Lili’uokalaini 1891 yılında taç giyerek Hawai’nin ilk kadın hükümdarı olduğunda 53; bağımsız bir devlet olan Hawai Krallığı ise 98 yaşındaydı. Halkın sevdiği popüler hanedan üyelerinden Lili’uokalaini abisinin ani ölümü üzerine tahta çıkmış, daha ilk günden kendini işin içinden çıkması zor bir beka meselesinin ortasında bulmuştu.
Beyazlarla ilk iletişimini adaya 1778’de gelen İngiliz kaşif James Cook vesilesiyle kuran Hawai, Batılı tacirlerin “takdiriyle” iklimi müsait bulunarak kısa sürede bir şeker adasına dönüşmüştü. Adanın güçlü savaşçı kabile şeflerinden Büyük Kamehameha, 1795 yılında Batılı danışmanlarının desteğiyle adada siyasi birliği sağlarken ve Hawai Krallığı’nı kurarken, bir yandan Amerikan ve Avrupalı tüccarlar adalara şeker pancarı ekiyor, plantasyonlar açarak yoğun bir şekilde şeker üretiyor, California üzerinden ABD’ye satıyordu. Bereketli şeker üretimi, sadece Batılı tüccarların değil, plantasyonlarda işçi olarak çalışmak isteyen Çinli, Filipinlilerin de adaya göç etmesine neden olmuştu. Kısa bir sürede Hawai’nin nüfusu artrmış, 370 bin kişi adaya taşınmış, Hawai yerlilerinin nüfus oranı da toplumsal gücü de azalmıştı.
California zenginleştikçe ve ABD İç Savaşı (1861-1865) nedeniyle üretim ve ticaret durduğu için şekere yönelik talep arttıkça Hawai, ABD için stratejik bir ticari ortağa dönüştü. ABD hükümetinin desteğiyle organize olan beyaz tüccarlar kendi aralarında örgütleniyor, uzun vadede Hawai Krallığı’nın lağvedilip ABD’ye katılması için çabalıyordu. Beyaz tüccarlar ilk somut başarıyı 1887 yılında Kral Kalakua’yı baskı altına alıp yeni bir anayasa imzalatarak elde etti. Görünürde monarkın yetkileri azalıyor, meclisin ve kabinenin yetkileri artıyor, Batılı ülkeler gibi meşruti bir monarşi tesis ediliyordu. Fakat arka planda hikaye biraz farklıydı. Daha önce özel mülkiyet kavramının olmadığı Hawai’de özel mülkiyet hakları kodifiye ediliyor, oy hakkı sadece belirli gelirin üstündeki kişilere tanındığı için çok az sayıda yerli Hawaili oy kullanabiliyor, mecliste ve kabinede ekseriyetle adaya sonradan gelen beyaz tüccarların etkin olması sağlanıyordu. Kral artık bir sembol haline gelmiş, fakat egemenlik Hawai halkının değil, beyaz tüccarların eline geçmişti.
Abisi Kalakua’nın ani ölümüyle tahta çıkan Kraliçe Lili’uokalaini büyük bir ikilem arasında kalmıştı. 1795’ten beri dünya tarafından bağımsız bir devlet olarak kabul edilen Hawai Krallığı’nın yerlileri anayasanın değişmesi, genel oy ilkesinin benimsenmesini ve beyaz tüccar vesayetinin kırılmasını; yerlilerin mallarına çökmelerinden endişe duyan beyaz tüccarlar ise ticari işletmelerine yönelik güvencelerin sağlanması için ABD’ye katılmak istiyordu. Kraliçe, tercihini halktan yana kullandı ve saraydaki beyaz danışmanların, bakanların itirazına rağmen anayasanın değiştirilmesi gerektiğini belirtti, halkın desteğini arkasına almak için bir kampanya başlattı.
