Bayram şekeri

İnalcık anlatmıştı; bu bayrama Osmanlı son zamanlarında şeker bayramı da denirmiş. Zira biliyoruz ki İslam nebisi bayramın ilk günü imsak vaktinde mutlaka hurma yiyerek orucu bayrama taşımazdı. Adeti buydu. Nebiye hürmeten de Osmanlı, şeker de demiş geçmiş. Her ismin arkasında dünyevilik aramaya gerek de yok yani!

Madem bayram geldi Osman Hamdi Bey yazı dizisine kısa bir ara verip bayramlık iki gerçek Osmanlı hikâyesi anlatayım. OHB’in kabirde nasıl olsa acelesi yok, bekler!

Ha, bu arada hikâyelere başlamadan önce duyuyorum yine soranlar oluyor açıklık getireyim:

Bayramın ismi ramazan mı şeker mi?

Eskiden bu ikisinin dışında başka isimler de takılmıştı: fitre bayramı (ıydı), şükür bayramı (ıydı) vb. Araplar Kurban Bayramı’na nispeten daha kısa sürdüğünden buna ıyd al-sagir (küçük bayram) derler. Kurbana da ıyd al-kebir. Doğrusunu isterseniz ne yaratıcılık ne yaratıcılık!

Çok bilmiş papyonlu gazeteci şükür bayramına şeker bayramı denmesini (ikisinin de aynı şekilde yazılmasından mütevellit: ş-k-r) okuma hatasına bağlar. Ya Hu bari ‘olabilir’ gibi bir ibare eklese de mütereddit davransa! Yok illa her naneyi bilecek!

İnalcık anlatmıştı; bu bayrama Osmanlı son zamanlarında şeker bayramı da denirmiş. Zira biliyoruz ki İslam nebisi bayramın ilk günü imsak vaktinde mutlaka hurma yiyerek orucu bayrama taşımazdı. Adeti buydu. Nebiye hürmeten de Osmanlı, şeker de demiş geçmiş. Her ismin arkasında dünyevilik aramaya gerek de yok yani!

Haydi hikâyelerimize başlayalım.

Fes Başıma Fes Başıma Püskülü Ben Olayım!

II. Mahmud dönemi malum Osmanlı’nın büyük değişimler geçirdiği zamanlar. Padişahın tebaası beyninde (arasında) müsavat (eşitlik) görmek istediği bir devir: Müslim, gayrimüslim arasındaki mevcut farklılıklar vicdanlarda kalsın, devlet dairesine bunlar taşınmasın! İstenilenler pek tutmadı ya neyse! Tutanlar ise yine şekle yönelik oldu: II. Mahmud (bilahare Atatürk’ün ve İnönü’nün yapacağı gibi) portresini devlet dairelerine ve okullara astırdı. Ulema dışındakilerin fes giymesini de mecbur tuttu. Bunun üzerine halk II. Mahmud’a “gavur padişah” lakabını yakıştırdı. Halk da şekle takıldı direndi boşuna debelendi durdu. Fes gelirken de giderken de gürültü çıkardı. Nitekim biz sarığımızı çıkarmak istemiyoruz diyenler şekvayı göklere taşıdılar. Yunanistan’da takılır ve gavur başlığı addedilirken sonraları fes Müslümanlaştı. Hatta hatırlayalım I. Dünya Savaşı yıllarında Türklüğün şiarından oldu. Karikatürlere bile girdi. Fesin gelişinden takriben bir asır sonra şapka geldi fes düştü. Ama bugünki gibi başı açıklık olmadığı için kel yine görünmedi. Halk şapkaya mecbur tutulunca biz fesimizi çıkarmak istemiyoruz deyip yine yeri göğü inletti. Kısaca halkımız hiç değişmedi, fetva hep aynı oldu: başa geçirilenle oynayan cehenneme!

Nihayet geldik hikâyelerimize.

