Bingöl Erdumlu geçtiğimiz hafta vefat etti. Adıyla bir Google araması yaptığımızda karşımıza çıkan hemen her metinde, adının hemen önünde “THKP-C’nin kurucularından” ibaresi elimizden tutup yol gösteriyor, bizi kendisine götürüyor. Sanki adamın başka bir meziyeti yokmuş, hayatında başka iş yapmamış gibi…
Siren İdemen ve Yücel Göktürk’ün Erdumlu ile beş yıl önce —galiba Birartıbir için— yapmış oldukları bir söyleşi vefatının ardından mesaj kutuma düştü. Söyleşiyi okurken, eğer devrimci çocuklarımıza kıymasaydık, idam etmeseydik, sokaklarda paramiliter örgütlere kurşunlatmasaydık, Kızılderelerde infaz etmeseydik, eğer birbirlerine kıymasalardı, aralarından nasıl birileri çıkabilecekti diye düşünüp fena olmamak elde değil. Bruegel ve Bosch’un tablolarından Bach’ın müziğine kadar son derece zengin ve renkli muhtevasıyla söyleşi, “yaşarken keşke Erdumlu’yu tanımış olsaydım” duygusu uyandırıyor tanımayan insanda.
Tedbirimi alayım, Erdumlu’nun o zamanlar yaptıklarına veya bugün söylediklerine katıldığımı söylemiyorum. Esasen Erdumlu’nun pusulasının ibresini olmayacak bir yerde sabitleyen akıl yürütme tarzı hakkında düşündüklerimi bir videoda dile getirdim. Burada bambaşka şeylerden söz edeceğim. Anlaşılan o ki Erdumlu bir kitap yazmış veya yazıyormuş. Kitabının adı, Bach’tan mülhem Altıncı Süit olacakmış. Ön kapağında Bosch’un Kayıp Evlat, arka kapağında ise Bruegel’in Babil Kulesi adlı tabloları yer alacakmış.
Meselemiz de işbu Babil Kulesi tablosu. Daha hassas ifadeyle, “Elder” Bruegel’in üç Babil Kulesi tablosunun ikincisi. Hangi tablodan söz ettiğimi bilmiyorsanız bile, tabloyu görür görmez “ha, buymuş” diyeceğinizden şüphem yok. Çünkü 1563 tarihli tablo, modern zamanlarda ikonik bir karakter kazandı ve olmayacak yerlerde —mesela tişört göğüslerinde— karşımıza çıkmaya başladı.
Mevzua şu meşhur Babil Kulesi hikâyesiyle başlamakta fayda var. İnsanlar doğudan göçerler. “Gelin, tuğla yapalım ve güzelce pişirelim” derler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullanarak kendilerine bir şehir ve tepesi göklere yükselecek bir kule yapmaya karar verirler. Rab bu teşebbüsten —haliyle— haberdar olur ve yapılanları görmek için yeryüzüne iner. İnsanların birliğini bozmazsa şimdi yapılanların sadece bir başlangıç olacağına, insanoğlunun çok daha fazlasını yapmasının imkânsız olmadığına hükmeder ve… İnsanların dillerini karıştırır.
Kıssanın insanoğluna, “haddinizi bilin, haddinizi aşarsanız Rab sizin aklınıza gelmeyecek hileler icat eder” dediği hususunda yaygın bir mutabakat var. Taş yerine tuğla, dillerin karışması gibi unsurların zengin çağrışımlarını bir an için ihmal ederek, biz de bu mutabakata katılabiliriz. Tuhaf bir Rab, öyle değil mi! Böyle fesat bir Rabbe neden itibar etmek gerektiği meçhul. Ama Bruegel’in çağında, Bruegel’in yaşadığı coğrafyada, hemen hiç kimsenin o Rabbe saygısızlık etmesi mümkün değildi. Dolayısıyla Bruegel’in dönüp dönüp Babil Kulesi tablosu yapması ilgi çekici. Bruegel bize ne demek istiyor? Haddimizi aşmamamız gerektiğini bir defa daha mı hatırlatıyor, yoksa…
Başka bir ihtimalden söz etmek için haklı sebeplerimiz var. 16. Yüzyılın ortalarındayız. Batı Avrupa, bilhassa Hollanda hareketli. Yüzlerce yıl boyunca İtalya’nın kuzeyindeki şehir devletlerinin tekelinde kalmış olan ticaret, Atlantik kıyılarına kaymaya başlamış. Sonradan —mesela 19. Yüzyıldan— bakıldığında, sözü edilen dönemde muazzam bir uyanış, imanın yerini aklın alması filan gibi nevzuhur devrimlerin ilk alametleri görülecek. Görüldüğü iddia edilecek en azından. Acaba on yıl kadar İtalya’da yaşadıktan sonra memleketine dönmüş olan Bruegel bize, “Rab ne derse desin umurumuzda olmamalı, böyle kaprisli ve fesat bir Rabbe aklımızı kullanarak ve birlikte davranarak haddini bildirebiliriz” diyor olabilir mi?
