Roni Margulies, Yunus Emre Erdölen’in 6 Şubat depremlerinin ardından Türkiye’ye gelen yardım ekiplerine teşekkür için kaleme aldığı yazısına bir şerh düştü.
İnsanlar ve halklar arasında dayanışma görüntüsüyle karşılaştığı her defasında kendini tutamayıp ağladığını yazan Margulies, devletlerin gönderdiği yardım ekiplerinin onu neden ‘ağlatmadığını’ şöyle anlatmıştı yazısında:
“(…) Beni asıl etkileyen, bana dokunaklı gelen, insanlığımı bana hatırlatan bu resmî yardımlar olmadı. Devletlerin birbirlerine yardımları hiçbir zaman karşılıksız değildir. Muhakkak bir karşılık beklentisi vardır, diplomatik bir avantaj veya bir propaganda fırsatı elde edilir. Sıradan insanlar ise sırf yardıma ihtiyaç duyan insanlar olduğu için harekete geçer, fedakârlık eder.”
İlginç bir tartışma… Gerçekten de “devletlerin birbirlerine yardımları hiçbir zaman karşılıksız değil” midir? “Karşılık beklentisi” gerçekten de ‘muhakkak’ mıdır?
Dediğim gibi güzel ve ilginç bir tartışma, keşke devam etse… Fakat ben bu yazıda yardım eden devletlerin değil, yardımı ‘kabul eden’ devlet yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti üzerinde duracağım.
Biliyorum, böylesine büyük bir felaketle karşı karşıya olan bir devletin yardımı ‘kabul etmesi’nden söz etmek kulağa tuhaf geliyor. Gelmesin; çünkü yardımı ‘kabul edilen’ ülkeler, yardımı ‘kabul eden’ ülkenin (TC) iktidarı (Cumhur İttifakı) tarafından, depremden bir gün öncesine kadar ezanı susturmak, bayrağı indirmek, ‘bize’ diz çöktürmek isteyen emperyalistler olarak sınıflanıyordu; yani bildiğiniz düşman olarak…
16 Şubat tarihli, “Yardım duygusunu şeytanlaştırmak ve bundan siyasi zarar görmemek!” başlıklı yazımda, aşırı kutuplaşmış toplumlarda kutupların yekdiğerini ‘düşman‘ olarak gördüğünü, hayatı bir savaş gibi algıladığını söylemiş; -dolayısıyla- davranışlarının, psikolojilerinin gerçek bir savaşta savaşan taraflar gibi olduğunu yazmıştım. Savaşta temel davranışlardan biri de savaşı fiilen yürütenlerin, karşı tarafın (düşmanın) sıradan halk için ‘yararlı’ şeyler yapmasına izin vermemekti:
“Böyle toplumlarda kutuplaşmış siyasi taraflardan her biri, kendi destekçilerine, karşısındakinin fıtratı gereği ‘iyi bir şey’ yapmayacağını, yapamayacağını söyler; tıpkı savaşta düşmanın ‘iyi bir şey’ yapmasının mümkün olmaması gibi. Ola ki bir işgalci dış güç savaş sırasında mesela elektriği ve suyu olmayan köylere elektrik ve su götürmeyi planlasın… Düşmana karşı direnen milli güçler ne yapar böyle bir durumda? ‘Aman iyi, vatandaşlarımız rahat etsin biraz’ mı der yoksa bütün gücüyle bu planlamayı sabote etmeye mi kalkar? Tabii ki ikincisi.”
Nedeni açık: Sıradan insanlar öncelikle ihtiyaçlarının tatmininin peşindedir. Çünkü işgale fiilen direnen güçlerin sahip olduğu siyasi-ideolojik bilinçten yoksundurlar. ‘Hizmet’ ve ‘iyilik’ onların düşmana karşı nefretlerini azaltabilir, onları uyuşturabilir.
Şu ölçüye güvenin: Beka (varlık-yokluk) sorunu yaşamanın, yani sizi yok etmek isteyen bir düşmanla karşı karşıya olma durumunun en temel duygusu, hasmınızın ‘mutlak kötü’ olduğudur. Dolayısıyla (a) ontolojik olarak ondan sizin için iyi bir şeyin sâdır olması mümkün değildir; (b) ola ki ülkeniz için iyi bir şey yapmak istediğini söylesin ve bunun için harekete geçsin; yapacağınız şey derhal bunun aldatıcı bir propaganda olduğunu söylemek ve yardım talebini reddetmektir.
Fakat tabii ki bu duygu ve ona bağlı hareket tarzları gerçek bir ‘beka sorunu’yla karşıya kalınması durumunda sahihtir.
Peki, yıllar boyunca ülkenizi boğmak, bağımsızlığınızı yok etmek için yanıp tutuşan ülkelerden söz ettikten sonra, başınıza gelen bir felaketin ardından onları yardıma çağırırsanız? İşte o zaman o âna kadar ‘beka sorunu’na dair söylediğiniz her şeyin palavra olduğu çıkar ortaya.
Parantez: İktidar ulusalcılardan biraz ‘tutarlılık’ öğrenmeli
Bu arada ulusalcıların bu konuda iyi, tutarlı bir sınav verdiğini belirtmeden geçmemek lazım. Erdoğan Aydınlıkçılara, Cihat Yaycı’lara, Banu Avar’lara kulak verseydi elindeki büyük kozu bu kadar kolayına kaybetmezdi. Bakın:
Banu Avar: “ÇAĞIRANLARI SORGULAYIN! ABD askerleri Kahramanmaraş’ta sahra hastanesi kuruyor: Hükümet çağırdı biz de geldik… Hatay’da sahra hastanesi kuran ABD’li askerlerin başındaki isim Yarbay Jeffrey Castiglione, hükümetin talebi üzerine geldiklerini belirtti.”