Bir bayram günü teşrifattan ve merasimden bunalan II. Mahmud tebdile çıkar. Tebdil bir ıstılahtır ve kıyafet değiştirerek halkın arasına karışmak demektir. Padişahların bunu yapmaktaki maksadı halkın ihtiyaçlarını tespit etmek, dedikodulara kulak kabartmaktır. Bir nevi halkla doğrudan iletişim kurmak manasına gelir. Kılık değiştirmeyip hünkâr halka kendini belli etse millet ya korkup susacak ya da konuşup başını belaya sokacak. Çün ki devrin icabınca şekvası edepsizlik addedilecek izzet-i padişahiye dokunacak! İletişimde vasıta olanlarsa korkularından padişaha şikâyetlerin, şekvanın hepsini ilet(e)meyecekler. En iyisi demişler biz tebdil-i kıyafet ile halkın arasına karışalım bakalım hakkımızda neler diyorlar kendi kulağımızla işitelim. Şahit olalım.

İşte bayramın o yorucu saray günlerinden birinde II. Mahmud namazını ‘huşu’yla eda ettikten sonra musahibi (sıklıkla yakınında bulundurduğu kişi) Said Efendi’yle birlikte kılık değiştirerek Kapalıçarşı’daki kalpakçılara gitmek için yola çıkar.

Kalpakçılarda o vakitler bir sürü fesçi var. Dedim ya padişah fes takılmasını emretmiş. Fes dükkânlarından birine ikisi arka arkaya girip otururlar. Hünkâr bir peykenin üstüne tüner, Said Efendiyse hasırda bağdaşını kurar. Başlarlar alışveriş yapanları, gelip gidenleri seyretmeye, lakırdılara kulak kabartmaya.

Dükkândakilerle selamdan ve hoşbeşten sonra kahveler gelir, çubuklar yakılır.[1] Uzun bir müddet geçmemiştir ki çocuklu bir kadın çıkagelir ve fesçiden oğlu için farklı renkte fes denetmesini ister:

-“Hem püsküllüsünden ver hem boncuklusundan!..”

Burada kültür tarihiyle alakalı veriler elde ediyoruz: demek o zamanlar püsküllü boncuklu envaı renkte fesler varmış. Bugünki gibi tek tip değil.

Anası bayramlık çocuğun başına fesleri birer birer takıp çıkarır ve tecrübeye başlar. Kırmızı mı olsun siyah mı olsun? Mavi mi olsun yeşil mi? Anayla oğul arasında münakaşa başlar. Çocuk hem kırmızı püsküllü ve boncukluyu hem de siyah püsküllü ve boncukluyu ister. Olurdu olmazdı diye ana oğul arasında münakaşa hararetlenince kadın oğluna şamarı yapıştırıverir. Eskiden bunlara kimse şaşmazdı. Şimdi birisi umuma açık yerde çocuğuna tokat atsa linç edilir. Hatta bugün sübyancı damgası yememek için çocukların başını okşamaktan bile çekinir olduk. Bunlar hep Amerikan saçmalıkları. Neyse uzatmayayım hikâyeye döneyim.

Çocuk anasının tokadını yer yemez ağlamaya, zırlamaya, bağırmaya başlar. Bunun üzerine kılık değiştirmiş olan ve halktan biri gibi görünen padişah araya girerek:

-“Hanım ikisini de alıversen ne olur!” der.

Kadın sinirlenir bozulur. Yüzü al al olur. Çün ki Osmanlı’da yabancı bir erkeğin yaşlı da olsa, bir kadına laf atması acayüb ü garaibdendir. Hatta rahatsızlık vermemek için erkekler tanımadıkları kadınlara selam bile vermezlerdi. Değişiklerdi işte, değişik…

Kadın atılan lafın üzerine:

-“Sana ne oluyor be münasebetsiz, hem ehl-i ırza laf atıyorsun hem çocuğu kışkırtıyorsun!” diye ‘herif’i azarlar.

Fakat padişahta muziplik de var ya;

-“ Hanımcı’m bana bir şey olduğu yok da olan çocuğa oluyor. Yazık değil mi zavallı yumrucak ağlayıp duruyor. Alsana ikisini birden!” diye ikiler.

Kadın büsbütün sinirlenir ve;

-“Ben senin nereden hanımcı’n oluyorum terbiyesiz herif” diyerek sinirlenip bağırmaya başlar.

