“Gelir geçer ne sevdalar
Değişir her şey, değişir insan
Seneler sonra utanır herkes
Bu boş, anlamsız küçük oyunlardan”
Sezen Aksu
John Rawls, meşhur adalet kuramında, (kurgusal olarak) başlangıçta bireylerin tüm bağlam ve özelliklerinden, kimliklerinden sıyrıldıklarını ve tüm bunları bilmediklerini varsayar. Böylece bu bilgisizlik peçesiyle (Veil of Ignorance) dünyaya bakan yurttaşlar, kişisel çıkarlarından uzaklaşıp bireylerin (herkesin) temel çıkarlarını savunur. Yani; adalet için kendi etnisitesini, cinsiyetini, cemaatini, bulunduğu sosyal statüyü ve benzeri kimliklerini bilmeyen kişinin ortak adalet inşasında bencil olmayan rasyonel bireyler olarak herkesin iyiliğini sağlayacağını söyler.
Son bir haftada yaşanan şaşırtıcı hukuki olaylar, Rawls’un adalet teorisini yeniden akla getiriyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının 31 sene sonra İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu tarafından iptal edilmesi, ardından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen operasyonla gözaltına alınması hukuki olarak büyük bir kırılmaya sebep oldu.
İmamoğlu’nun ve beraberindeki 27 kişinin diplomalarının iptaliyle ilgili yargı sürecinin nasıl ilerleyeceğini bilemiyoruz. Ancak hukuka uygun olan, söz konusu iptal kararının iptal edilmesi olacaktır. Anayasa Mahkemesinin daha evvel benzer bir durumda (üstelik bir sene önceki işlemin iptali söz konusu idi) söylediği gibi eğer hatalı idari işlem varsa, bunun tüm kusuru diploma alana yüklenemez: “İdarenin (de) yükümlülüklerini ihmal etmesinden doğan külfetin sadece başvurucuya yüklenmesi sonucu ortaya çıkmış ve bu durum başvurucunun eğitim hakkına yapılan müdahaleyi ölçüsüz kılmıştır.”
Diploma devletin yetkili kurumlarının onayı ile işlenmiş, otuz seneden de fazla süre boyunca geçerli kalmıştır. Bu durumda devletin yetkili organlarının tamamının denetimi ve imzası varken diplomaların iptal edilmesi “idari işleme güven” denen temel hukuk ilkesinin ihlali anlamına geliyor. 31 sene evvel gerçekleşen yatay geçiş işleminin usulsüz olduğu belli fakat aynı şekilde diploma iptali de hukuksuz. İdari işleme güvenmek, toplumdaki herkes için hayati önem taşır. İdarenin (devletin) görevi bu. Sistemden çekilecek tuğla, ülke içerisinde kimsenin güvende ve güvencede kalamayacağı bir yeni durumun inşasına sebep olur ki bunun istenmemesi gerekir. Bu sebeple İmamoğlu’nun verdiği tapu örneği meselenin somutlaştırılması açısından kıymetli; gerçekten de diploma iptali “Tapunun altındaki imza yetkisiz, artık bu ev sizin değil” denmesi ile aynı sonucu doğuruyor.
Henüz diploma iptalini tartışırken 19 Mart günü sabaha karşı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınışını haberlerde izledik. Yolsuzluk sebebiyle yapıldığı izah edilen ancak henüz somut delillerle tatmin edici açıklamaya kavuşturulmamış sürecin ağırlıklı tarafının siyasi hesaplaşma/engelleme olduğu görünüyor. “Şafak baskını”, operasyonun büyüklüğü, 106 kişinin birden gözaltına alınması, uzun süren gözaltı süreci ve yargı organlarınca basına hızlı evrak servisi gibi olağan dışı durumlar da bunun emaresi. Benzer soruşturmaları 17-25 Aralık’ta da yaşamıştık. O gün yolsuzlukların soruşturulduğunu değil esasen yargının siyaseti tasarlama çabasına (yargısal aktivizm) şahit olmuştuk. Nitekim o gün, siyasi iktidar (yürütme) kendisine yönelen bu tehdidi, geniş toplumsal kesimlerin desteği ile boşa çıkarmayı başarmıştı. Bugün ise yürütme, yargının aktivizmini destekliyor. Böylece tablo şöyle beliriyor; yürütme ve yargı birlikte belli bir siyasi grubu yok etmeye çalışıyor.