Özel mülklerinin ve siyasi ayrıcalıklarının tehlikeye girdiğini düşünen 13 beyaz tüccar bir Amerikalı avukatın liderliğinde “Güvenlik Komitesi” kurdu, ABD Büyükelçiliğinin de desteğiyle Kraliçe’yi tahtan indirdi. Darbe sonucu tahttan indirilen Kraliçe ev hapsine alındı, Kraliyet ailesinin mülklerine el konuldu. Darbeciler önce monarşiyi kaldırdı, cumhuriyet rejimine geçildi. Binlerce Hawai yerlisinin topladığı imzalar hiçe sayılmış, beyaz tüccarlar nihai amaçlarına ulaşmış ve bir zamanlar ABD dahil bütün Batı devletlerinin resmi olarak tanıdığı, diplomatik ilişki kurduğu Hawai Krallığı lağvedilmişti. Darbecilerin nihai amacı ABD’ye katılmaktı.
Dönemin ABD Başkanı Grover Cleveland, Kraliçe’nin yakın dostuydu. Bu nedenle kısa bir süre Kraliçe’nin tahta tekrar çıkarılması için uğraşmış, fakat sonrasında senatörlerin ve beyaz tüccarlarla arası iyi olan ABD Büyükelçisi’nin baskısıyla yakın dostunun yardım çağrılarına kulak tıkamayı tercih etmişti. 1896 seçimlerini kazanan yeni ABD Başkanı McKinley seçim kampanyasında söz verdiği gibi ilk iş olarak Hawai’nin ABD’ye katılma sürecini başlattı ve Hawai 1898’de resmen ABD’ye katıldı. Beyaz tüccar darbeciler amacına ulaşmıştı.
1959 yılında eyalet statüsünü kazanarak 50. ABD eyaleti olan Hawai’nin artık bir kraliçesi veya bağımsız bir devleti yok. 130 yıl önce kaybettikleri bağımsız bir devletten bugün Hawaililerin elinde kalan, ABD Senatosu’nda ve Temsilciler Meclisi’nde yerel kıyafetlerle oturumlara katılan ikişer üye.
Hawai yerlileri özel mülkiyetin olmadığı, toprakların ortak kullanıldığı, doğayla iç içe yaşandığı kültürlerini artık koruyamıyor. İklim değişikliği nedeniyle sık sık yangınlar çıkıyor, deniz seviyesinin yükselme ihtimali adalıları ciddi bir şekilde endişelendiriyor, yerliler kaybettikleri toprakları geri almak için mücadelelerine devam ediyor.
Hawai’nin sonunu getiren şeker çılgınlığı ise sona erdi. Şeker plantasyonları kapatıldı, şeker tüccarları daha ucuz pazarlara yelken açtı, uğruna krallık yıktıkları Hawai’deki pancar tarlalarını turizmcilere satarak sektörü terk etti.
Artık Hawaililerin elinden ülkelerini çalan şeker tüccarları yok. Fakat beyaz şeker tüccarlarının yerini dünyanın sonunun yaklaştığına inanan Amerikalı beyaz Silikon Vadisi milyarderleri aldı. Zamanında katakulliyle ABD’ye ilhak edilen Hawai, ne tesadüf ki bugün olası bir iç savaş veya kıyamet senaryosunda anakaradaki Amerikalı milyarderlerin kaçış noktası haline geldi.
Hawai’yi popüler bir “kaçış noktası” kılan kişi ise gizlice 270 milyon dolarlık bir sığınak inşa ettiği ortaya çıkan Facebook’un kurucusu ve Meta CEO’su Amerikalı milyarder Mark Zuckerberg.
