Jung’un Türkçe’deki kitaplarına yakın zamanda bir yenisi eklendi: Seçme Yazılar (Alfa Yayınları). Kitap, adından da anlaşılacağı gibi onun yazılarından -Anthony Storr tarafından- yapılmış bir derleme, bir seçki. Jung, pek çok açıdan önemli elbette ve bunlardan biri de insan ruhunun, toplumsal alanda yaşanan bütün kopuşlara, çalkantılara ve kırılmalara rağmen tarihsel bir devamlılığa sahip olduğu fikri. Ortak bir kolektif bilinç dışına sahip olabileceğimiz düşüncesi…
Jung’un bilgeliği de buradan geliyor belki de… Tarihi boyunca yaşanan, düşünülen ve üretilen ne varsa ortak bir bilinç dışı halinde insan ruhunun derinliklerinde yaşatıldığını ve dolayısıyla modern insanın geçmişle hesaplaşmalarının onu bireyselleştirirken bir yandan da salt bilince indirgeyerek bugüne mahkûm ettiğini ileri sürüyor. Ona göre, insanlığın ortak bilinç dışıyla temasa geçemeyen hiç kimse büyük bütünlüğün parçası haline gelemiyor. Bireyleştikçe bütünlük parçalanıyor ve geriye sayısız biçimlerde yaşanan ama kendisine ait olmaktan çıkan hayatlar kalıyor. Önemli olan bireyselleşmekten çok hakiki bir kişilik kazanma gibi görünüyor!
Jung, insanın toplumsal bir varlık olduğunu ama bunun salt bilinç düzeyinde değil bilinç dışı düzeyinde de böyle olduğunu, yani insanın bir anlamda ruhsal olarak bedensel ya da sosyal olandan daha fazla topluma bağımlı olduğunu söyler. Tam bu noktada hayati bir sorun ortaya çıkar: insanın kendi özgün kişiliğine ulaşamama sorunu. Bu nedenle Jung, her zaman için topluma uyamayan, “ayrıksı” kişilerle daha çok ilgilenmiştir. Storr’un belirttiği gibi, “Jung, insanın toplumsal bir hayvan olduğunu kabul ediyordu elbette. İnsanlığın çoğunluğunun, kendi çağlarının ortak toplumsal uzlaşılarına uygun yaşamaktan hoşnut olduğunu anlamıştı. Ama onu gerçekten ilgilendiren insanlar, bu biçimde uyum sağlamış olanlar değil, ayrıksı bireylerdi.” (s.212).
Temel sorularından biri, neden bazı kişilerin, uyumu, konforu ve herkes gibi düşünüp yaşayarak zahmetsiz bir hayat sürmek varken kimsenin daha önce geçmediği bilinmezlerle dolu zor yolu seçtikleriydi. Ve dahası, bu seçimlerin yarattığı farklı sonuçların insan ruhuna olan etkileriydi. Geleneğin, kültürün ve bir kelimeyle toplumun zorlayıcı baskısı karşısında eğilmeyip kendi bildiği yerden emin adımlarla yürüyebilen insanların kişilik yapılarına büyük ilgi -ve de saygı tabii! duyuyordu. Bu nasıl mümkün oluyordu? Bunu araştırmak ve bulmak istiyordu. Çünkü, yine Storr’un belirttiği gibi, “Bireyselliğin gelişmesi; toplumun kendisine yüklediği ortak düşüncelere, duygulara ve inançlara karşıt olarak, bireyin gerçekten duyduğu, düşündüğü, inandığı şeylerin açığa çıkarılması dirimsel önemde bir araştırmadır…Kültürün taşıyıcısı bireydir. ‘Kötülüğün, alçaklığın en karası gibi, erdemin en yüksek başarılarının tümü de bireyseldir’” (s.212).
Çocukluğumuzdan itibaren içinde yaşadığımız toplumun norm ve değerleriyle sürekli yüklenerek büyümemiz kaçınılmaz. Toplum bir anlamda -her zaman ahlaki olmasa da!- kendisi için gerekli olanı bize dayatarak varlığını sürdürüyor. Bir ihtiyaç ve araçsal ilişkisi kuruyor. Doğru bulduğumuz ve inandığımız ne varsa başlangıçta topluma ve kültüre ait gibi gözüküyor. Hiçbir toplum tam manasıyla kişinin kendi kişiliğini bulmasına izin vermiyor bu yüzden.
