Son bir ay içinde iki seyahat neticesinde çalışma hayatımın önemli bir dönemini geçirdiğim Brüksel’de 10 gün boyunca yeniden bulunma fırsatım oldu. Ülkemizdeki siyasi kargaşa, ekonominin belirsizliği ve sürekli olarak baş aşağıya gitmesi, art arda gelen tutuklama haberleri ve her gün yenisi patlayan yolsuzluk skandallarından kaçmak gerçekten iyi geldi. Gerçi televizyonu en fazla günde yarım saat izlediğim ve özellikle her akşam aynı kanallarda aynı şeyleri anlatan aynı insanlardan özellikle uzak durmama, ayrıca İstanbul’un müreffeh ve sakin Moda mahallesinde oturmama ve o sayede sinirlerimi bozulmaktan kurtarmama rağmen, yine de Brüksel ilaç gibi geldi.
AB ve NATO’nun merkezleri olmadan önce Belçika Batı Avrupa’nın en yeni ülkelerinden biriydi. Bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkalı daha iki asır olmadı. Daha önce kısmen hanedanlar arasında miras alışverişleri, kısmen de savaşlar neticesinde bir ara İspanya, sonra Avusturya, Napolyon döneminde Fransa, sonra da 15 yıl kadar Hollanda’ya ait olmuştu. Brüksel’de dolaşırken bütün bu işgallerin izlerini görmek mümkün. Tüm Brüksel kartpostallarının vazgeçilmezi Büyük Meydanın (Grand-Place) Fransa Kralı XIV. Louis’nin orduları tarafından 1690’lı yıllarda harabeye çevrildiği ve sonradan baştan inşa edildiği, yine Brüksel’in en meşhurlarından çiş yapan küçük oğlan heykelinin 16ıncı asırda İspanyol işgalcilerin koyduğu bir bombanın fitilini o şekilde söndüren çocuğun anısını yaşattığı Brüksel hakkındaki kitaplarda yazar.
Napolyon’un Brüksel’in varoşlarındaki Waterloo meydan muharebesinde yenilip de İngilizler tarafından St. Helena adasına sürgüne gönderilmesinden ve Fransa’nın da eski hudutlarına geri itilmesinden sonra Belçika bu defa Hollanda’ya verilmiştir. Ancak 15 yıl kadar süren bu birliktelik Katolik olan Belçikalıların Protestan olan Hollandalılarla geçinememeleri neticesinde 1830 yılında çıkan bir ayaklanma ile bozulmuştur. Belçikalılar Fransa’nın da yardımıyla Hollanda’dan bağımsızlıklarını elde etmişler ve tarihlerinde ilk defa kendi devletlerini kurma imkanına sahip olmuşlardı.
O devirlerde cumhuriyetlerin iyi bir şöhreti yoktu. Fransız ihtilalinin kurduğu I. Cumhuriyet kanlı ve vahşi bir hatıra bırakmış ve uzunca bir süre yeniden cumhuriyet kurma fikri Avrupa’da pek gündeme gelmemiştir. Dolayısıyla Belçika’lılara bir kral seçmek düşmüştü. Kendi aristokratları arasından birini başa getirmek yerine dışarıya baktılar. Geçici meclis ilk önce bağımsızlığa yardımcı olan Fransa’nın kralının küçük oğlunu seçti. Ancak ileride Fransa ile Belçika tahtlarının birleşmesi endişesiyle hareket eden Birleşik Krallık hükümeti bu seçimi onaylamadı. Elinin altında zaten başka bir aday vardı. Kral IV. George’un doğum sırasında ölen kızı veliaht prensesin aslen bir Alman prensi olan dul eşi işsiz kalmış, ancak Birleşik Krallık hükümetinden yüklü bir maaş almaya devam etmesi homurdanmalara yol açmıştı. Hükümet onu Belçika tahtına aday gösterdi ve dul olmasının sağladığı imkanla Fransa Kralı Louis-Philippe’in kızıyla evlenmesi münasip görüldü. İşte bu çift I. Leopold ve eşi Louise bugün tahtta oturmaya devam den Belçika hanedanının kurucuları olmuştur.
Belçika Konya vilayetinden çok büyük olmayan bir yüzölçümüyle kendisinden kat kat güçlü ve nüfuslu komşulara sahipti. Birleşme yolundaki Almanya, Fransa ve denizin hemen ötesinde Birleşik Krallık. Bu üç ülke de Belçika’nın kendilerine karşı kullanılmasını engellemek amacıyla tarafsızlığını uygun görmüş ve 19uncu yüzyıl sırasında yapılan antlaşmalarla bu tarafsızlık kayda alınmış ve perçinlenmiştir.
Ancak Ağustos 1914’te Almanya Birinci Dünya Savaşını başlattığında Fransa’ya saldırmanın kısa yolunun Belçika’dan geçmesi gerektiğini hesaplayarak ülkenin tarafsızlığının bir kağıt parçasından ibaret olduğunu ilan ederek ülkeyi hızla işgal etmiştir. Bütün savaş boyunca ülkenin sadece küçük bir bölümü Alman işgalinden kendini koruyabilmiş, orada Kral ve hükümet Almanya’ya karşı kendi çaplarında mücadele etmişlerdir. Tabii savaşın Almanya tarafından kaybedilmesinde etkileri cüzi olmuştur ama Belçika halkı için Kral I. Albert gerçek bir askeri kahramandır. Brüksel dahil çoğu şehirde heykeli dikilmiş adı cadde ve meydanlara verilmiştir.
