Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBregenz’deki bir mülteci kampından…

Bregenz’deki bir mülteci kampından…

Savaş yıllarında, Avrupa’nın ortasındaki bir mülteci kampında doğmuş bir tarihçiden beklenen savaştan kaçmış mülteci Suriyeliler ya da 70 yıldır mülteci kamplarında yaşayan Filistinlilerle herkesten çok empati kurmasıdır. Ama devrin rüzgarları başka türlü esiyor. Şimdilerde Atatürkçülerin, Türkçülerin gözde tarihçisi. Tarihin ilgili sayfalarını kıvırıp, kağıttan uçaklar yaparak onları eğlendirmekle meşgul. Herkesi cehaletle suçlarken İsrail’in kuruluşunu Filistinlilerin toprak satmasına bağlayan bir Facebook, Whatsapp grubu cehaletine imza atması muhtemelen cehaletten değil.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Almanlar ve Sovyetler arasında el değiştiren Kırım, 1921’de katıldığı Sovyetlerde önce Lenin, ardından Stalin dönemlerinde baskı, sürgün dolu 20 yıl geçirdi.

Haziran 1941’de Alman orduları Sovyet topraklarına girdi ve Ekim ayında da Kırım’ı işgal ettiler.

Bu Bolşeviklerle yıldızı barışmayan milliyetçi Ukraynalılar, Slovenler, Ermeniler, Baltık halkları, Kafkas halkları, Türki milletler ve Kırım Tatarları hatta anti-Komünist Ruslar için bir fırsattı.

Naziler de bu fırsatı bu milletlerden Doğu Lejyonları kurarak kullandılar. Kızılordu’ya karşı 1 milyona yakın bir askeri güç oluşturmuş oldular.

1941-44 arasında Kırım’ı yöneten Naziler, Tatarlara cami açma, gazete çıkarma gibi haklar verdi. Kızılordu saflarında da savaşan Tatarlardan da Mavi Alay, Selbstschutz denen Nefsi Müdafaa Taburları, avcı birlikleri oluşturdular.

Binlerce Tatar da “Ostarbeiter” denen “Doğulu İşçiler” olarak savaş döneminde Avrupa’ya götürülerek işçi olarak çalıştırılmıştı.

1943’de Kızılordu güçleri Kırım’a doğru yaklaşmaya başlayınca, Naziler birlikler çekilmeye başladı, onlarla birlikte Doğu Lejyonları’ndaki diğer eski Sovyet kökenli askerlerle birlikte on binden fazla Kırımlı Tatar asker de aileleriyle birlikte Bolşeviklerin eline düşmemek için Nazi ordularıyla Avrupa doğru göç etti.

Vatansız kalan Tatarlar, Nazilerin elindeki Almanya, Avusturya, İsviçre’deki mülteci kamplarına yerleştirildiler.

Berlin’deki Nazi yanlısı Türk Tatar Komitesi, muhacirlerin Alman kamplarına yerleşmesini organize etti.

10 Nisan 1944’te Kızılordu birlikleri Kırım’a girdi.

Ve 18 Mayıs 1944’de 250 bin Kırımlı, Sovyet rejimi tarafından Nazi işbirlikçisi olarak zorunlu göçle trenlere doldurulup Orta Asya ve Sibirya’ya doğru tehcir edildi.

Savaş sırasında Naziler tarafından Doğulu İşçi (Ostarbeiter) olarak Kırım’dan götürülen, savaş esnasında Nazilerle birlikte Kırım’ı terk eden Kırım Tatarlar, Kızılordu ve müttefikler ilerledikçe Batı’ya ve Almanya’ya doğru farklı kamplara yerleştirildiler.

Önce Graz’a, sonra İnnsbuck’a, ardından eski bir Nazi gençlik kampı olan Landeck’e, en son da Bregenz şehrinde bağlı Alberschwende’deki Nazi mülteci kamplarında kaldılar.

Kamplara yerleştirilenlerden biri de Şefika Hanım ve ailesiydi:

“1918’de Kırım’da Kemençi köyünde doğdum. İç savaş başlamıştı, Kızıllar geliyor denilirdi o zamanlar. Bir gece babamı alıp götürdüler, babam 4 ay Simferepol’da hapiste kaldı. Devrimden önce babam toprak sahibiydi, topraklarını ellerinden aldılar. 1941’de savaş başladı. Stalingrad’da yeraltında yaşamaya başladık. Polisler bize “S biçiminde çukur kazacaksınız” diyorlardı. Çukurların üzerine kalaslar, onların üzerine de toprak taş koyuyorduk. O çukurun içinde çömelerek üç ay yaşadık. Sonra Almanlar kente girince bizi esir kampına götürdüler. Beni de esir kampına götürdüler fakat 5 gün sonra bıraktılar. Yiyecek bir şey de yok. Günde üç tane pideyle Stalingrad’dan çıktık 300 km yayan yürüdük. Günde tahminen 20-30 km yürüyorduk. Dışarıda yatıyorduk. Ekim ayı orası çok soğuk oluyordu. İki ağabeyimin ortasında yatıyordum. Ukrayna’ya geldiğimizde pasaportum olmayınca beni Yahudi diye kurşuna dizeceklerini sandım. Milliyetim yazmıyor ki. Yanımda yalnızca diplomam var. Diplomamın üzerinde de Kırimski Tatar diye bir şey yazıyor. O trenle bizi tekrar Kırım’a gönderdiler, Rusça öğretmenlik yapmaya başladım, o zamanlar bir Tatar kızının Rusça öğretmesine kimse alışık değil diye adım Şefika değil, Alexandra Seyineva dedim. Pek iyi olmasak da yaşıyorduk. Ev de bedavaydı. Sonra kurşuna dizilen Yahudilerden kalanları masa, sandalye bedava veriyorlardı. 4 tane sandalye bir tane masa almıştık bedava. Sonra dediler ki, Ruslar hücum etmeye başladılar, yaklaştılar. Göç etmek isteyenler belediyeye yazı yazsın dediler. Biz de belediyeye yazıldık Ruslar Almanlarla işbirliği yaptılar diye Kırımlılar’ı sürmeye başlamış, biz o sürgünden evvel trene binmeyi başardık. Bizi önce Polonya’ya Nazilerin gönderme kampı dedikleri yere daha sonraları da trenlerle Avusturya’nın Graz kentine götürdüler. Ruslar yaklaşınca o kamptan bizi çıkardılar. Önce İnnsbruck diye bir yere geldik. Sonra Landeck’e. Landeck eskiden Hitler Yurgen kampıymış. Alwerşivende’de Kemal ile tanıştım. Kemal yol yapımında çalışıyordu. Otururken müracaat ettik okul açtık. Kemal tarih dersleri ben de İngilizce dersleri veriyordum. Kamp kötü bir şey değildi. Arada sırada yerleri süpürtüyorlar ama kadınlara pek dokunmuyorlar. Savaş zamanında karışıktı. Alwerşivende’de iki sene kaldık.”