Jung’a göre topluma karşı çıkmadan kişilik kazanmak mümkün değildir. Yani, insanın kendi kişiliğini bulması için toplumla hesaplaşması, ona karşı çıkması kaçınılmaz. Fakat bir kez daha neden çok az insan bunu yapabiliyor? Ya da neden çoğunluk, itaati bir meziyet ve erdem zannediyor? Neden, olan bitene sesimizi çıkaramıyor, küçük çıkarlarımızın -korkularımızın mı demeli! – kolaylıkla esiri oluveriyoruz? Kendimize ait hiçbir düşüncemiz neden olamıyor? Kınanmaktan, yalnız kalmaktan, karşı çıkılmaktan neden bu kadar korkuyoruz?
Jung’da bu soruların cevabı her yerde yedirilmiş şekilde karşımıza çıkar. Bir kere şunu belirtmek gerekir ki Jung’a göre karşı koyan insanların “Yaradılışları bu bireyleri geleneksel yolları yadsıyıp kendi çığırlarını açmaları için iteler.” (s.212). Çok az insan hayatını kişiliğini bularak ve kendine ait kılarak geçirir. Yaradılış demek üzerine inşa edeceğimiz özgün kişiliğin tohumları demektir. “Kişilik, yaşamın bir başından ötekine, usul usul ve aşama aşama gelişebilecek bir tohumdur.” (s.216).
Kişilik, kazanılan bir şeydir. Onun, eylemsizlikle, uyumcu bir itaatle, kör bir sadakatle ya da edilgen bir bekleyişle elde edilmesi mümkün değildir. Kişilik sahibi olmak demek kelimenin tam manasıyla yaşamış olmak demektir. “Kişiliği…bu amaca yönelik yaşanmış bütün bir yaşamın meyvesi olarak, bir erişkin kazanabilir olsa olsa. Kişiliğin kazanılması, tüm bireysel insan varlığının en iyi biçimde gelişiminden başka bir şey demek değildir.” (s.217).
İtaat ve sadakat, kendine ait bir hayat yaşayamamanın sonucunda ortaya çıktığında çoğunlukla bir erdem ya da meziyet değil, korkuların maskesidir. Kendine ait olmayan bir hayat yaşamak, başkaları için yaşamamakla başlar. Toplumsal norm ve değerler ise hemen her zaman başkaları için yaşamayı şart koşar. Bu nedenle, kişilik kazanmak kendi hayatını kazanmaktan geçer. Kendi hayatını kazanamayan ve yaşayamayan insanlar genellikle baskıcıdırlar. Özgür hissedemezler. Bundan dolayı, başka insanların özgürlük taleplerini, kolaylıkla düzen yıkıcı bir isyan gibi algılarlar, algılamak isterler.
Oysa, hiç kimse kendi kişiliğini başkalarına göre yaşayarak geliştiremez. Ya da başkalarının dediklerini en iyi şekilde yaparak, yazılı kurallara harfiyen uyarak, bir inanç sistemine tutunarak, bir ideolojinin yılmaz savaşçısı veya bir dinin koyu bir takipçisi olarak kişilik gelişmez. Tam aksine, bütün bunları yapmadığında kişi, kendi kişiliğine doğru giden bilinmez yolda cesaretle ilk adımı atmayı seçmiş demektir. İşin sonunda kaybolmak ve bir daha geriye dönememe ihtimali de vardır ama eğer bu çaba içsel bir zorunluktan doğduysa yolun sonu muhakkak rahatlatıcı bir huzurdur. “Açıkçası kimse, birileri ona böyle yapmasının yararlı ya da uygun olduğunu söyledi diye kişiliğini geliştirmez. Doğa, iyi niyetli öğütleri hiçbir zaman yutmaz. Doğayı kımıldatan tek şey nedensel zorunluluktur.” (s.219). Kişilik de böyledir. Zorunluluklarla örülür, zorunda kaldıkça çıkış yolu bulmak için büyük bir savaş verir. Zorunluluk başka insanların hiçbir şekilde yetmediği anlamına gelir. Kişilik tam da başka insanlardan tam anlamıyla bağımsızlaşıldığında kendini gösterir. Bu aynı zamanda kişinin kendi yasalarını bulması demektir. Zorluklar ve mahrumiyetlere çok şey borçludur kişi bu yüzden. Her türlü kısıtlanmışlık, zorluk ya da bir başına bırakılmışlık, içinde kendi yasalarının tohumlarını taşır.
