Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde, Türkiye’de devletteki iktidar haritasını resmeden bir hadise yaşandı geçenlerde. İlçenin kaymakamı, Cuma namazında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan merkezi hutbedeki şehitlerle ilgili kısmı okumadığı gerekçesiyle, caminin imamını -iddialara göre- darp etti.
İmamın iddiası, kaymakamın kendisine önce cemaat içinde çıkıştığı, namazın ardından ise bir odaya kapatıp önce “terörist” olmakla suçladığı, sonra da tekme, yumruk ve sopa ile darp ettiğini yönündeydi. Hastaneden darp raporu alan imam, bunu iddialarının kanıtı olarak sunmuştu. Kaymakamın cevabı ise, bir darbın söz konusu olmadığı, hutbedeki şehitlerle ilgili bölümü okumadığı için imama “yüksek sesle tepki gösterdiği” ama dokunmadığı şeklindeydi.
Kamuoyuna yansıyan bu olaya verilen tepkiler farklı oldu. İktidara yakın Memur-Sen’in başkanı Ali Yalçın, imamı darp ettiği gerekçesiyle kaymakamı sert bir dille eleştirdi. Bunun üzerine üç vali, bir vali yardımcısı ve sekiz kaymakam da, “gereğini yaptığını” belirterek Kulp Kaymakamı’na destek açıklamasında bulundu.
Evvela temel bir ilkeyi hatırlatmak lazım: Bir mülki idare amirinin, görevini tam olarak yerine getirmeyen, eksik ya da yanlış yapan bir kamu görevlisine “yüksek sesle tepki göstermek” ya da o kamu görevlisini darp etmek gibi bir yetkisi yoktur. Eğer gereği gibi yerine getirilmeyen bir vazife varsa, amirin yapması gereken bunu ilgili adli ve idari birimlere bildirmektir.
Kaymakam; bir polis, bir savcı, bir hâkim değildir. “Devleti temsil eden bir kişi” olarak, bir ilçede herkesten önce ve herkesten daha fazla onun hukuk kurallarına riayet etmesi icap eder. Kaymakam olmak, kimseye görevini olması gerektiği gibi yapmadığını düşündüğü kamu görevlisine bağırma, çağırma ve hele darp etmek hakkını vermez. Bir kaymakamdan beklenen hukuka uymasıdır, yoksa racon koyması ve Ali kıran baş kesen rolüne bürünmesi değil!
İçişleri Bakanlığı’nın bu vakaya dair tavrı da, bu bağlamda, son derece sorunludur. Bakan Yerlikaya sosyal medyada yaptığı açıklamada, bir taraftan kaymakamın iddialarını gerçek gibi sunmuş, diğer taraftan da bir soruşturmanın açıldığını belirtmiştir. Bakanın kaymakamın iddiasını onaylayarak kayda geçirdiği bir yerde, artık yürütülecek bir soruşturmadan herhangi bir hayrın çıkmayacağını bu ülkedeki herkes bilir. Artık bu soruşturma bir bürokratik formaliteden başka bir anlam ifade etmez ve maddi gerçeğin ortaya çıkmasına da zerre kadar katkıda bulunmaz.
“Milliyetçi Lig”
Olayın her karesiyle vahim olduğuna şüphe yok. Lakin vahameti katlayan iki gelişme daha oldu: Birincisi, çok sayıda vali, vali yardımcısı ve kaymakamın, bir kamu görevlisini darp ettiği iddia edilen Kulp Kaymakamı’na arka çıkmaları ve bunun İçişleri Bakanlığı’nda herhangi bir tepkiye yol açmamasıydı. İkincisi de, Büyük Birlik Partisi, Zafer Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin, genel başkanlarının ağzından ve en üst perdeden kaymakamı savunmalarıydı.
Hülasa bir yandan “milliyetçi lig”, -siyasi ve bürokratik aktörleriyle- kaymakamı kayıtsız, koşulsuz ve sınırsız bir biçimde sahiplendi. Diğer yandan ise İçişleri Bakanı, bir külhanbeyi edasıyla herkese had bildirmeye kalkışan mülki idare amirleri hakkında bir işlem yap(a)madı.
Peki, bu ürkütücü tablo, bize neyi anlatır?
Kulp, evvela, bir zihniyeti faş etti. Meselenin, salt bir kaymakamın haddini aşması değil, bir zihniyet meselesi olduğunu gösterdi.
Zira kendini devletin tek sahibi olarak gören ve buradan da kendine üstünlük devşiren bir zihniyet var. Bu zihniyet devleti tabulaştırır ve devlet iktidarını bir şekilde ele geçirdiğinde kendisine bağlı olanların dışındaki herkesi devletten dışlar. Dışlayıcı olduğu kadar istismarcıdır da; dini değerleri ve milli duyguları sürekli istismar eder.