Metaverse out, Zuckerberg’in kaçış şehri in
124 milyar dolarlık servetiyle dünyanın en zengin yedinci insanı olan Mark Zuckerberg, 2014’te sürpriz bir kararla 170 milyon dolar harcayarak Hawai’nin dördüncü büyük adası Kauai’de 283 dönüm arazi satın aldı. Zuckerberg araziyi satın alır almaz 75 bin kişinin yaşadığı Kauai adasının dengelerini bozdu. İlk çatışmayı 283 dönüm arazisinin etrafına inşa ettiği büyük bir taş duvarla okyanus manzarasını kapadığı komşularıyla yaşadı. İkinci çatışmada ise doğrudan Hawai geleneklerini karşısına aldı. Beyaz tüccarların özel mülkiyet rejimini dayatmasıyla birlikte her ne kadar Hawai kendine has mülkiyet gelenekleri geride bıraksa da hala adada “kuleana toprakları” denilen özel bir toprak rejimi uygulanıyor. Hawaililer miras yoluyla çok rahat bir şekilde atalarının özel mülklerinde pay sahibi olabiliyor, resmi bir bildirime gerek kalmadan hak sahipliği nesilden nesile aktarılıyor, bu arazilere ulaşmak, bu arazilerden faydalanmak için komşu arazilerde geçiş hakkına sahip olabiliyor. Zuckerberg de en büyük pay sahiplerinin haklarını satın alarak elde ettiği 283 dönümde, mülkiyet ve geçiş hakkına sahip küçük payları satın almak için tespit ve satış davaları açtı, önce pay sahiplerini tespit edip ardından mahkeme kararıyla payları zorla satın almaya çalıştı. Hawaililerden gelen “sömürgecilik” tepkileri üzerine özür dileyerek davaları geri çekse de sonrasında yerel firmalarla ve iş insanlarıyla anlaşarak aracılar vesilesiyle bu payları teker teker toplamaya başladı.
2014’ten beri yürüttüğü bu arazi mücadelesini geride bırakan Zuckerberg, 2020’li yıllar itibariyle 100 milyon dolarlık bir inşaata başladı. ABD’nin prestijli popüler teknoloji ve bilim dergilerinden The Wired büyük bir habere imza atıp kamu kurumlarına sunulan inşaat projelerine ulaşana kadar kimse Zuckerberg’in milyonlarca doları bu büyük araziye niçin akıttığını bilmiyordu. The Wired Zuckerberg’in mega projesini geçen hafta ortaya çıkardı: Modern zamanların en büyük özel kaçış şehri.
Zuckerberg, ailesi ve arkadaşları için bir kaçış şehri kuruyor. Zuckerberg’in arazisinde 12 konut inşa ediliyor. Bu binalarda 30 yatak odası ve 30 banyo olacak. Bu konutların içinde konferans odaları, ofisler ve büyük yemekhanelerin olduğu iki ana bina etrafına inşa edilmesi planlanıyor. Bu yerüstü yapılara ek olarak arazideki büyük ağaçların üstüne 11 yuvarlak ağaç evi inşa ediliyor. Ağaç evler birbirine asma köprülerle bağlanıyor, böylece bu evlerde yaşayanların Yüzüklerin Efendisi’ndeki orman elfleri gibi bir “ağaç köyde” yaşaması öngörülüyor. Arazinin bir diğer ucunda ise içinde spor salonu, havuzlar, tenis kortları olan bir spor/hobi binası olacak. En ilginci ise iki ana binanın arasına yapılması planlanan 5 bin metre karelik yeraltı sığınağı. Yeraltı sığınağının içerisinde geniş bir yaşam alanı, teknik oda ve merdivenli bir kaçış noktası olacak. Sığınağın kapısı ise çoğu sığınak gibi demirden.
Bu “kaçış şehri” oldukça sıkı bir şekilde korunuyor. İnşaatta çalışanlar ve mimarlar Orta Çağ’daki gibi binanın sırlarını anlatmasın diye öldürülmeyecek, fakat çok ağır yaptırımların öngörüldüğü gizlilik sözleşmeleri imzalıyor. Nöbet tutan bekçiler sosyal medyada bir selfie paylaştığında dahi işten atılıyor. Araziyi sadece uzun bir duvar değil, her noktaya konulan güvenlik kameraları da koruyor. İnşaat tamamlanınca ise binalar arasındaki geçişler kimlikle açılabilen özel tedbirli kapılarla sağlanacak.
