiyle sonuçlandı.
Mahkemenin kararında gazetecilerin ifade özgürlükleri, kaynaklarını gizleme hakları, suç teşkil eden ya da kamusal önemi olan gizli bilgileri ifşa etmeleri gibi geleneksel sayılabilecek başlıklarla ilgili olarak önceki kararlarında bildiğimiz özgürlükçü yorumlar yineleniyordu. Fakat AİHM’nin kararı bunların dışında, devlet alanından bilgi sızdıran kamu görevlilerinin (whistleblowers) korunması gibi yeni ve tartışmalı bir başlıkla ilgili olarak da önemli vurgular içeriyordu.
AİHM, Nokta dergisi kararının girişinde, mahkemenin “ifade özgürlüğünün üç farklı veçhesi” üzerinde odaklandığını belirtiyordu: “Gazetecilerin haber kaynaklarının korunması, gizli bilgilerin ifşası ve devletten haber sızdıran kamu görevlilerinin (whistleblowers) korunması…” Mahkeme kararının ilerleyen bölümlerinde, gazetecilerin, kendilerine haber “fısıldayan” kamu görevlilerini koruma hakları ve bu konuda baskı görmemeleri gereği üzerinde ayrıntılı olarak duruluyordu.
AİHM, devletlerin, sır ifşa eden görevlilerini açığa çıkarmak için gayret göstermelerini de bir ‘devlet hakkı’ olarak teslim ediyordu, fakat tabii burada asıl önemli olan gazetecilere ilişkin vurguydu.
Başsavcı İsmail Uçar’ın yerden göğe kadar haklı talebinin devlet içi yolsuzluk vb konularda işletilebileceğini düşünmek naiflik olur. Fakat hiç değilse uyuşturucu imalatı ve kaçakçılığı ile organize suç örgütleriyle mücadele alanında işletmek bile büyük faydalar sağlayabilir.