Reality showlar, geçen yüz yılın sonlarına doğru ortaya çıkmıştı. Düşük maliyetli yapımlarmış bunlar. Vurucu bir de motto uydurmuşlar: “Hayatın kendisi”! Bu programlar, sade vatandaşın hayatının çarpıcı yerlerine odaklanıyor. Katılımcıların seyircide uyandırdıkları büyük ilgiyle, kısa sürede başarıya ulaşıyor. Bu programların çeşitli varyasyonları Türkiye’de ana aklım medyada hâlâ sürüyor. Sade insanın; aşkları, aşk kaçamakları, aile içi şiddet, kayıplar, evden kaçanlar, miras paylaşımında çıkan sorunlar, çalınan paralar, cinayetler akla ilk gelen konular. Belki de kısaca, sade insanın mahrem hayatının sahnenin merkezine taşındığını söylemek yeterli.
Burada kritik nokta, merkezde sade insanın olması. İlk bakışta bu, nerdeyse bir sempati duygusu geliştirmeye yol açıyor. Sade insanın merkez medyada yer bulması, onun hayatının konu edilmesi, alt sınıfların toplumsal yaşama görünür olarak eklemlenmesi gibi geliyor. Neredeyse demokrasinin yeni bir nimetiymiş gibi algılanıyor. Şüphesiz bu programlar içinde saygın bir yerde durmayı başaran, “gazeteciliğin etik kurallarına” uymayı zorlayanlar var. Ancak çoğunluğu için bunu söylemek mümkün değil.
Bu programlar, tam manasıyla alt sınıfların magazinine dönmüş vaziyette. Magazinleşen programlar, halkın ilgisini en çok çekecek olaylarının peşine düşüyor. Bu ilgiyi sıcak tutma çabası, tam bir reyting açlığına, çılgınlığına dönüşüyor. Sunucu, her türlü empati duygusunu kaybediyor. Konuk olarak aldığı, zaten büyük bir sorunun içinde debelenen sade insan, reyting nesnesi haline dönüşüyor. Konuğu daha uzun süre programda tutma çabası, sorulan soruların sığlaşmasına, hatta mantığın dışına çıkmasına neden oluyor. Magazine konu olan alt sınıflar olduğundan, sunucu dilinin giderek zehirli bir hal almasından imtina etmiyor. Konuğun onuru unutuluyor. Hakkında bir algı oluşmasına neden olacak ifadeler kullanılmaktan sakınılmıyor. Hatta bu, bilerek yapılıyor. İzleyicinin konuk hakkında belli bir şeklide düşünmesini sağlayacak imalar, sorular devreye giriyor. İzleyiciyi manipüle etmek için muazzam bir çaba başlıyor. Sunucu, blöf yapmaya başlıyor… Bereket ki sunucunun zekâsının düzeyi, manipülasyonun etkisini kısmen de olsa azaltıyor, blöf boşluğa yuvarlanıyor!
Alt sınıflar magazin konusu edilince; ağabeyin parasını oyunculuk aşkıyla heba etmiş bir gence, ahlak dersi vermek de tescili oyuncudan geliyor. Telefonla programa katılan tescilli oyuncu, oyunculuğun nasıl değerlerle bezenmiş, nerdeyse kutsal bir icraat olduğunu anlatıyor. Oyuncu heveslisine, aşağılayarak ders vermek acımasız bir çekicilik taşıyor. Ama aynı tescilli oyuncu, ünlülerin magazininde, şiddete, tacize hatta tecavüze ses çıkarmadığını unutuyor.
Alt sınıflar magazin konusu edilince; bir göçmene etnik kimliğiyle seslenmenin ırkçı tonu yükseliyor. “Afgan” diye yüksek sesle anılanın, özne oluşu ortadan kaldırılıyor. Her “Afgan” deyişte yüzde beliren aşağılayıcı iğrenme ifadesi daha da belirgin hale geliyor. “Afgan”ının en ufak bir itirazı “geldiğin yere dön, burayı da Afganistan’a çevireceksiniz!” nidasıyla kesiliyor. Sunucunun cehaleti; öğündüğü Türk kimliğinin, şimdi kendi uyguladığı ırkçılığa, on yıllardır Batı’da muhatap olduğunu görmesini engelliyor. Sunucu, ırkçılığın en bayağı halini sergiliyor…
Alt sınıflar magazin konusu edilince; sunucunun yanına bir de hukukçu yerleşiyor. Genellikle kadın olan bu hukukçular, kocasının şiddetinden kurtarmak için yine bir kocaya kaçmak zorunda kalmış hemcinslerinin yakarmalarına kulaklarını tıkıyor. Kadının yıllardır gördüğü her türlü şiddet, aşağılanma bir kenara bırakılıp ailenin kutsallığı, annenin görevleri başlıklı tiratlar çekiliyor. Hukukçu, sadakatsizliğe tahammül edemiyor. Tahammülsüzlüğündeki hoyratlık, izleyiciyi onun hayatını düşünmeye zorluyor! Kadın hukukçu, muazzam bir erkek egemen ideoloji neşrediyor.
Sunucunun cesareti, hesap soramayacak bir kesimi konu edinmesinden kaynaklanıyor. Bedeli olmayan bir cesaret gösterisi… Oyun kurallarını ve oyunun bütün araçlarını elinde toplayan sunucu, sahneyi tam manasıyla belirliyor. Reyting hedefine yönelmiş sahne düzenlemesine ters davrananın, hakkını savunmaya kalkışanın sesi kısılıyor. Sorulardaki hadsizliğe yapılan itiraz, “gazeteciyim görevim sormak” kutsal açıklamasıyla kesiliyor. Bir kez sunucunun sahnesine çıkmak kabul edildiğinden “soruna cevap vermiyorum” denemiyor. İddiaya kaynak gösterilmesi talebi, “gazeteciyim kaynağımı açıklamam” klişesiyle karşılanıyor. Cesur ve en kahraman sunucu gazeteci, bu soruların en hafifini ünlülerin magazininde ağzına alamayacağını unutuyor. Sade insan, bir hiç haline getiriliyor. Çare aramak için programa çıkan, çare ararken en mahrem alanlarının ortaya dökülmesi ile aşağılanıyor. Biçarenin, biçareliği çok fena kullanılıyor…