Bingöl Erdumlu Bruegel’in tablosuna baktığında ne görüyordu, bilmiyorum. Ben tabloyu ilk gördüğümde ne hissetmiştim, onu anlatmaya çalışayım. Başlamadan belirtmem gerekiyor ki, Bruegel’den de, sanatından da —Erdumlu’nun aksine— çok etkilenmiş biri değilim. Eğer tablo böyle ikonik bir karakter kazanmasa, etraflıca incelemeye bile ihtiyaç duymazdım. Ama bir defa dikkatle bakınca, tablonun bir Babil Kulesi tasavvurunda hiç olmaması gereken çok unsuru olduğunu görmezden gelmek zor.
Şakülünün kayıklığının zengin çağrışımlarını bir yana bırakırsak, bir defa kulenin mimarisi, hiç de Babil’e, yani Ortadoğu’ya aitmiş gibi görünmüyor —“Babil Kulesi” denince akla gelebilecek bir mimari değil yani. Dibine kadar Roma. Bana öyle gelmişti ki, Bruegel Rabbe en büyük başkaldırının esasen Roma’da gerçekleştiğine inanıyor. Bir yandan bakınca Roma’nın yıkılışından sonra yüzlerce yıl boyunca huzur görmeyen Avrupa’da Roma dönemine hasret duyulması anlaşılır bir şey. Öte yandan Bruegel’in tablosundaki, çok katlı ve devasa bir Colosseum mimarisi, tam zıddını düşünmemize de çanak tutuyor. Hıristiyanlar için hiç de hoş olmayan hatıralar var o Colosseum’da. Dolayısıyla Bruegel bize, “işte Roma haddini aşmıştı ve görüyorsunuz, şimdi yerinde yeller esiyor” demek için de kulenin mimarisini böyle tercih etmiş olabilir.
İkincisi, kule bir yandan yapılırken, bir yandan da eskiyip, dökülüp duruyor. Bu, bence, müthiş bir ayrıntı. Modern tasavvurumuza göre bir plan yapılmışsa gerçekleştirilir. Eğer yapılmış olan eskiyip dökülecekse, ancak onu terk etmemizden, bakımını yapmaktan vazgeçmemizden sonra olur. Yani Babil Kulesi ya yapılıp bitirilmiş sonra da terk edildiği için eskiyip yıkılmış olur veya proje bir safhaya geldiğinde başarısız olduğu teslim edilmiş olur, terk edilir, yapımı sürmez. Bruegel’in tablosunda ise işler hiç öyle olmuyor. İçinde yaşanan bir kule, içinde yaşanırken, bir yandan dökülüyor, bir yandan dökülen yerleri onarılıyor, bir yandan da yükseliyor. Adeta hayat.