Palavra olduğunu anlamak için buna gerek yoktu ama…
Türkiye’nin bir varoluş sorunuyla yüzyüze olmadığını, bunun, üzerinden iktidar kurulan bir duygu sömürüsü aracı olduğunu gösteren başka göstergeler de vardı, fakat hiçbiri yukarıdan beri anlattığım gösterge kadar güçlü olmadığı için beka sömürüsünün köküne kibrit suyu dökmek ona kaldı.
Hadi onları da, 2019’da kaleme aldığım “Liderlerin ‘beka’ya gerçekte inanmadıklarının başlıca göstergeleri” başlıklı yazıdaki argümanları hatırlayarak gözden geçirelim…
Birinci gösterge: Dil
Varlık-yokluk (beka) gibi, aşılabilmesi için toplumsal dayanışmanın şart olduğu bir soruna dûçar olmuş bir ülkenin lideri, toplumsal dayanışma açısından doğuracağı apaçık olumsuz sonuçlara aldırmayan bir dil kullanır mı?
Böyle bir şey, mesela ölüm-kalım maçına çıkacak takımın teknik direktörünün, takımın altı futbolcusunu göklere çıkartırken kalan beşini yerin dibine batırmasına benzemez mi? Bu tercihler, ülkenin ya da takımın korkulan sonuna hizmet etmekten başka bir işe yaramayacağına göre, ülkenin liderinin ya da takımın teknik direktörünün tutumlarını nasıl bir mantık çerçevesine oturtabiliriz? Oturtabilir miyiz?
Burada iki ihtimalden söz edebiliriz:
Birincisi: Ülkenin lideri, ülkesinin bir beka sorununun olduğuna gerçekten inanmaktadır, fakat kullandığı dilin, bunu daha da yakıcı bir hale getireceğinin farkında değildir.
İkincisi: Ülkenin liderinin beka söylemi retorikten ibarettir. (Retoriği burada “belagat” karşılığıyla değil, “içtenlikten veya anlamlı içerikten yoksun olma” anlamında kullanıyorum.) Yani açıkçası bu ihtimalde ülkenin lideri ülkesinin gerçek bir beka sorunuyla yüzyüze olduğuna inanmamakta, fakat onu siyasi hedefleri doğrultusunda bir araç olarak kullanmaktadır.
Şimdi, depremden sonraki yardım çağrıları gösteriyor ki besbelli ikincisi geçerli. Gerçeği birinci ihtimal temsil ediyor olsaydı, yani buna gerçekten inanan bir lider olsaydı, ülkesinin ‘beka’sını tehdit eden düşmanlardan yardım istemezdi.
İkinci gösterge: Ülkenin yarısının inanmadığı beka tehlikesi olur mu?
Türkiye’nin beka meselesinin olmadığının, ona dair söylemin politik hedeflerin aracı kılınmış bir retorikten ibaret olduğunun, daha da açığı Erdoğan ve Bahçeli’nin dillerinden düşürmediği şeye gerçekte inanmadıklarını gösteren olgulardan biri de, nüfusun yarısının ülkenin böyle bir tehditle karşı karşıya olduğuna inanmaması…
Oysa gerçek bir beka tehdidi, belki çok küçük bir azınlık dışında ülke nüfusunun tamamına yakını tarafından algılanır. Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye sınırları içinde yaşayanların… İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’in saldırısı altındaki ülkelerin halklarının sadece yarısının, ülkelerinin bir varlık-yokluk problemiyle karşı karşıya olduğunu düşünmesi mümkün müydü? Tabii ki hayır. Tabii ki o ülke halklarının tamamına yakını ülkelerinin bekasının tehlike altında olduğuna inanıyorlardı, çünkü tehlike gerçekti.
Krallıkların çökmeleri sürecini hatırlayalım… Tek tek krallıklar ulusal devrimler karşısında dağılırken ve çöküş mukadder görülürken kraliyet ailelerini ve kraliyet bürokrasisini oluşturanların sadece yarısının “beka” kaygısını hissettiği, öbür yarısının da “yok böyle bir şey” demiş olduğu öne sürülebilir mi?
Ülkenin yarısının inanmadığı beka tehlikesine alıcı gözüyle bir kez daha bakmak gerekir.
Üçüncü gösterge: Beka tehlikesi varsayımsal olamaz
“Türkiye’nin beka meselesi” söyleminin politik hedeflerin aracı kılınmış bir retorikten ibaret olduğunun başka bir göstergesi de, onun varsayımsal karakteri… Oysa hakiki bir beka sorunu olgusal karakterdedir.
Türkiye’nin bir beka sorununun olduğunu söyleyenler, tezlerini bir dizi tespite ve onlara bağlı varsayımlara dayandırıyor. Hepsinin birleştiği ortak nokta da şu: Küresel güçler Türkiye’nin güneyinde bir “proje Kürt devleti” kuracak, o devletin Akdeniz’e erişimi sağlanacak, sonra da Türkiye’yi parçalama işine girişilecek.
Beka söylemi olgular üzerine değil de varsayımlar üzerine kuruluyorsa, orada da durmak ve düşünmek gerekir. Tarih, varsayımları doğrulayabileceği gibi yanlışlayabilir de. Dolayısıyla, varsayımlar üzerinden kurulan bir beka sorunu tarifi varsa, bu tarifi yapanların ona gerçekte inanıp inanmadıklarını sorgulamanın en azından haklı bir zemini var demektir.