AKP iktidarı kurulduğunda yaptığı ilk işlerden birisi yüzünü Avrupa’ya dönmek olmuştu. Kasım 2002 seçimlerinin hemen sonrasında yasaklı olduğu için milletvekili ve Başbakan olamayan AKP Genel Başkanı Erdoğan kendisinden önce hiçbir siyasi liderin yapmadığı şekilde o zamanki Avrupa Birliği (AB) ülkelerini teker teker dolaşmış, hepsinde de uygulamaya koyma arzusunda olduğu ve daha önceki koalisyon hükümetinin yanaşmadığı reformları anlatmıştı. O tarihlerde İsveç’te Büyükelçi olduğumdan koalisyon hükümetinin, özellikle Ecevit’in hastalığının yol açtığı atalet döneminden sonra, reform rüzgarının esmesinin nasıl iyi karşılandığını kendi gözlerimle görmüştüm. Bazı gözlemcilerin o tarihte bile AB reformlarını AKP’nin kendi ihtiyaçları için gündeme getirmekte olduğunu iddia etmelerini ise kötü niyet olarak yorumlamıştım. Sonraki gelişmeler o iddiaların pek de yanlış olmadığını gösterdi.
Gerçekten de hepimizin bildiği gibi başlangıçta AKP iktidarı AB’ye uyum faaliyetlerine görülmemiş bir hızla abanmıştı. Yapılanları hatırlatmaya gerek yok. Baş döndürücü bir süratle Türkiye’deki birçok tabu yıkılmış, medeni kanun başta olmak üzere birçok kanun AB standartlarıyla uyumlaştırılmış, TSK’nin siyasi hayattaki etkisi ortadan kaldırılmış, dış politikada kangrenleşmiş Kıbrıs sorununa iki tarafı tatmin edecek bir çözüm arayışına samimi bir şekilde girilmişti. Neticede Türkiye 2005 yılında AB ile katılma müzakerelerine başlamıştı. Ancak daha önceki hükümetlerin aymazlığı neticesinde Kıbrıs sorununda çözüm arayışlarında geç kalınmış olması nedeniyle, Kıbrıs sorunu çözümlenmeden adanın AB’ye girmesi engellenememiş ve bu durum ilişkilerin kısa zamanda zehirlenmesine sebep olmuştur.
Kimisine göre AB Türkiye konusunda hiçbir zaman samimi olmamış ve ülkemizi üye yapma arzusuna sahip olmamıştır. Siyasi sorunlar bir kenara bırakılsa bile nüfusu Müslüman, nispeten kalabalık ve AB ortalamasının bir hayli altında gelire sahip bir ülkenin AB içindeki tüm dengeleri alt üst etmeden üye yapılması mümkün değildi. Gerçekten de AB’nin üç önemli karar organından ikisinde yani Parlamento ile Konseyde nüfus en önemli faktördür. Türkiye bugün üye olsa, Parlamentoda Almanya kadar koltuğu olacak, Konseyde de ağırlıklı oylamalarda onun kadar oy sayısı olacaktı. AB’nin en fakir ülkesinin aynı zamanda en fazla nüfusa ve dolayısıyla nüfuza sahip olmasının sistem tarafından kaldırılmasının mümkün olmayacağı bazen -ama kısık sesle- dile getirilen bir görüştü.
Her hal ve kârda Kıbrıs sorunu müzakerelerin sekteye uğraması için sağlam bir gerekçe teşkil ediyordu. Kanaatimce bu sürece en büyük darbeyi, 2007 yılından itibaren aday ülkelerin liderlerini altı ayda bir zirve toplantılarına davet etme uygulamasına son verdiren Fransa’nın o zamanki Cumhurbaşkanı Sarkozy ile Almanya Şansölyesi Merkel indirmiştir. Bu karar o tarihte aday olan tüm ülkelerin liderlerini kapsasa da, hedefin Erdoğan ve Türkiye olduğu belliydi. Nitekim Başbakan Erdoğan bunu kendisine yapılmış kişisel bir hakaret olarak almış ve o tarihten itibaren AB’ye karşı cephe almaya başlamıştı. Oysa daha önceki uygulama AB liderlerine Türkiye’deki reform sürecini baskı altında tutma imkânı veriyordu. Her altı ayda bir davet ettikleri Erdoğan’ı reformların seyri hakkında sorgulayabilirken, bu imkân 2007’den sonra kaybolmuştur.
Sonraki yıllarda hep baş aşağı gittik. Kıbrıs sorunundaki kilitlenme nedeniyle katılma müzakereleri askıya alınmış, 1995 yılında tamamlanan ve güncellenmeye ve derinleştirilmeye muhtaç Gümrük Birliğimiz ile ilgili müzakereler hem Kıbrıs sorunu hem de içerideki hukuk ve demokrasi kalitesinin bozulması neticesinde 6-7 yıldır başlatılamamıştır.
İçinde bulunduğumuz bu fasit dairenin neticesinde Türkiye Avrupa’dan ve farklı nedenlerle de olsa ABD’den gittikçe uzaklaşmaya başlamıştır. Uzaklaştıkça demokrasi ile hukukun manzarası bozulmuş, o bozuldukça Batıdan uzaklaşılmıştır. Batıdan uzaklaşıldıkça Rusya’ya yaklaşılmış ve Türkiye ile bölgede ve bölge dışında hiçbir ortak çıkarı olmayan ülkemiz sırf liderlerinin Batı değerlerine ve yönetim sistemlerine duydukları antipatinin neticesinde birbirlerine yaklaşmışlardır.