Tabi Musahip Said Efendi terbiyesiz lakırdısını işitince huzursuzlanmaya, kıpırdanmaya başlar. Padişah hiç sesini çıkarma, hareket etme diye Said Paşa’yı lisan-ı işaretle ikaz eder ve muhavereye (soru cevap) devam ederek;

-“Kusura bakma senin gibi güzel hanımlara hanımcık lafı çok layıktır sonra da çocuğu ağlatmamak lazımdır! Di’ mi ama?” der. Eyvah eyvah…

Çocuk bunları duyunca ağlamayı kesip yavaş yavaş padişaha sokulmaya başlar. Kadın çocuğu hışımla yakasından kendine çeker ve artık burnundan soluduğu nefes dudaklarının üstündeki tüyleri tütsüleyecek hararete gelir.

Padişah iyice kanırtmak için durmaz:

-“Parası içinse merak etme hanımcı’m biz çaresini buluruz. İstersen ikisini de al. Çocuğu da sevindir!” der.

Kadın hiddetinden köpürmüştür. Gözlerini kan bürür. Zira işittiği düpedüz ahlaksız bir tekliftir. Bunun üzerine sayıp sövmeye, padişahın üzerine yürümeye başlayınca peykedeki padişah da kızmış görünerek kadını azarlamaya yeltenir.

Kadın:

-“Padişah sayesinde benim sana ihtiyacım yoktur, boyu devrilesice!” diye haykırınca etrafın ayaklanması üzerine ikisi birden telaşla çocuğun eline beş on altın sıkıştırıp dükkândan sıvışıp kaçarlar. Edebe, ahlaka, vaziyete dair gerçek bir hikâye.

Haydi bu iki kahramanımızın müdahil olduğu gerçek bir hikâye daha. Bu seferki daha kısa:

II. Mahmud yine aynı Said Efendi’yi yanına alır, birlikte tebdile çıkarlar. Latifeleriyle meşhur Abdi Bey’in konağının önüne gelirler. Hünkâr onu da beraberlerine almak ister. Onunla gezince daha eğlenceli oluyor diyerek kapıyı açtırır, içeri girer. Abdi Bey’in hanımı hemen hünkârı karşılar. Uzaktan dualarla el etek öper.

Padişah sual eder:

-“Abdi Bey nerededir?”

Hanımı evde olmadığını söyleyince Sultan Mahmud muzib bir edayla Said Efendi’ye dönerek güya işitilmeyecek bir sesle;

-“Anlaşıldı öbür hanımının evine gitmiştir” der.

Abdi Bey’in refikasına bu zokayı attıktan sonra evden çıkıp giderler.

Abdi Bey akşam olup da eve gelince. Hanımı hemen onu kapıda karşılar:

-“Vay papaz! Senin başka karın varmış da benden saklıyormuşsun!” diye üstüne atılır. Elbiselerini paralamaya başlar.

 Zavallı Abdi Bey:

-“Valla’ hanım! Dinle beni! Söylediklerinin aslı astarı yok! Ben nereden aldatacağım seni. İnan bin nebi aşkına, benim böyle başka hanımım yok” der.

Kadının öfkesi gittikçe artar:

-“Yalan söyleme! Boyun devrilsin! Koskocaman padişah mı yalan söyleyecek?” deyip zevcine yapmadığını bırakmaz saçını başını yolar. İşte Osmanlı kadını dedikleri türden bir kadın!

Ertesi gün Abdi Bey mahcup, yara bere içinde ve morarmış bir şekilde padişahın eşiğine yüz sürüp meramını anlatınca hem hünkâr hem Said Paşa gülmekten kırılırlar.

Tarihçi Hartley’in dediği gibi eski insanlar değişikler, değişik…


[1] Kızılderililerinkine benzer çubuk içine tütün konulur ve yakılır. Buna kısaca uzun saplı pipo diyebiliriz. Devir IV. Murad devri değil ya o yüzden bu iki meret rahatça istimal ediliyor. Keyif keka.

- Advertisment -