Tüm bunların olduğu aynı ülkede ve aynı günlerde şunu yaşıyoruz: MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “Bizim tasavvur ve teklifimiz Hıdırellez’in arifesinde, mesela 4 Mayıs 2025 Pazar günü Muş’un Malazgirt ilçesinde DEM Partili belediye başkanının destek, katkı ve yardımıyla PKK’nin kongresini toplayarak fesih tartışmalarına son noktayı koyması ve bu işi bitirmesidir” diye açıklama yapıyor, Newroz Kürt şehirlerinde Öcalan afişleriyle kutlanıyor. Bir yandan PKK’nin silah bırakması için yapılan görüşmeler ve çağrılarla çatışma çözümüne doğru yaklaşıyoruz.
Toplumda ise bu iki meseleye yönelik yaklaşımlar kırılmaya sebep oluyor. Bir taraf İmamoğlu’na ve onun öncüsü olduğu muhalif gruba yönelik haksızlıklara ses çıkarırken barış/çatışma çözümü sürecini yok sayıyor veya küçümsüyor. Bir başka grup ise barış/çatışma çözümü sürecini önceleyip diğer haksızlığı görmezden geliyor. Oysa bu ikisine aynı anda adil biçimde yaklaşmak toplumsal barış adına önem taşıyor.
Evet İmamoğlu’na yürütme ve yargı eliyle adeta darbe niteliğinde haksızlık yapılıyor. Üstelik bu haksızlık, ister destekçisi, ister muhalifi olsun, herkesin de haklarına yönelmiş tehdit anlamına geliyor. Ve evet barış/çatışma çözümü süreci Türkiye’nin öncelikli ve hayati konusu; desteklemek gerekiyor. İktidardan bağımsız biçimde hepimizin hayatı için büyük bir güvence tesisi niteliği taşıyor. Bu anlamıyla da ona yönelecek riskleri bertaraf etmek aynı zamanda bizlerin sorumluluğu demek oluyor.
Bugün belki de Rawls’un söylediği gibi baştan sona bilgisizlik peçesine bürünebilmeliyiz. Kim olduğumuzu, tarafımızı, oy verdiğimiz siyasi partiyi, fikirlerimizi, etnik/dini/cinsel kimliğimizi, kendi çıkarlarımızı tamamen unutup adaleti tesis için kime yarayacağını bilmediğimiz zamanlara ait ilkeleri konuşmalıyız. Çatışma çözümü barışın tesisi için geçer şart, bunu sağlamalıyız. Hukukun temel ilkelerini de muhalif/yandaş/candaş ayrımlarına kurban etmeden herkes için eşit biçimde dillendirmek zorundayız. Rawls’un tanımıyla söylersek; güven içerisinde, eylemlerimizin sonucunu hesaplayabilen, başkalarının haklarını ve iyiliğini gözeten, kendimizi başkaları için feda etmeyen lakin bencil olmayan rasyonel ve makul kişiler olabilmeliyiz.
Etyen Mahçupyan seneler evvel kitabında demokrat zihniyeti tarif ederken şöyle demişti: “Devlet karşısında birey ve grupların, aynı şekilde cemaatler karşısında bireyin haklarının korunmasına, toplumun kendine has özelliklerinin veri bir değer olarak kabul edilmesine, ‘ötekinin’ farkında olarak birlikte yaşamaya ve ortak bir gelecek yaratmaya niyet ve çaba çıkartılmasını sağlayacak zihniyet.”
Bu zihniyete ihtiyacımız var. Çünkü birlikte huzur içinde yaşamak ve hakiki bir toplum olmak biraz da makul kişilerin sayısının genişliği ve demokrat zihniyetlerin artışıyla mümkün olacak gibi görünüyor.