Bu yaklaşmanın ve Batı düşmanlığının halkımıza ne kadar derin bir şekilde etki yaptığını Ukrayna savaşı başladıktan sonra Rusya’yı ateşli bir şekilde savunan emekli asker, akademisyen, gazeteci vs sayısının ne kadar çok olmasında görüyoruz. ABD’nin Suriye Kürtlerinin IŞİD’e karşı mücadelesinde verdiği desteğe ve dolayısıyla ABD’ye kızan yorumcular, Suriye iç savaşının bu kadar uzun sürmesinin ve Türkiye’ye her gün artan bir bedel ödetmesinin başlıca sebebinin rejimi ayakta tutan Rusya olduğunu görmezden gelmeyi tercih ediyorlar.
İktidar nihayet Rusya’nın ipiyle kuyuya inilemeyeceğini anlamış olacak ki, son zamanlarda süratli bir viraj hareketine yönelmiştir. Özellikle ABD’ye hoş görünecek şekilde İsrail ve Ermenistan’la diyalog tekrar başlatılmış, Yunanistan ve Almanya Başbakanları ülkemizde ağırlanmış, Ukrayna savaşında Boğazları savaş gemilerine fiilen kapatma yoluna giderek ve söylemde Batı yanlısı bir tutum izleyerek Rusya tehdidi karşısında geleneksel Türk politikası olan Batıdan destek arama yoluna avdet edilmiştir.
Ancak Batının aldığı zecri yaptırımlara katılmamak suretiyle önemli bir mesafe konmuştur. Önümüzdeki dönemde yaptırımlara katılmama dışında onları delme yoluna gidildiği takdirde karşı taraftan sert bir tepki geleceği şüphesizdir.
Diğer taraftan Batı ile yeni köprüler kurmak o kadar da kolay olmayacaktır. Son yirmi yılda ülkenin çok değiştiği inkâr edilmesi mümkün olmayan bir gerçektir maalesef. Türk halkı veya en azından önemli bir bölümü daha İslami, daha milliyetçi, daha Batı düşmanı olmuş ve Batı değerlerinden uzaklaşmıştır. Hayat tarzları itibarıyla Batıya en yakın olması beklenebilecek kişiler bile belki de anlam veremediğim bir aşağılık duygusunun etkisiyle en azılı Batı düşmanı kesilmişlerdir.
Oysa Ukrayna’nın Rusya tarafından işgalinin başladığı 24 Şubat’tan bu yana dünya çok değişmiştir. Avrupa ülkeleri kenetlenmiş, savaşın neticesi ne olursa olsun, Rusya en azından bir rejim değişikliği meydana gelinceye kadar medeni dünyadan tecrit edilmiş, AB’nin güçlendirilmesi ve dolayısıyla on yıla yakın bir zamandır yerinde sayan genişleme sürecinin yeniden hız kazanması gündeme gelmiştir. AB yetkilileri de Türkiye’ye yüzlerini yeniden çevirmişlerdir.
Normal şartlarda bu gelişmeler ülkemizin AB’ye katılma süreci veya en azından Gümrük Birliğinin güncellenmesi müzakerelerinin başlatılması için uygun bir zemin yaratırdı. Ancak bunun yapılabilmesi için şartlar, Avrupa Parlamentosunun (AP), Avrupa Birliği Bakanlar Konseyinin ve Devlet/Hükümet başkanları zirvelerinin en az beş yıldır tekrar ettiği, ezcümle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanması, komşularla (Yunanistan ve Kıbrıs) ilişkilerin düzeltilmesi, demokrasi ve hukuk devletinin yeniden tesis edilmesi gibi talepler hala mevcuttur. Bunların mevcut ortamda yumuşatılması belki mümkün olabilir, ama tamamen ortadan kalkmalarını beklemek yanlış olur gibi geliyor. Nitekim, geçtiğimiz hafta üç yıllık aradan sonra yeniden toplanan TBMM/AP Karma Parlamento Komisyonunda bu hususların AP üyeleri tarafından kibarca fakat net bir şekilde TBMM’li muhataplarına ifade edildiği anlaşılmaktadır.
Buna karşılık, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupalı muhataplarıyla yaptığı görüşmelerde AB ile ilişkilerin normal bir düzeye oturtulması talebinde bulunduğuna dair bir belirti yok. İlişkilerin geliştirilmesinden, savaş ortamında diyalogun öneminden bahsedilmiş ama onun ötesine giden bir talep dile getirilmişse, kamuoyuyla paylaşılmamıştır.
Bu da ülkemizin yukarıda işaret ettiğim son yirmi yılda uğradığı değişimin belki de bir göstergesidir. İktidar artık Türkiye’nin AB üyelik hedefini terk etmiş, İslami kimliğin ve tek adam rejiminin Batı değerleriyle bağdaşmayacağını gördüğü için tercihini İslami değerlerden ve tek adam rejiminden yana koymuştur. Muhalefetin de buna ses çıkardığına, AB ile normal yola dönmek için önümüze gelen fırsatı yakalamak gerektiğini söylediğine rastlamadım.
Dolayısıyla önemli bir istikamet değişikliği meydana gelmezse, ülkemizin önümüzdeki dönemde Avrupa’nın içinde değil ama komşusu, asgari müştereklerde birlikte hareket eden, ancak kendini Avrupa’ya bağlamayan bir konumda görmek isteyeceğini tahmin etmek mümkündür. Böyle bir rolün sanki muhalefetin de işine geldiği görülüyor. AB ülkelerinin işine geldiğine şüphe yok. Ancak ülkenin istikbali ve halkımızın çıkarları açısından faydadan çok zarar getirdiği kesin.