Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBir mehabetli sabah mı oldu Harbiye’de?

Bir mehabetli sabah mı oldu Harbiye’de?

Sosyal medyada paylaşılan tepkilere bakılırsa, Harbiyeli öğrencilerin jilet gibi bir hiza-istikamet içinde dua ettiği bu görüntüler seyircilerin bir kısmında zafer, fetih ve şükür, bir kısmında ise yenilgi veya en azından bir şaşkınlık duygusu yaratmışa benziyor. Bana ise II. Abdülhamit dönemi Harbiyesinde okul idaresince zorla namaza götürülen, iki on yıl sonra ise Cumhuriyeti kuran Harbiyelileri hatırlattı bu görüntüler.

Geçtiğimiz hafta boyunca askerler galiba Cumhuriyet dönemi boyunca hiç etmedikleri kadar dua ettiler ve ellerini, hiç açmadıkları kadar göğe açtılar.

Abartılı bir dil kullandığımın farkındayım ama üniformalı askerlerin Sünni İslam inancına göre dua eder haldeki görüntülerine ve kışlalarda okunan Kur’an tilavetlerine bir hafta gibi kısa bir süre içinde bu yoğunlukta maruz kalan herhangi bir seyircide buna benzer bir izlenim uyanmış olmalı.

Seyirci kelimesini bilerek kullanıyorum, çünkü anlaşıldığı kadarıyla bu, “yapılan” bir şey olduğu kadar seyredilmesi de istenen ve özellikle öyle tasarlanan bir şeydi.

Üstelik, bana öyle geliyor ki, görüntülere bakıp olayın faili zannedebileceğimiz askerlerin kendileri de failden çok birer seyirci konumunda idiler; tüm bu görsel ve işitsel gösteri, onlara da izlettirildi.

Evet, sahneye alınan oyunculara, kendileri izlettirildi. Bir tür cebrî özdüşünümsellik.

Hatta daha da ileri giderek söylersem, bir tür hegemonya sunumu olarak tasarlanan bu ritüelistik gösterilerin esas hedef kitlesi, askerlerin ta kendileriydi bence.

İçişleri Bakanlığına bağlı Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi mezuniyet töreni ve Bakan’ın “abdestsiz göreve çıkmayın” tavsiyeleri, Milli Savunma Bakanlığına bağlı Kara, Deniz ve Hava Harp Okullarının mezuniyet törenleri, Külliye’deki resepsiyon, önce Deniz Harp Okulunda sonra da Kütahya’da Hava Üssündeki cami açılışları, göğe açılan eller, MSB Armoni Mızıkasından Ordunun Duası…

Buralardan bize izletilen ve her birinde orgenerallerin, subayların ve Harbiyelilerin dua edip Kur’an dinler halde bulunduğu görüntüler öyle bir yoğunlukta sunuldu ki, tövbe etmiş bir Müslümanın yıllardır birikmiş ibadet açığını süratle ve biraz da Tanrı’ya şirin görünmeye çalışarak kapatma çabasında olduğunu düşünmek işten bile değildi.

Sosyal medyada paylaşılan tepkilere bakılırsa, Harbiyeli öğrencilerin jilet gibi bir hiza-istikamet içinde dua ettiği bu görüntüler seyircilerin bir kısmında zafer, fetih ve şükür, bir kısmında ise yenilgi veya en azından bir şaşkınlık duygusu yaratmışa benziyor.

Seyirci kelimesini yine seçerek kullanıyorum.

Bana ise II. Abdülhamit dönemi Harbiyesinde okul idaresince zorla namaza götürülen, iki on yıl sonra ise Cumhuriyeti kuran Harbiyelileri hatırlattı bu görüntüler. Aşağıda buna değineceğim.