Zuckerberg sadece kaçış şehrini ABD anakarasından oldukça uzak bir adaya kurmakla yetinmiyor, adeta dijital bir kale inşa ediyor. Zuckerberg için burası ailesiyle kafa dinleyeceği basit bir tatil evi değil, zira şimdiden şirket toplantılarını burada yapmaya başladı.
Zuckerberg, bir yandan insanların her türlü işini yapabileceği, iletişim kurabileceği dijital bir Metaverse evreni yaratırken, bir diğer yandan herhangi bir krizde kaçabileceği ve dünyadan kopuk bir şekilde yaşayabileceği, kendi kendine yetebilecek derecede tarım arazisine ve temiz su sistemine sahip yeni bir şehir inşa ediyor.
Zuckerberg bu çılgın projesinde tek başına değil. Dijital medya uzmanı Doug Ruskoff yeni çıkan “Zenginlerin Kurtuluş Planı: Teknoloji Milyarderlerin Kaçış Fantezileri” adlı kitabında yakın dönemde Silikon Vadi’nin teknoloji liderlerinin buluştuğunu, birçok zengin yeni nesil milyonerin, milyarderin olası bir felaketi düşünerek kaçış senaryosu hazırladığını anlattı. Ruskoff’a elektrik kesintileri, iklim krizi, iç savaş olasılıkları gibi senaryoları, bu senaryolara karşı nasıl bir sığınak veya kaçış planı gerektiğini soran iş insanlarının bulduğu çözümler ise oldukça farklı. Örneğin yine Aralık 2023 ayında Amazon’un sahibi Jeff Bezos, yıllardır yaşadığı, şirketini bir garajda kurduğu Seattle kentinden Florida’da “zengin sığınağı” olarak bilinen ve anakaradan kopuk, Ivanka Trump gibi ultra zenginlerin malikanelerinin bulunduğu Indian Creek adasına taşındı.
Jeff Bezos hem ailesine hem de Florida’da bir merkezde uzay araştırmaları yapan şirketine yakın olmak için Miami’ye taşındığını söyledi. Bezos da Elon Musk gibi uzay maceralarına, Mars gibi gezegenlerde yerleşim alanı kurma fikrini tutkulu milyarderlerden. Yani Bezos’un kaçış planları sadece bildiğimiz dünyayla sınırlı olmayabilir…
Milyarderlerin bir diğer kaçış noktası ise Abdülhamid dönemindeki Tevfik Fikret, Mehmed Rauf, Hüseyin Kadri, Dr. Esad Paşa, Hüseyin Cahit gibi Servet-i Fünuncu aydınların da kaçıp “yeşil yurtlarını” ütopyalarını kurmak istedikleri Yeni Zelanda.
Trump’ın 2016’da başkan seçildiği haftadan itibaren Yeni Zelanda’ya göç başvurusunda bulunan ve ada ülkesinde arazi satın alın Amerikalıların sayısı her sene rekor kırmaya başladı.
Yeni Zelanda’daki inşaat firmaları Amerikalı zenginlerin adadaki sakinliği görünce yeraltı sığınağı fikrinden vazgeçip kentlerin uzağındaki yeşil arazilerde normal bir ev inşa etmeye karar verdiğini söylüyor, fakat bu herkes için geçerli değil. Örneğin olası bir kıyamet senaryosunda özel jetine atlayıp Yeni Zelanda’ya kaçmayı kafasına koyan ve Yeni Zelanda vatandaşlığı da alan PayPal kurucusu Peter Thiel, ilgili yerel yönetim mercii izin verseydi Yeni Zelanda’da bir dağın eteğinde yeraltı malikanesi inşa edecekti. Her ne kadar çevrenin zarar görme riski karşısında inşaat izni alamasa da Thiel hala Yeni Zelanda’yı kaçış noktası olarak görmeye devam ediyor.
Peki yapay zekadan, uzay keşiflerine geleceğimizi etkileyecek kararlara imza atan, hakkımızdaki her türlü kişisel veriyi ellerinde tutan bu teknoloji milyarderleri bizim bilmediğimiz neyi biliyor da 2024’ü bu sığınak ve kaçış projeleriyle karşılıyor?