Şefika Hanım’ın kampta tanıştığı Kemal Bey, Kırım’ın Ortay şehrindendi.

Kampa nasıl geldiği hiç anlatmadığı için bilinmiyor.

Nazilerle savaşan Doğu Lejyonları içinde miydi yoksa yoksa Nazi işgali sırasında Avrupa’ya getirilen işçilerden biri miydi?

Bilinen Bregenz şehrine bağlı Alberschwende’deki kampta Kemal bey ve Şefika Hanım’ın tanışıp evlendiği.

Sonra Naziler yenildi, kampın kontrolü Müttefiklere geçti. Müttefikler kampı “vatansız kişiler” (DP) kampına çevirdiler.

Şefika Hanım ve Kemal Bey’in 1947’de Bregenz’deki mülteciler kampında bir oğulları oldu.

Bir yıl sonra kampta yaşayan Tatarlara Kırım’a dönme hakkı verildi. Ama Şefika Hanım ve Kemal Bey, Kırım’a dönmek istemediler:

“Herkesin geri dönme hakkı vardı ama biz Kırım’a dönmeye korktuk. Rusların bir atasözü vardır. ‘Atlar koşuyordu. Atların peşinde dedikodu koşuyordu’ diye. Dedikodu atlardan daha evvel gidiyordu. Biz Kırımlıların sürüldüğü haberini almıştık. Kırım’da yaşayanlar Türkiye demezler. Ak toprak derler. Müslümanların en iyi yeridir Türkiye. Neredeyse ilahi bir yer bizim için.”

Türkiye’ye geldiler.

Ve Ortaylı soyadını aldılar.

Bregenz’de mülteci kampında doğan oğulları da Türkiye’nin en tanınan tarihçilerinden biri oldu; İlber Ortaylı.

Savaş yıllarında, Avrupa’nın ortasındaki bir mülteci kampında doğmuş bir tarihçiden beklenen savaştan kaçmış mülteci Suriyeliler ya da 70 yıldır mülteci kamplarında yaşayan Filistinlilerle herkesten çok empati kurmasıdır.

Ama devrin rüzgarları başka türlü esiyor.

Yakın zamanlara kadar Türkçe Olimpiyatları’nın, cemaat organizasyonlarının gözde tarihçisi şimdi milliyetçilerin, Atatürkçülerin, Türkçülerin gözde tarihçisi.

Tarihin ilgili sayfalarını kıvırıp, kağıttan uçaklar yaparak onları eğlendirmekle meşgul.

Herkesi cehaletle suçlarken İsrail’in kuruluşunu Filistinlilerin toprak satmasına bağlayan bir Facebook, Whatsapp grubu cehaletine imza atması muhtemelen cehaletten değil.

Yoksa 1948 yılında İsrail devleti kurulmadan hemen önce Filistin topraklarının yüzde 94’ünün Filistinlilere sadece yüzde 6’sının Yahudilere ait olduğunu, 1918-49 arası yüzde 6’ya çıkan toprak oranının İngiliz mandasının hazine arsası tahsisleri ve Lübnan ve Suriye’deki toprak ağalarının satışlarından ibaret, sonucu değiştirmeyen bir oran olduğunu herhalde biliyor olmalı.

Zaten yayınevi editörlerinin ağzından düşen yarım cümleleri toparlayarak yazdığı kitaplarından birinde bu konulara girmese de 12 yıl önce NTV’de 1.5 saat Filistin anlatırken hikayeyi hiç de böyle anlatmamıştı.

Her konuda uzman, elinde olsa depremi bile bir sosyal tasfiye için kullanabilecek kadar empati yoksunu bir elitizmle malul deprem profesörü ile birlikte Filistin’de insanlar ölürken, bir grup ergen milliyetçinin

Arap düşmanlığı duygularını okşayarak, alkışlarını almak uğruna yapılmayacak bir cehalet bu.

Ama zaten tarih biraz da böyle zamana göre değişen bir şey. Daha doğrusu işini bilen tarihçiler zamanın ruhuna göre hikayelerini değiştiriyorlar.

Ne de olsa hikaye dinlemeyi çok seven bir topluma konuştuklarını iyi biliyorlar.

Ve hikayenin başını kimsenin hatırlamadığını da…

- Advertisment -