Beşiktaş, Ole Gunnar Solskjaer yönetiminde sahaya taraftarının coşkusuna yaslanan bir umutla çıktı. Norveçli teknik adam, Türk futbolseverlerin tutkusunu kavramış gibiydi: topu ceza sahasına taşı, gerisi gelir. Bu fikir, kanatlardan gelen topların, sanki orada uzun boylu bir pivot santrfor varmışçasına havaya kaldırılmasıyla hayat buluyordu. Ancak bu yaklaşım, bir stratejiden çok, romantik bir dağınıklıktı. Toplar, Tammy Abraham’ın hareketliliğine rağmen çoğu zaman rakip savunmanın kucağına düşüyordu. Beşiktaş’ın oyunu, adeta bir karpuz gibi ikiye bölünmüştü: bir yanda kanatlara hapsolmuş çırpınışlar, diğer yanda orta sahada kaybolan bağlantılar. Solskjaer’in takımı, sanki tarihin karanlık labirentlerinden fırlamış bir kara mizah karikatürü gibiydi; noktacı, bölgeci ve mevkisel bir anlayışla, topu anlamsızca ileri şişirerek zafer arıyordu.
Beşiktaş’ın oyun planı, birleşik bir hikâyeden yoksundu. Paslar, tekil ve hedefsizdi; her oyuncu kendi destanını yazmaya çalışıyor, ancak kolektif bir senfoni yaratamıyordu. Örneğin, Milot Rashica’nın sağ kanatta topu her alışında, içgüdüsel bir dripling ve ardından yüksek bir orta geliyordu, ama bu toplar sıklıkla Shakhtar’ın stoperi Bondar’ın ya da Matviyenko’nun kontrolüne teslim oluyordu. Orta sahada Gedson Fernandes’in enerjisi, topu ileri taşıma çabası alkışlanmaya değerdi, fakat bu çaba, bir oyunun parçası olmaktan çok, bireysel bir mücadele gibiydi. Rafa Silva ve Orkun Kökçü’nün yaratıcılığı, zaman zaman parlasa da, Beşiktaş’ın hücum hattı birbiriyle uyum sağlayamayan aktörler gibi sahnede geziniyordu.
Shakhtar ise sahaya bir bahar sabahının neşesiyle çıktı. Topla buluştuklarında, her oyuncu bir ressam, her pas bir fırça darbesiydi. Arda Turan, bu tablonun maestrosuydu. Arda Turan gibi çaylak bir hocanın oyun üstündeki etkisi ve saha kenarındaki varlığı, bir virtüözün piyanodaki parmak uçları gibiydi; her hareketinde bir anlam, her pas alışverişine bir niyet yüklemiş gibiydi.
Shakhtar’ın oyunu, sabırlı ve iyi çalışılmış bir yol haritasının ürünüydü. Her pozisyonda, o pozisyonun sunduğu tüm imkânları tüketmeye özen gösteriyorlardı. Topu asla değersizleştirmediler; anı ve alternatifleri harcamadan, akışkan bir şekilde rakip savunmayı delmeye çalıştılar. Mesela, ikinci golde, Kevin’in sağ kanatta topu alışı, içeri kat edişi ve Sudakov’la yaptığı ver-kaç, Beşiktaş savunmasının dengesini bozdu. Bu gol, Shakhtar’ın kolektif işbirliğinin bir özetiydi: her oyuncu, topun bir sonraki durağını biliyor, her hareket bir amaca hizmet ediyordu. Shakhtar, topu bir hazine gibi koruyor, her pasla rakibin direncini törpülüyordu.
Kazanılan penaltı ve arkasından gelen gol vuruşu skoru 2-1 taşıdı; Ancak bu gol, Shakhtar’ın düzenini bozmaya yetmedi. 55. dakikada, Pedrinho’nun pasıyla sağ kanattan ceza sahasına giren Sudakov’un ortasında Kevin’in gelişine vuruşu, skoru 3-1’e taşıdı. Beşiktaş, Joao Mario’nun 65. dakikada boş kaleye attığı golle farkı bire indirse de, Shakhtar’ın cevabı gecikmedi. 80. dakikada, Kaua Elias’ın soğukkanlı bitirişi, skoru 4-2 yaptı ve maçı noktaladı. Beşiktaş’ın savunmasındaki hatalar, özellikle Jurasek’in yanlış kademesi ve Svensson’un alan savunmasındaki ihmali, Shakhtar’ın gollerinde kilit rol oynadı.
Beşiktaş’ın yeni transferleri Orkun Kökçü, David Jurasek ve Tammy Abraham, ilk resmi maçlarında ellerinden geleni yapsa da, takımın kolektif uyum eksikliği belirgindi.Sonuç: Oynamadan Kazanmak mı, Oynayarak Keyif Almak mı?Beşiktaş, taraftarının enerjisine güvenerek, bireysel parıltılarla maçı çevirmeye çalışan bir takım gibiydi. Solskjaer’in stratejisi, topu ceza sahasına şişirmekten ibaret kalırken, Shakhtar, Arda Turan’ın liderliğinde oynayarak, keyif alarak ve kolektif bir akılla sahada var olarak sonucu aldı. 4-2’lik skor, yalnızca bir maç sonucu değil, iki farklı futbol anlayışının çarpışmasının bir yansımasıydı. Shakhtar, her pozisyonda bir hikâye yazarken, Beşiktaş, hikâyesiz bir çöldeki göçebe gibi kayboldu.