(Bu diziyi altı veya yedi yazı olarak planlamıştım ve dördüncüsü yayınlandığında, sonraki üç yazının da taslakları hazır durumdaydı. Ama mücbir bir seyahat sebebiyle zihnim dağılınca, yeniden yazıya odaklanmak neredeyse bir ayımı aldı. Devamı gelecek dediğim halde bu kadar beklettiğim için, devamını bekleyenlerden özür diliyorum.)
“Ölmelidir serkeş çocuk. Baharını görmemelidir serkeşlik. Onun varlığına sebep olan ana-baba salihtir çünkü. Ömür boyu onları dilgir etmemelidir serkeş evlat, asi evlat. Kötünün iyiyle değiştirilmesine karar verilmiştir ulu divanda. Karar kesindir. Tatbik görecektir. Değişiklik mutlaka olacaktır. Zahir akla göre işlenen cinayettir. Ledün ilmine göre ise işlenen ‘tebdil’i, değişikliği gerçekleştirmek içindir.”
Daha önceki yazılarda dikkat çektiğim üzere, yaptığı ve yapacağı herşeye ‘Musa’ların hikmetini kavrayamadığı birer ‘Hızır tedbiri’ olarak baktıracak bir teolojiyi çok zaman önceden inşa eden bir yapıda, kutsal ‘amaç’lar uğruna başvurulan her yola ve her araca meşruiyet üretmek pekâlâ mümkün hale geliyordu. Akim kalan 15 Temmuz darbe teşebbüsü de, bu zaviyeden bakıldığında şaşırtıcı bir durum olmaktan çıkıyor.
Başarısız kalması üzerine teşebbüsteki rolün red ve inkâr cihetine gidilmesi ve ‘tiyatro’ söyleminin geliştirilmesine karşılık, yapı içerisinden kişiler tarafından aylar öncesinden başlayan imaların bolluğunu da biliyoruz. Bu imalarla, özellikle 2015 yılından itibaren bu yapının giriştiği mücadelede yaşadığı gerilemeye karşı, ‘bir geri dönüş’ ümidi yüklemek suretiyle çözülmeleri önleme amacı güdülüyordu muhtemelen.
Her yönüyle aydınlanmamış durumda kalan ve bir şekilde haberi alındığı için erken doğuma zorlanarak başarısızlığa mahkum kalmış olarak gözüken bu darbe teşebbüsünün akim kalmasının ardından ülkede oluşan iklim ise, ülkeyi bir dârü’l-adl haline getirmek; devleti kimsenin vesayet kuramadığı, artık kim kaptıysa onun elinde kalmayan demokratik bir hukuk devletine dönüştürmek için muazzam bir imkân içeriyordu aslında. Yenikapı Mitinginin bu anlamda sembolik bir önemi vardı. Bu mitingde CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Nisa sûresinden “Ey iman edenler! Allah emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında adaletle hükmetmenizi emrediyor” âyetini okuyarak mütedeyyin kesime sorumluluklarını hatırlatması; dindar insanlar bu âyetin hükmüne aykırı davrandıkları, emaneti ‘ehline’ vermek yerine ‘bizden-bizden değil’ mantığıyla hareket ettikleri için bugünlere gelindi mânâsında bir konuşma yapması da çok önemliydi.
Gelin görün ki, CHP liderinin âyete referansla konuştuğu o şartlarda, dindar-seküler gerilimini aşıp hukuk ve adaletin bu ülkede ve devlet kademelerinde kalıcı şekilde tesis etmek için muazzam bir imkân oluşmuşken, lideri başta olmak üzere iktidarın bütün kademeleri maalesef yeni bir ‘kariyer planlaması’ hesabına bu imkânı feda ve heba etmeyi tercih ettiler. Bu meyanda, fırsat bu fırsat diyerek 15 Temmuz’un hemen ardından birilerinin geçmişten kalma farklı farklı hesapları görmek için kılıçlarını kınlarından çıkardıklarına da şahit olduk.
