İyi, güzel ve çirkin futbol ayrımına, bilinç, yetenek ve organizasyon kavramlarıyla “kendisine ilişkin yanlış algılar üreten oyun işlevi” üstüne birkaç kelam etmek isterim. Oyun işlevinin her şeyden önce bir oyun bilincine ve bu bilincin de birinci bağlamda esasen kendi üstüne düşünmeye dayandığı biliniyor; bilme yetisinin olası en yüksek kesinliği içinde kendi nesnesine “uymaya” veya “tekabül etmeye” çabaladığı artık bir sır değildir. Eğer fikir fiili olarak kendi nesnesinin bir parçası ise, kendi nesnesine uymazlık edemez.
Bu tespit doğruysa bilinç, oyun gerçeğinin gözle görülür açık seçik bir parçası ve bu gerçeğin potansiyel dönüşümünde önemlice roller üstlenmesi lazım gelen, dinamik bir güçtür de. Kabaca özetlemek gerekirse, içinde işlediği gerçeklik üstüne düşünmek, o gerçekliği değiştirip dönüştürme imkanı anlamına geliyor.
Oynamakta olan futbolun hem iyi hem de güzel olmadığını, sahne alınan her Avrupa arenası yarışma sonuçlarından çok iyi biliyoruz. İyi ve güzel futbol oynama standart testlerinden geçemiyor olmak tuhaf bir şaka değil, tam tersine her seferinde berbat sonuçları pratik olarak gözlemlenen şaşmaz bir hakikat. Öyle ki, söz konusu makûs talihi değiştirmek için ithal edilen deneyimli beyinlerden istenilen sonuçların devşirilemediği de apaçık ortada. Del Bosque geldi gitti. Aragones geldi gitti. Rijkaard geldi gitti. Schuster geldi gitti. Löw geldi gitti. Hiddink geldi gitti. Kimi köylüydü kimi semt kasabıydı kimi de aslında bir futbol cahiliydi. Ne de olsa herkes onlardan çok daha iyi biliyordu.
İyi veya güzel oyunun, kötü veya çirkin oyuna evrilmesi ya da tam tersine bir nitelik kazanması bilinç yetenek ve organizasyon kavramlarına ne ölçüde içerden baktığımıza bağlıdır. Kötü oyundan iyi oyuna geçişte temel halka, defansif yapıyı oyun stratejisi içinde nasıl konumlandırdığımızla çok ilgilidir. Prensip olarak, defasif oyuncu grrubunu markaj ve alan kontrolüyle görevlendirmek ve performans kriterlerini bu alandaki etkinlikleriyle açıklamak nesnel olarak oyunu bölmekten başka sonuç vermez.
Geleneksel oyun bilincinin paradigması bu olunca, zaafa uğrayan sadece oyunun defansif perspektifi değildir, oyun bütünlüğü adına üretmeye çalıştığımız bütün fikirler de sorunlu hale gelir.
Del Bosgue, Aragones, Rijkaard, Schuster, Löw ve Hiddinik’in bu ülkede bu oyun kültürü içinde, niteliksiz sıradan birer amatöre dönüşme sebebi de budur. Başka koşul ve kültür içinde baş döndürücü parlak başarılara imza atan, söz konusu değerli futbol şahsiyetleri, sıcak patates gibi avuçlarını yakan bu sorunun mağdurlarıdır.
Fransızların çok sevdiğim bir deyişi var: “Bütün kaleler içerden fethedilir.” Futbol dediğimiz büyük kalenin içi defansif yapıdır. Oyunun organik karakteri, geleneksel olarak kendini oyundan bağımsız sayan ve bunun böyle olduğuna inanan savunma güçlerinin yanlış algısıyla inorganik bir sorunsala dönüşür.
Baskıcı ve güdümleyici hale gelen inorganik durum, akla, estetiğe, yaratıcılığa ve oyun bütünlüğüne karşı duyarsızlaşır. Tahakkümle inşa edilen bu günahkâr suç ortaklığı, salt eğitimle aşılacak bir sorun gibi durmuyor. Onu var eden ortam ortadan kalkmadan, bu ideolojik hegemonyaya son verilmeden bu sorunun aşılması mümkün olmaz.
Bu hafta sonu izleme şansı bulduğum Rizespor-Trabzonspor, Beşiktaş-Hatayspor, Adanademirspor-Başakşehir, Göztepe-Alanyaspor, Karagümrük-Kayserispor ve Yeni Malatya-Kasımpaşa maçlarının birbirinin kopyası gibi aynı soruna toslamaları, tuhaf bir tesadüfün şakacı hilesi değildi elbette; sorunun ciddi yapısal karakteri, söz konusu maçları sevimsiz hale getirerek ironik bir gülümsemeyle nanik yapmaya devam ediyordu.
Topun ceza sahası etrafında aptalca davranışlar sergilemesi, onun yuvarlak ve hafifmeşrep özgürlüğüyle açıklanamaz. Kayganlığı bir parça akla uygun bir önerme gibi görünse de, esas sorunun topla ilgili olmadığı ve dolayısıyla o aptalca koşuşturmayı izah etmeye yetmediğini bilince çıkarmak gerekli. Topun aklı, ayaklarımızın aklıdır. Ayaklarımızın aklı, organizasyonumuzun aklıdır ve bu toplam akıl yeteneğimizi temsil eder.