Bu soruya komplo teorilerinden azade bir yanıt vermek için bir adım geriye gitmek ve sadece geride bıraktığımız 2023 senesini bir gözden geçirmek yeterli.
Düzen yıkılıyor: Yerine ne kurulacak?
Amerikalı milyarderler bir zombi salgınından veya uzaylı istilasından korktuğu için veya COVİD aşıları insanları maymuna dönüştüreceği için “kaçış planları” yapmıyor. Ellerinde bulundurdukları kişisel veriler, dünyanın gidişatı hakkında kendilerine net bir resim sunuyor. Şahsi katkı paylarının da olduğu bu çöküşü büyük ihtimalle en iyi onlar görüyor.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan dünya düzeni 2023 senesi gibi geride kalıyor, elbirliğiyle paramparça ediliyor. Rusya’nın işgali karşısında Batı’nın siyasi ve askeri desteğine rağmen Ukrayna 2023 yılında önemli bir kazanım elde edemedi. Evet Putin, amacına ulaşamadı, 1 günde Kiev’in düşmesini beklerken, Ukrayna direndi. Fakat Ukrayna’nın karşı atağı başarılı değil, Ukrayna ordusu askeri desteği toprak kazanımına dönüştüremiyor. Batı’nın beklentisinin aksine Rus ekonomisi çökmedi, Putin hala koltuğunda, halk Kremlin kapılarına dayanmadı. Üstüne üstlük, İsrail’in Gazze’yi kolektif sorumluluk gibi Ortaçağ’dan kalan ilkelere dayanarak cezalandırmasına, büyük bir sivil katliama imza atmasına koşulsuz destek veren Batı bloğu Rusya karşısında ileri sürdüğü her türlü uluslararası hukuk kuralını İsrail uğruna buruşturup bir kenara attı. Uluslararası hukuk sadece Putin’in tanklarıyla değil, Biden ve Batılı liderlerin İsrail’e yolladığı askeri destekle de lime edildi.
Sınırların tartışmaya açılmaması, tankla tüfekle toprak kazanımının elde edilmemesi gibi temel ilkeler artık “temel” kurallar değil. 2023 sivillerin savaşlarda hedef haline getirilmesi yasağı dahi tartışmaya açıldığı bir sene oldu.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni dünya düzeninin merkezinde olan Birleşmiş Milletler’in genel sekreteri ise görevi gereği ayaklar altına alınan bu kuralları sadece hatırlattığı “Hamas sempatizanı” bir terör destekçisi olmakla suçlanıyor.
İşte 2024’ü böyle bir atmosferde karşılıyoruz.
İşin kötüsü bu daha başlangıç. 2024 seçimlerinde çok daha öngörülemeyen bir isim olan Donald Trump’ın seçimleri kazanması oldukça olası. Trump 2016’ya nazaran çok daha öfkeli bir şekilde Beyaz Saray’a çıkabilir. 4 ceza davasında yargılanan, malvarlıklarına kayyım atanan, seçim yasaklarıyla boğuşan Trump seçilirse ABD’nin iki kutbunu karşı karşıya getirecek. Trump ve ekibi, şimdiden kamuoyuna deklare ettikleri üzerine toplu ihraç listeleriyle binlerce kişi FBI gibi kurumlardan kovmayı, sadık Cumhuriyetçi isimleri önemli kamu görevlerine getirmeyi, Biden, Clinton gibi Demokrat isimleri hakim karşısına çıkarmayı planlıyor. ABD Başkanı Biden, ne Trump’a yönelik halk desteğini azaltacak yapılsa reformlara imza attı ne de Trump’ın popülizmi karşısında ikna edici bir söylem üretebildi. Trump önüne konulan her engeli halk desteğini arttıran bir mağduriyete çevirdi. Amerikalıların aksini beklemesi, umması da zaten siyaset bilmezliğin, öngörüsüzlüğün bir sonucuydu. ABD anayasasının açık hükümleri karşısında (Evet, bir kişinin hapse girmesi, hüküm giymesi, kameralar önünde cinayet işlemesi durumunda dahi başkan seçilmesinin önünde hukuki bir engel yok- kurucu babalar Trump gibi birinin halk desteğini alabileceğini tahmin etmemiş) Demokratlar ve liberal yargıçlar hukuk kurallarını bükerek sadece Trump’ın önünü daha da açıyor ve 2024 kaosunun ateşini harlıyor.