Kendi yasalarını bulan kişi ona her şeyden daha fazla bağlanır. Dışarıdan bakıldığında geriye çekilmiştir oysa tam aksine kendi yasalarının egemenliğinde bir iç hayatı bulmuş olmanın keyfini sürmektedir. “İnsan kişiliğini geliştirmesi gözde olmayan bir girişimdir; sürünün hiç hoşuna gitmeyen bir sapmadır, dünyadan elçekme kokan bir tuhaflıktır. Dışarıdan böyle görünür.” (s.221).
Sorduğumuz sorunun cevabı tam da burada gizlidir. Toplum ve başkaları her zaman için bilinci temsil ederler. İnsanın kendi kendiyle olan ilişkisi ise her zaman bilinç dışına dönük bir yan barındırır. Kişisel özgürleşme ve böylelikle kişiliğin gerçek anlamda oluşarak bağımsızlaşması bilinçten daha çok bilinç dışı alanla ilgilidir. İnsan, büyük insanlığın birikimini bilinç dışı bir aktarımla fark etmeden edinir. Bunu edinen kimse kaçınılmaz olarak içsel bir zorunluluk duyarak isyan eder, adaletsizliklere karşı gelir, eşitsizlikleri reddeder, iktidar sahiplerini önemsemez. İçsel yasaları dışsal yasalarına baskın gelmiştir. “Bu, genellikle tanrısal çağrı denilen şeydir: Bir insanı, sürüden ve sürünün enikonu çiğnenmiş yollarından kurtarmaya yönelten usdışı bir etkendir. Gerçek kişilik her zaman bir çağrıdır ve bu çağrının karşısında Tanrı’ya duyulan güven gibi bir güven duyulur.” (s.222). Bu çağrı, insanlığın ortak bilinç dışından gelir, tarih boyunca yaşanan bütün yaşamların özsuyundan süzülüp gelen bir bilgelik içerir.
Bunu bulan kişi, tanrısını kendi içinde bulmuş ve kurtulmuştur. Kendi yaratıcılığına ulaşmış, hayat karşısında asla çaresiz ve zayıf hissetmediği bir ruh haline kavuşmuştur. Bulamayanlarsa hayatın içinde sayısız tanrı arayışıyla meşguldürler. Bu insanlar için tanrısal güce benzeyen her şey fazlasıyla çekicidir. Otoriter bir lider, asla tükenmeyecek bir servet, herkesin hayran olduğu bir şöhret, önemli insanlardan oluşan bir çevre edinmek, saygın bir soyadıyla dünyaya gelmek, büyük makamlarda bulunmak gibi güç sembollerine yönelişin altında tanrıyla kurulamayan ilişki yatar. Her türlü baskıcılığın, eşitsizliğin ve adaletsizliğin derin köklerinde tanrıdan kopuşun ve içsel çağrıyı duyamayışın, yaratıcılığını bütünüyle kaybetmiş olmanın yarattığı büyük huzursuzluk vardır. Bu durumda, Jung’un ifadesiyle, “Kör hayvanlar gibi alışageldikleri izlerden giderler.” (s.226). Kişiliğini bulamayan kişi ne kadar çırpınırsa çırpınsın ne büyük davalara tutunursa tutunsun, amaçsız ve anlamsızdır. Yaratmanın zevkini asla tatmamıştır. Kendi hayatını yaşamadığı için başkalarının hayatlarıyla meşgul olmuş, hep başarı özlemiyle içsel hasetlerinden kurtulacağını sanmıştır.
Neyse ki gelenek, neyseki bilindik bir düzen ve neyse ki bizim adımıza her şeyi belirlemek isteyen birileri hep vardır. Ne var ki bunun anlamı, ruhsuz bir yaşamdır. “Çünkü gelenekler kendilerinde ruhsuz düzeneklerdir. Bunlar yaşamın tekdüzeliğinden daha fazlasını hiçbir zaman anlamazlar. Yaratıcı yaşam her zaman geleneklerin dışında durur.” (s.226). Gelenekler çoğu kez tıpkı dışsal baskıcı otoriteler ve içi boşalmış kabuk dinsel inançlar gibi içsel çağrının sesini duymamızı engellerler. Bu anlamda kişilik, içsellik ifade eder. Son söz yine Jung’un olsun: “Ancak iç sesinin gücüne bilinçli olarak rıza gösterebilen bir insan kişilik olur. Ama bu sese yenik düşerse, ruhsal olguların kör akışı onu sürükleyip götürür, yerle bir eder. Her gerçek kişilikte büyük ve özgürleştirici bir şey vardır: O, kendini çağrısına gönüllü olarak kurban eder ve bilinçli olarak onu kendi bireysel gerçekliğine dönüştürür.” (s.227).