Şimdi bir kısmımız bayrakçı, bir kısmımız yumrukçu mu olacağız? Sabah namazı çıkışı, Gazze mitingi yapılıyor. Elinde yeşil bayrakla mitingden dönen göstericiye, cumhuriyeti yıkmak isteyen biri olarak algılayan bir üniversiteli genç, yumruğunu sallıyor.
Bir parça kendimize gelmemiz lazım. Giderek birbirinden uzaklaşan ve birbirinin varlığını tehlike olarak gören iki gruptan oluşan bir ortama sürükleniyoruz. Yumruğumuzu sıkıyor, bayraklara sarılıyoruz. Bir kopuş yaşadığımız gerçek. Bu kopuş ne kadar ciddi ne kadar kalıcı, emin değilim. İki ayrı cemaate dönüştüğümüzün, 5 yaşında çocuk bile farkında. Sabah namazında kalkıp yollara dökülmek bir enerji, bir sinerji gerektiriyor. Bir yönüyle, “dünyanın en büyük tepkisi” Türkiye’de örgütleniyor.
Bunun bir boyutu, Gazze’deki Müslüman Filistinlilerin acısına ortak olmak. Bir başka boyutu ise içerideki muhalefete karşı bir gövde gösterisi. Üniversiteli genç ise bu kutuplaşmanın, bu sıkışmışlığın verdiği hınçla yumruğunu sallıyor. Başına nelerin gelebileceğini hesap etmeden tepkisini dışa vuruyor. Burada iki mesele var: Birincisi, siyasetin çıkarcılığı ya da aymazlığı. İkincisi, toplumun ne kadarının bu öfke çemberi içine sıkıştığıyla ilgili. Ancak şu da açık: O kamplaşma etrafına toplaşan kitleler, sürekli böyle davranamaz.
Yerel seçimler yaklaşırken yoğunlaşan kutuplaşma, işleri iyice içinden çıkılmaz hale getirebilir mi? Siyasetin bu kadar gerilimi sürdürmesi ve ayakta tutması nereye kadar mümkün olabilir? Gerçekten giderek kimyası bozulan bir cinnet hali var mı? Bundan emin değilim. Ancak bir çaresizlik söz konusu. Siyaset, gerilimi seçmek yerine iyileştirici rol oynamalı. Hepimiz, kutuplaşmanın yarattığı daralma ve gerilme ile başa çıkmaya çalışıyoruz.
Öte yandan, iktidarmuhalefet ilişkisi, makul bir noktaya gelemiyor. Son yumruk olayı, siyaset ve şiddet meselesini daha ciddi olarak ele almamızı gerektiriyor.