Diğer bir yandan sadece ABD’de değil, bütün dünyadaki düzenin kuralları yıkılırken, Rusya ve Çin Batı karşısında güç kazanırken, her ülke donmuş ve rafa kaldırılmış sorunları masanın üstüne çıkarıyor, yeniden ısıtarak fırsattan istifade kaostan payını almaya çalışıyor.
Çin açıkça Tayvan’ı ilhak edebileceğinin sinyallerini veriyor, Venezuela gibi iflas etmiş bir ekonomi dahi komşusu Guyana’nın 2/3’ünü ilhak etmek için referandum düzenliyor, neredeyse kimsenin katılmadığı bu referandumda olumlu oy çıkması üzerine bağımsız bir ülke olan Guyana’nın bir bölümünü askeri güçle işgal edip ilhak edebileceğini söylüyor, tehdit savuruyor, orduyu hareketlendiriyor.
Mevcut dünya düzeni yıkılırken, insanlığın bulduğu yeni kuralların, çözüm önerilerinin eskiden daha iyi olabileceğini söylemek ise “toksik bir iyimserlik”. En azından şimdilik.
Biz nereye kaçalım?
Bildiğimiz dünya ayaklarımızın altından kaymakla kalmıyor, başımıza da yıkılıyor. Sadece önümüzü görme, plan yapma, geleceği hayal etme olanağını yitirmedik, aynı zamanda yaşanan her küresel felaketten etkilenmeye başladık. Küresel bir pandemi, bütün dünya ekonomisini etkileyen bir Rusya ambargosunun da bunun kanıtı.
Yaşanan güncel krizlerle başa çıkmak bir yana, uzun vadede bizi etkileyecek küresel sorunlar karşısında da elimiz kolumuz bağlı: Bizzat fikir babaları tarafından insanlığa ileride tehlike yaratabileceği söylenen yapay zeka, iklim krizi, gelir adaletsizliği, küresel göç gibi konularda ortak çözüm bulmaya yönelik herhangi bir girişim yok. Ergen iklim aktivistleri sanat eserlerine boya atıyor, Elon Musk ve Mark Zuckerberg gibi dönemimizin “dâhileri” birbirini kafes dövüşüne davet ediyor, gemiler yüzen göçmen hapishanelerine çevriliyor, fakat hiçbir küresel sorun hak ettiği ölçüde bir ciddiyetle ele alınmıyor.
Yaşanan bu polikrizi (Davos 2023 Forumunun aynı anda çoklu bir şekilde yaşanan küresel krizleri tarif etmek için kullandığı kelime) ciddi bir şekilde tartışanlar çok güzel sorun tespitleri yapıyor, fakat iş somut önerilere geldiğinde insanlığın heybesi pek dolu değil.
Bu vasatlaşmaya katkı verenler ise kendilerini pek sorumlu hissetmiyor olsa gerek ki dünyanın makus talihini değiştirmek yerine kaçış planları yapıyorlar. Eksik denetim mekanizmalarıyla bugün toplumları karşı karşıya getiren derin kutuplaşmaların yalan bilgiler ve kışkırtıcı söylemlerle artmasına vesile olan Facebook’un CEO’su Zuckerberg, kutuplaşma nasıl önlenebilir, ABD olası bir sosyal krizi nasıl atlatabilir diye düşünmek yerine milyonlarca dolarlık bir “kaçış şehri” inşa ediyor. Elon Musk sahip olduğu servetiyle uzay maceralarına çıkıyor, dünyanın en büyük agorası olan Twitter’i daha iyi bir kamusal alan yapmak yerine çocuk oyuncağına çeviriyor. Jeff Bezos, sahip olduğu servetini gelir adaletsizliğini azaltmak için kullanmak yerine hala nasıl daha az vergi ödeyebileceğini harıl harıl düşünüyor. Çok da endişeli durmuyorlar , çünkü her ne kadar dünyanın ateşini harlasalar da hepsinin kaçacak bir adası, gezegeni, sığınağı var.