Ama ondan önce, bu görüntülerin mimarı (veya başlığa konu Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nın şairi Yahya Kemal’in o şiirde sorduğu gibi sormak gerekirse “…bânisi mi, mîmârı mı ulvî eserin?”) Erdoğan’ın bu dua görüntülerinden birine de sahne olan Kara Harp Okulu mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada “Bir kez daha altını çizerek ifade ediyorum” diyerek söylediği şu sözleri hatırlamak yerinde olur:

“Türkiye artık darbeci zihniyetin 70 yıl boyunca örselediği askeri eğitim ve öğretim sistemini tamamen terk etmiştir. Yeni askeri eğitim ve öğretim sistemimizle milli iradenin üstünlüğü ilkesine sıkı sıkıya bağlı, sadece millete hizmet eden, sadece devletine ve onun meşru idarecilerine tâbi bir Türk Silahlı Kuvvetlerine, hamdolsun, sahip olduk.”

Bu sözler, Erdoğan’ın askerî okullara yönelik yaklaşımını belirleyen temel motivasyonun en az askerî niteliği kadar siyasi bir nitelik de taşıdığını, bu motivasyonun büyük ölçüde “darbe” meselesi etrafında döndüğünü ve bu okulların eğitsel niteliğinden çok, TSK’yı artık darbe yapamaz hale getirmeyi (coup-proof) öncelediğini ima ediyor. Kuşkusuz, Erdoğan açısından anlaşılır bir istek bu.

Ancak burada siyaset bilimcilerin peşine düşmesi gereken bir soru var:

Erdoğan’ın söylediği doğru ise, acaba tamamen terk edildiğini söylediği askeri eğitim ve öğretim sistemi hangi nitelikleri ve parametreleri ile darbeye uygun bir zemin oluşturuyordu ve yine, benzer şekilde, “yeni” dediği eğitim sisteminin hangi nitelik ve parametreleri üzerinden darbe önleyici bir zemin oluşturduğu/oluşturacağı varsayılıyor?

Bu iki soru üzerine etraflı, bilimsel çalışmalar yapılması gerekiyor, fakat bu tür araştırmaların yapılması için gerekli şeffaflıktan büyük ölçüde yoksunuz. Adının “üniversite”ye dönüştürülmesine, başına sivil rektör ve dekanlar getirilmesine, içine sivil akademik kadrolar doldurulmasına rağmen, söz konusu sivilleşme bir demokratikleşmeye yol açabilmiş değil ve askeri eğitim kurumları bugün hâlâ birer kapalı kutu. Öyle ki bu kutunun Mehmet Ali Birand’ın Emret Komutanım’ı yazabildiği 1986 yılındaki kadar bile şeffaf olmadığını öne sürebiliriz.

Görünen o ki bu kapalılığın sürmesi de bilinçli bir tercih ve yukarıda değindiğim o iki sorunun olası cevaplarından biri olarak müfredat dışı –extra curricular– etkinlikler bu kapalılık içinde ve toplumun nüfuz edemediği biçimlerde sürdürülmeye devam ediyor. Toplumun da nüfuz etme ve bilme gibi bir talebi olduğunu söylemek zor; seyirci dememin nedenlerinden biri bu.

Aslında sadece bugün değil, Türk modernleşme tarihinin hemen her kırılma anına askerî eğitim ve öğretim sisteminde radikal değişiklikler eşlik etti. Bu kırılma anlarından muktedir olarak çıkanların ilk el attıkları yerlerden biri askeri eğitim, özellikle de subay ve kurmay subay eğitim sistemi oldu.

Bununla birlikte, bu tarihin bize gösterdiği başka bir şey daha var: “Yeni” askerî eğitim sistemlerinin ürünü olan askerler, bir süre sonra o yeni rejimlerin “alt oyucusu” olabiliyorlar.

“Bu nasıl olabiliyor?” sorusu üzerine düşünürken, gerek askerlerin kendilerinin ve gerekse askerleri kontrol altında tutmak için askerî eğitim politikalarında değişiklikler yapmanın hızlı sonuç alıcı bir yol olduğunu düşünen sivillerin genellikle göz ardı ettiği bir gerçeği akılda tutmakta yarar var: Tarih diyalektik ilerliyor.