15 Temmuz sonrasıyla ilgili benim unutamadığım en çarpıcı tablolardan biri, ‘dinin siyasete âlet edileceği’ endişesiyle ‘siyaset üzerinden dini topluma benimsetmeyi’ amaçlayan her türden yaklaşıma Risale-i Nur’un muhalefeti sebebiyle daha 60’lı ve 70’li yıllardan ona karşı ‘siyaseten’ hınç biriktirmiş olanların, el çabukluğuyla Fetullahçılığı ‘Nurculuk’la özdeşleştirek okları Risale-i Nur’a doğru çevirmeye yeltenmeleriydi. Bu, kendisini ‘İslamcı’ diye tanımlayan epeyci kişi ve kesimin ahlaki za’fiyeti konusunda ipucu veren ibretlik hazin bir manzaraydı benim için. Tek parti döneminin şartlarında üretimine başlanmış, 27 Mayıs’ın karanlık şartlarında ihtilalcilerin müdahalesiyle Ankara’nın istihbarî dehlizlerinde bir kısım ‘ilahiyatçı’ların da istihdamıyla hazırlanmış olup temcit pilavı gibi ara ara tekrarlanmış söylemler, bu kez kendilerini oldum olası ‘rejimle kavgalı’ bilen sözümona ‘İslamcılar’ın ağızlarındaydı. Bu söylemlerin böylesi bir zeminde dile getirilmesindeki düşkün hesapçılık tiksindiriciydi. Öte yandan, Risale-i Nur canibinden hepsine verilecek bir cevap vardı. Nitekim, o günlerde bir internet televizyonunda yaptığımız günler süren bir programla “Risale-i Nur’a husumetin tarihi”nden başlayarak, bu söylemlerin hepsini açık ve net bir şekilde tartıştık ve cevaplandırdık (bu program, daha sonra bir kitaba da dönüştü: Saykal: Risale-i Nur’a Husumetin Kısa Tarihi [Sorular ve Cevaplar] Ş. Boztaş-M. Karabaşoğlu). Son tahlilde korkup kaçacak, bu el çabukluğu karşısında sinip sunacak değildik elbette. Son tahlilde, bu yapıya devlet ve toplum üzerinde vesayet kuracak derecede ‘ne istedilerse veren’ler Nur talebeleri değildi ki…
Dindar kesim içerisinden o gün o şartlarda sergilediği hesapçılık ve ahlâkî düşkünlükle bende hayal kırıklığı uyandıranlar, sadece ‘İslamcılar’ da değildi. Aldıkları tasavvufî terbiye sebebiyle herkesten ziyade halim selim ve mutedil olması beklenen tarikat ehli içinden bir kısmını durumu kendileri lehine bir fırsata çevirme çabası içerisinde görmek de hayal kırıcıydı. Meselâ halim selim bir şair olarak da bildiğim bir şeyh efendiyi, geliştirdiği “Cemaatlar modern ve kötü, tarikatlar geleneksel ve iyi” diye özetlenebilecek söylemle, fırsattan istifade kendi meşrebine alan açma çabası içerisinde gördüğümde hayli üzüldüm.
O günün şartlarında, ‘ilke’nin izini sürdüğüm için haşhaşîliğin ve lider kültü oluşturma çabalarının her çeşidine tavır koymam sebebiyle doğrudan şahsımı hedefe koyan müptezeller de zuhur etmişti. Fetullahçılığın örgüt boyutunun psikolojik harp unsuru olarak iş gören harbiye çıkışlı bir müfterinin hakkımda iftiralar ürettiği aynı zamanda, bir yıl kadar önce dönemin başbakanını istifaya götüren olaylar zinciri içinde yer alan bir bildiriyle ortaya çıkan bir oluşumun ‘müstear’ görünümlü isimlerinden biri ise ‘darbenin işaret fişeği’ni bir twitimle benim ateşlediğimi söyleme maskaralığına yeltenebildi. ‘Kapıdaki tehlike’ içeride idi artık. Tek adam kültlerini aşmak için bir fırsatı yeni bir tek adam kültünü inşa için sarf ve mahv edenlerin hedefinde olmamız şaşırtıcı değildi. Üstelik bu kişilerin önemli kısmı, geçmişte başka bir tek adamcılığın değirmenine su taşımış kişilerdi. Meselâ sözünü ettiğim maskaralığa yeltenen kişi, bu yapının kendisini ‘hükûmet devirecek kadar güçlü’ gördüğü günlerde Gülen için ağlak bir yazı da yazmış biriydi.
Bu şahsî boyutu da olan meseleler bir yana, hem memleket hem toplum hem de din adına dehşetli bir hasar tablosu vardı. Tehevvürle güya çözüm adına atılan adımlar ise bu hasar tablosunu daha da ağırlaştırıyordu.
KHK’larla onbinlerce insanın damgalanarak işinden ve itibarından edilmesi bunun en hazin tezahürlerinden biriydi. Fetullahçıların Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarında yaptığı yanlışın ve zulmün bir benzeri şimdi güya ‘paralel yapıyla mücadele’ adına yapılıyordu. Temel bir insanî hak olarak masumiyet karinesi ayaklar altına alınırken, duruşu ve söylemi iktidarın hoşuna gitmeyen farklı kesimlerden insanlar da KHK’larla bir anda işsiz hale gelmiş durumdaydı.
Bazıları, fırsat bu fırsat deyip hasım belledikleri kişileri listelere dahil ederek KHK’zede etmişlerdi meselâ. Misal, rektörlük seçiminde diğer adaya oy verdiği için ders verdiği üniversitenin rektörü tarafından listelere dahil edilenler vardı. Daha düne kadar “Altı ibadet, ortası ticaret, üstü ihanet” söylemiyle dolaşan siyasîler ise, ‘üstü’nün yurt dışına çıkma imkânını—her nasılsa?—bulduğu, ‘ortası’nın da adı ‘FETÖ borsası’na çıkan bir çarkla başını bir şekilde kurtardığı şartlarda faturayı evvelce ‘ibadet’le tanımladıkları ‘en alttakilere’ çıkarmışlardı.