Bu zihniyetin mensuplarının ve taşıyıcılarının hukuk ve adalet gibi kavramlarla irtibatları zayıftır. Bir eylemi değerlendirirken başvurdukları ölçüt, hukuk ve adalet değil, eylemi yapanın kendilerinden biri olup olmamasıdır. Kendilerinden olana her şey mubah kabul ederler, dolayısıyla üyelerinin gayri-hukuki eylemlerini alenen alkışlamaktan, alınlarını öpmekten geri durmazlar.
Tekçi ve dayatmacıdırlar. Şizofrenik bir ruh halini yansıtırlar; bir yandan toplumu bölünme ve parçalanma ile korkutur, diğer yandan da topluma, cihana nizam devleti hikâyeleri anlatırlar. Eşit ve medeni bir iletişim kurma becerisinden mahrumdurlar, dillerinde hep bir nefret, hamaset ve şiddet tonu egemendir. İddialarının tam aksine uzlaştırmaya değil çatıştırmaya, birlikteliğe değil ayrıştırmaya, kapsamaya değil dışlamaya hizmet ederler.
Eleştirel ve sorgulayıcı tavırlarla başları hoş değildir. Sürü psikolojisi ile hareket ederler. Çizgi dışına çıkan herkesi anında “terörist” olarak damgalarlar. Siyaset yaparken gayrimeşru vasıtalara müracaat etmekten imtina etmezler. Kendilerinden saymadıkları ve tehdit gördükleri herkesi hakaretle, küfürle, tehditle, hedef göstermeyle ve şiddetle sindirmeye çalışırlar.
Kazan Kaldıran Memurlar
Kulp, bu zihniyeti açığa çıkarmasının yanında bu zihniyetin devletin içinde ne kadar dal budak saldığını da kanıtladı. Mevcut iktidar düzenindeki güç ilişkilerinin ve iktidar ortaklarının sınırlarının anlaşılması bakımından bu çok mühimdi.
Malum, 15 Temmuz darbe teşebbüsünün ardından devletin bütün birimlerinde büyük bir tasfiye yaşandı. FETÖ mensubu oldukları iddiasıyla çok sayıda kişi devlet memurluğundan atıldı ve devletin kadroları boşaldı. Ve yine malum, bilhassa emniyet, adliye ve idare teşkilatlarında FETÖ’den boşalan yerler, MHP referanslı ve bağlantılı kişilerle dolduruldu.
MHP, bugün sınırlı oyuyla kıyas kabul etmeyecek kadar büyük bir iktidar alanına sahip. Resmiyette devlet memuru olmalarına karşın açıktan MHP üyesi gibi davranan, parti propagandası yapanların sayısı her geçen gün artıyor. Rejim içindeki bu devasa güçleri MHP’lilere haz veriyor ve onlar da bu gücü sergilemekten kaçınmıyorlar. Dolayısıyla bir devlet memurundan beklenen ciddiyetten uzak duruyor; vakur, objektif ve sağduyulu olmak gibi dert de taşımıyorlar.
Parti kimlikleri, her kapıyı açan bir anahtar gibi; o nedenle sırtlarını hukuka değil, partilerine yaslıyorlar. MHP rozeti koruyucu bir zırh işlevi görüyor, onu üstlerine geçirdiklerinde bir dokunulmazlık kazanacaklarını biliyorlar. Vatandaşı tokatlamalarının ve azılı bir trol üslubuyla kendilerinden olmayanlara “hizaya gir” komutu verme pervasızlıklarının altında, hukukun kendilerine işlemeyeceğinin özgüveni yatıyor.
Son kaymakam-imam hadisesinden sonra yaşananlar da bu özgüvenin bir göstergesi. Valilerin, vali yardımcılarının ve kaymakamların herkese parmak salladıklarına tanık olduk. Az buçuk hukuk devleti iddiası olan bir yerde, vatandaşı alenen tehdit eden bu kişiler anında görevden uzaklaştırılırdı. Fakat İçişleri Bakanı, sağa-sola gözdağı veren bu idarecileri, bırakın görevden uzaklaştırmayı, onlara ilişkin tek bir kelime bile edemedi. Cari iktidar mimarisi, Bakan’ın kazan kaldıran bu memurlara dokunabilmesine izin vermedi.
Tehlikeli bir gidişat bu; Türkiye, normlar hiyerarşisine değil de kendi yapılarının hiyerarşine bağlı memurların varlığının bu ülkeye nasıl bir ağır bedel ödettiğini yakın zamanda tecrübe etti. Umalım ki aynı acı tecrübeyi bir daha yaşamasın.