Gözden kaçan bu diyalektiği aklımıza getirebilecek bir örnek, 1908 devrimi.

II. Abdülhamit 1900’lerin başında baskıcı iktidarının doruğunda iken, modernleşmesine kendisinin de katkı sağladığı Harp Okulunu iktidarının ve devletin kalelerinden biri olarak görüyordu muhtemelen.

Ama bu kalenin içinde fokurdayan bir diyalektik kazanı vardı. O dönem Harp Akademileri öğrencisi olan Kazım Karabekir şöyle diyor:

“Bizi de Harbiye efendileri gibi dört vakit namaza sürmeye başladılar. Sabah namazı arzuya tâbiydi. Mektebin musluklarında su olmadığı halde binlerce efendilerin ve arada zabit elbiseli üç namzet sınıfın (kurmaylık öğrencileri), elleri değnekli zabitler tarafından hindi sürüsü gibi camiye sürülmesi pek elim bir manzaraydı. Akılları sıra burnumuzu sürtüyorlardı. Camide bir tarafta oturmakla mukavemete başladık.”

Aynı konuda yazan Rahmi Apak (albay), öğrencilerin bu namaz uygulamasına karşı bir direniş göstermeleri üzerine Okullar Nazırı Zeki Paşa’nın aceleyle okula gelerek şöyle dediğini aktarıyor:

“Efendiler, siz hepiniz adi ve fakir ailelerin evlatlarısınız. Padişahımız efendimizin ekmeğini yiyerek burada okuyorsunuz. Efendimizin hiçbirinize ihtiyacı yoktur. Sizin gibi binlercesini vapurlara doldurarak denizin dibine dökebilir. Efendimize sadık kullar gerektir, bunu böyle bilesiniz.”

Karabekir “Halbuki bu işler, müstebit idareye karşı bizi daha ziyade düşman yapıyordu” diye devam ediyor, ki, diyalektik kazan dediğim buna benzer bir şey.

Verdiğim bu tarihsel örnek ile günümüz gerçekleri arasında doğrudan ve birebir analojiler kurulamayacağının farkındayım. Zira, geçtiğimiz haftaki dua görüntülerinin veya erişimimize kapalı askerî alanlardaki daha başka dinsel pratiklerin, bu örnekteki gibi salt zora dayalı yöntemlerle uygulandığına dair bir bilgi bulunmuyor elimizde; hatta öğrencilerin çoğunluğu bu uygulamalardan içtenlikle memnun da olabilir, bilmiyoruz.

Benim sözünü etmeye çalıştığım şey, her koşulda kendine özgü biçimlerde var olan diyalektik iç çelişkiler.

Nitekim, askerlerin Cumhuriyet tarihi boyunca en büyük hatalarından biri tarihsel, toplumsal ve iktisadi koşullar içinde çözülerek yeni sentezlerle kendini dayatan bu çelişkileri görmekten kaçınmak; ve bazı şeyleri sırf o an yapabildiği için yapmak veya sırf o an yapmayabildiği için yapmamak oldu.

Benzer bir hataya şimdi siyasi iktidarın düştüğünü görüyoruz.

Bu bakımdan, Ayşegül K. Kaynar’ın “Türkiye’de yönetim anamorfik mi?” başlıklı yazısında Külliye’deki 30 Ağustos resepsiyonunu özetlerken yer verdiği tabirle “Atatürk’e referansı elden bırakmadan ordunun İslam’la harmanlanması” şeklinde çizilen yeni güzergâhını ordunun nasıl katedeceğini ve bu katediş esnasında çelişkilerin nasıl sentezleneceğini görmek için hem askerlerin kendilerinin hem de toplumun biraz zamana ihtiyacı olacak. Muhtemelen bir süre yine seyirciler olarak!

- Advertisment -