Kulenin yükseldiğini nereden anlıyoruz? Kulenin alt katlarının rengi atmış. Üst katları ise bir hayli yeni. Daha doğrusu, tamamlanamamış eski projenin içine/üstüne, bir gayret, yeni katlar çıkılmış gibi. Bruegel belki de demek istiyor ki… “Eski Ahit’te sözü edilen insanlar Rabbe başkaldırmış, bir kule yapmaya kalkmışlardı. Dilleri karıştı, inşaat durdu. Sonra Romalılar geldi ve inşaata yeniden başladılar. Rab ne yaptıysa yaptı, Romalıları da yeryüzünden sildi. Projenin şimdiki hali bu. Bir daha kalkışmayın bu beyhude işe.” Böyle demek istiyor olabilir mi? Daha ortada Galileo filan yokken içinde yaşadığı hareketli dönemin yeni bir başkaldırıya gebe olduğunu hissetmiş olabilir mi? Veya —tam tersine— “ilk hamle battal olduktan sonra Romalılar birkaç kat daha çıkmışlardı, şimdi sıra bizde” diyor olabilir mi?
Tabloyu ilk gördüğümde beni vuran üçüncü ayrıntı, kulenin içinde yaşanıyor olmasıydı. Eski Ahit’teki Babil Kulesi içinde yaşamak için değildi. Şehir yapacak orada yaşayacaktık. Kule ise sadece göklere ulaşmak içindi. Hâlbuki Bruegel’in kulesinde yaşanıyor. Arkada kocaman bir şehir uzanıyor, yani tabloda da hem şehir var, hem kule var. Ama… Kule, şehirde gündelik hayatını yaşayıp arada kule inşaatına katkıda bulunanların yaptığı bir şey değil. Kule, onu yapanların “yaşadığı” yer. Aramızdan bazılarının hayatından mamul bir kuleden söz ediyoruz. Besbelli ki, “hadi zaruri işlerimizden artan zamanımızda bir de kule yapalım” denerek inşa edilmiyor başkaldırı. Hayatı başkaldırı olanların gösterişsiz, sıradan faaliyetlerinden zuhur ediyor. Ve bir defa daha, Bruegel o başkaldıranları suçluyor mu, onlara hayran mı, belli değil.
Belki de bellidir. Belki de Bruegel’in hayatını didiklesem, tablo hakkında teferruatlı bir bilgi derlemeye çalışsam, Bruegel’in hükmünü öğrenmek mümkündür. Ama bugüne kadar bu istikamette bir adım atmadım. Çünkü tam da insanın Rabbe başkaldırısı hakkındaki ikircikli tutumun resmedildiği zannını muhafaza etmek işime geliyor. Tabloyu her gördüğümde, bizi Rabbe boyun eğmeye davet edenler ile başkaldırmaya davet edenlerin hepsini bir tek çerçeve içinde görmek işime geliyor.
Bingöl Erdumlu bu tabloya ne mana yüklüyordu, merak ettim doğrusu.
Soruyu biraz genişletirsem derdimi daha iyi ifade edebilirim herhalde. Erdumlu, kendi anlatımına göre, daha çocukken, devrimciliğe filan kalkışmadan önce de resme meraklıymış. O zamandan —çok figürlülükleri yüzünden— Bruegel’in resimleri ilgisini çekermiş. Ama Bruegel’in ne anlatmaya çalıştığını, ancak Hollanda’ya gittikten sonra anlayabilmiş. Özellikle de Babil Kulesini anlaması çok vakit almış. Devrim denen şey, aşikâr ki, Babil Kulesi yapmaya teşebbüs etmek gibi bir şey. Kimilerine göre işlenmemesi gereken bir günah, kimilerine göre ise kaprisli, fesat, hilekâr bir Rabbe karşı insan olanın kaçınamayacağı bir vazife. Bruegel’in Babil Kulesi tablosuna baktığında, onu artık anladığını düşünerek baktığında, Erdumlu’nun aklından acaba ne geçiyordu? “Hiç kalkışmamalıydık” mı, yoksa “şuradaki kat —kat değilse oda— bizim, onu biz yaptık, üstüne çıkarlar umarım” mı?
Artık bilme şansım yok.
Ama eğer o devasa kuleye bir tuğla daha koymak gibi bir muhtevası yoksa, hayatın hiç manası olmadığını düşündüğümü söyleyebilirim. Sosyalist devrim filan gibi şeyler hiç ufkuma girmedi. Ama eğer Rab öyle hain, öyle kaprisli bir Rab ise, ona başkaldırmamak…
Ne bileyim, ayıptır en azından.