Tabii fazla karamsarlığa ve sınıfsal öfkeye de kapılmamak lazım. Sığınağı olanın da derdi bitmiyor. Büyük bir deprem, tsunami, iç savaş, elektrik kesintisi durumunda bu sığınaklara, evlere ulaşabilmelerinin, bugünden açık adresleriyle ifşa olunan bu yerlerde uzun süre kalabilmenin bir garantisi yok.
Tam bu noktada ne tesadüf ki yine 2023’e veda ettiğimiz bu Aralık ayında Netflix’te yayınlanan ve Obama çiftinin yapımcısı olduğu Dünyayı Ardında Bırak (Leave the World Behind) filminin son sahnesinde ailenin küçük kızının varlıklı bir ailenin yaptırdığı sığınağı bulduğu sahneyi hatırlamakta fayda var. Kötü bir film olduğu için spoiler vermekte bir beis yok: Sığınağı yaptıran zengin aile sığınağa ulaşamıyor, fakat tam teçhizatlı sığınağı tesadüfen bulan küçük kız New York bombalanırken ve ABD iç savaşa sürüklenirken çok sevdiği Friends dizisini büyük bir zevkle izliyor, abur cuburlarını yiyor.
Yani sığınak da her derdin devası değil. Şans ve talih de bir faktör. Sığınağınız olmasa da enseyi karartmamak lazım.
Fakat yine de 2024’e girerken işi garantiye almak şart. Belki sığınak inşa etmek, ada satın almak pahalı, fakat “beyin bedava”. 2024’ün beraberinde getirdiği sorunları etraflıca değerlendirmek, çözüm odaklı düşünmek, Servet-i Fünuncuların aksine sadece kaçıp gidilecek bir Yeni Zelanda ütopyası üzerine değil, mevcut üzerine düşünmek, daha gerçekçi bir “yeni bir düzen” tasarlamak mümkün.
Bunun içinde hem içinde bulunduğumuz bu küresel polikrizi idrak etmek, kök sebeplerini tespit etmek ve hayata geçirelebilecek, makul “yeniyi” konuşmak lazım. Çünkü “yeniyi” konuşmadıkça ve yaşanan bu kaosu tuhaf teorilere bağladıkça dünyanın sonunu zombiler, insanları maymuna çeviren “plandemiler”, uzaylılar veya dünyayı yöneten gizli örgütlerin hain planlara bağlayan komplo zırvaları milyarderler için ikinci bir “kaçış planı”na dönüşüyor. Yaşanan krizler aklın çözemeyeceği, insanlığın engel olamayacağı rasyonelliğin çeperi dışındaki komplolara bağlandığı anda bu krizlerin yaşanmasında rolü olanların da sorumlulukları akıllardan siliniyor. Çözüm bulmaktan öte, ortada bir krizin olduğunu bile fark etmek güçleşiyor. Yayılan komplo teorileri Zuckerberglerin inşa ettiği sığınakların da sorumluluklarının da üstünü örtüyor.
Bu örtüyü geç olmadan kaldırmak, 2024’ün getirdiği sorunlara derinlikli çözümler bulup yeni dünya düzenini konuşmaya başlamak gerekiyor.
Zira çoğumuzun ne kaçabilecek bir adası, ne kıyamet koparken sakince Friends izleyebileceği bir sığınağı var. Bu nedenle Yeni Zelanda’nın çayırlarının hayalini kurmak yerine ilk gördüğümüz ağaç gölgesinde oturup bugünü ve yarını düşünüp kolları sıvamak şart.
Yoksa 2024, 2023’ü mumla aratacak; Hawai’yi yok eden o kör hırs, hepimizin hayatını alt üst edecek.