Belçika’nın nüfusunun yarıdan biraz fazlasının Felemenkçe, kalanının Fransızca konuşması ve elit tabakadan gelen subayların Fransızca verdikleri emirleri Flaman olan erlerin anlamadığı bugün dahi anlatılan ve şehir efsanesi olup olmadığı meçhul bir hikayedir. Savaş sonrasında tazminat olarak Almanya’dan kopartılan topraklarla Belçika bir üçüncü dil olarak Almancayı da kazanmıştır. Bugün bile milli gün ve Noel’de Kral halka hitaben yaptığı televizyon konuşmalarında Felemenkçe yayın yapan kanalda Felemenkçe, Fransızca yayın yapan kanalda Fransızca ve Almanca yayın yapan kanal olmadığı için orada yaptığı konuşmasının son cümlelerini Almanca yapmaktadır.
Birinci Dünya Savaşından sonraki dönemde Belçika’da Felemenkçen rolü gittikçe artmıştı. 1940’ta İkinci Dünya Savaşı başlarında Almanya Belçika’yı yeniden işgal edince bu defa Kral III. Leopold babasından farklı hareket etmiş ve ordusuyla teslim olmuştu. Bu da ilerideki dönemde aleyhine kullanılmıştır.
Belçika Aralık 1944-Ocak 1945 arasında İkinci Dünya Savaşının en kanlı muhaberelerinden birine Ardenne’lerde sahne olmuştur. Bir tarafta Alman orduları, diğer tarafta ABD ve İngiliz orduları filmlere konu olan mücadele vermiş, her iki taraf on binlerce kayıp vermiştir. Belçika’nın Güney Doğusundaki Arlon, Bastogne gbi şehirler neticede yerle bir olmuştu.
Savaş sonrasında Belçika halkı Almanlara teslim olmuş Kral III. Leopold’u geri istememiş ancak monarşiyi kaldırmak yerine 20 yaşındaki oğlu Baudouin’i tahtta oturtmayı tercih etmiştir. Baudouin’in çocuğu olmadığı için vefatından sonra ilk önce kardeşi II. Albert ondan sonra da, onun oğlu Philippe tahta geçmiştir..
İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde Belçika yavaş yavaş federalizme kaymaya başlamıştır. Ülke 1830’da kurulduğunda merkezi yönetimin kuvvetli olduğu Fransa modeli seçilmişti. Ancak zamanla bu model demokratik tartışma ortamında gevşetilmiş, federal yapıya geçilmiştir. Bugün Belçika esas itibarıyla üç bölgeye ayrılmıştır. Flaman bölgesi, Fransızca konuşulan Vallon bölgesi ile ortada %85 oranında yine Fransızca konuşulan Brüksel. Eğitimden polise kadar birçok yetki bu üç bölgeye devredilmiş, merkezi hükümetin işlevi ise savunma ve dışişleri gibi sınırlı alanlara teksif etmiştir. Belçika’da her zaman koalisyonlardan oluşan merkezi hükümetler kurulurken hem iki toplum hem de siyasi partiler arasında dengeyi muhafaza etmek gerektiği için hükümet kurmak bazen çok vakit alır. Bir defasında bu iş bir yıldan fazla sürmüştü. Bu sefer hükümetin 7-8 ayda kurulması mümkün olabildi.
Belçika federalizme doğru ilerlediği sırada ülkenin bölüneceğini söyleyenlerin sayıları çoktu. Hatta 1990’lı yıllarda oradaki ilk görevimde ahbap olduğum bir Belçikalı profesör bana gayet kategorik olarak ülkenin 21inci asrı görmeyeceğini söylerdi. 2009 yılında Brüksel’e bu defa AB nezdinde Daimî Temsilci olarak döndüğümde ve ülkenin 21inci yüzyılın başlarında hala ayakta olduğuna dikkatini çektiğimde hafif mahcup ama mutlu bir şekilde tebessüm ederdi.
Aradan 16 yıl daha geçti ama Belçika hala ayakta. Hatta şimdiki Başbakan Bart De Wever ayrılıkçı bir Flaman partinin lideri olmasına rağmen Başbakan olarak göreve geldikten sonra önceliğinin bu olmadığını vurgulamıştır. Zaten Katalunya ve İskoçya örneklerinin de gösterdiği gibi Batı Avrupa’da ayrılıkçılığın modası geçti gibi.
Belçika’nın kısa bir tarihçesini yapma ihtiyacını nereden duydum sorusuna şu cevabı verebilirim. Orada geçirdiğim 10 gün içinde hoşgörü ve uzlaşma kültürü sayesinde, en önemlisi de tek bir kişinin ilk ve son söze sahip olmadığı bir yönetim tarzının farklı dil ve kültürlere sahip halklara savaş ve işgallere rağmen istikrar ve refah getirebildiğini yeniden tecrübe ettim. Oysa ülkemiz Belçika’dan farklı olarak 100 yıldan fazla bir zamandır ne savaş ne de işgal gördü. Ancak ne yazık ki Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girdiğimiz bu dönemde hala demokrasi, hukuk ve refaha kavuşamadık ve iç ile dış sorunlarımızı değil çözmek yenilerini ilave etmekten öteye gidemedik, gidemiyoruz. Ve Belçika örneğinin gösterdiği gibi ulusal konuların tek çözüm yolu demokrasi ve hukuktan geçer. Belçika ve diğer Avrupa ülkeleri sorunlarını çözerken biz neden geçen yıllara rağmen hala yerimizde sayıyoruz, esas sorulması gereken bence budur. Ama tabii biz onları değil, onlar bizi kıskanıyormuş!