Evvelce kullanılan o üçlü ifadenin de ima ettiği şekilde, bu yapının birden fazla yüzü vardı. Dış çeperde görünen, meşruiyet ve sempati devşiren cemaat yüzü, derinde kült tarafı, bir de kriminal işlere bulaşmış olup en sonunda darbe teşebbüsünde yer alan iyice mahrem ‘örgüt’ veçhesi… Durum bu olduğu halde, ortada, kriminal işlere bulaşmış ‘örgüt’ün yaptığı işlerin faturasını sadece ‘cemaat’ yüzüyle muhatap olduğu için bu yapı içinde bulunmuş olanlara çıkarma gibi bir yanlış icra ediliyordu. Bir zihniyet olarak Fetullahçılığa açık ve net eleştirilerim olmasına karşılık, ‘kült’ün bir parçası olmadan ‘cemaat’in içinde bulunmuş insanların ‘örgüt üyesi’ diye damgalanarak işinden ve hatta hürriyetinden olmasına şahsen razı olamazdım. İnandığım Kur’ân, bir topluluğa yönelik olumsuz duygu ve düşüncelerin bizi adaletten alıkoyması tehlikesine karşı uyarıp “Adil olun!” diye emrederken (bkz. Mâide, 5:8), başka türlü davranamazdım.
Meselâ, bu yapı bünyesindeki yayıncılıkla ilgili bir kuruluşta çalışıyor olmasına karşılık asla ‘kült’ psikolojisi içerisinde davranmadığını bildiğim, bilakis F. Gülen’i kültleştiren bazı mesai arkadaşlarına “Ben Allah’a tapıyorum, Gülen’e değil” diyebilen bir yazar dostumun ‘örgüt üyesi’ diye hapse atılmasını nasıl doğru bulabilirdim? Yahut, evvelce çalıştığı kurumda Gülen’i eleştirdiğinden, sözümona bir ‘itirafçı’ tarafından ‘intikam’ kasdıyla ‘örgüt üyesi’ olduğu söylendiği için işinden edilen ve hakkında örgüt davası açılan bir öğretmenin uğradığı haksızlığa nasıl sessiz kalabilirdim? Keza, devletin faaliyetine izin verdiği bir okulda, dersanede veya bankada çalıştığı yahut yine devletin izin verdiği bir derneğe üye olduğu için binlerce insanın ‘örgüt üyesi’ diye damgalanmasındaki hukukî felâketi elbette görmek ve göstermek gerekiyordu. Devlet denilen aygıt kriminal işlere bulaşan ile bulaşmayanı ayıramayacaksa yahut faaliyetine izin verdiği bir sendika veya derneğe üye olduğu, faaliyet izni verdiği bir bankada hesabı bulunduğu için insanlara ‘terör örgütü üyesi’ muamelesi yapacaksa, o ülke nasıl dârü’l-adl, o devlet nasıl hukuk devleti olabilirdi ki?
Dahası, şu da dile getirdiğim eleştiriler arasındaydı: Geçelim Fetullahçı olmayan insanları o mensubiyetle ilişkilendirmeyi, keza geçelim bu yapının ‘cemaat’ boyutunda kalıp kriminal örgüt tarafına asla bulaşmayan insanlara ‘örgüt üyesi’ muamelesini reva görmeyi; kriminal işlere bulaşan biri dahi ancak suçuyla mütenasip bir ceza ile tecziye olunabilirdi, başkasıyla ve fazlasıyla değil… O kişinin bir suçun mücrimi olması, kimseye ona insanlık onuruna aykırı muamelede bulunma, meselâ iftira atma, hakaret etme, işkenceye maruz bırakma hakkını vermiyordu.
Bu bakımdan, gökkubbenin altında ve yeryüzünün üstünde, her hal ve şartta adaleti gözeterek konuşmaya ve hareket etmeye çalıştığım için müsterihim. ‘Bir topluluğa’ ve özellikle ‘lider’ine yönelik hiç de olumlu olmayan kanaatlerimi, ‘adlden udûl’ gibi bir tutuma savrulma sebebi yapmadım çok şükür. Öfkeyle, hınçla ve kinle hareket, kitabımızda yazmıyor. Bilakis, şöyle emrediyor Kitâbımız: “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun; bu, takvâya daha yakındır. Takvâ üzere olun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır” (Mâide, 5:8).
Oysa, darbe teşebbüsünden daha dört ay önce, hayatımda ilk defa bir mahkeme tebligatı almıştım. O tarihte elliiki, şu an itibarıyla altmış yıllık hayatımdaki ilk ve tek dâvâyı aleyhime açtıran kişi, avukatları aracılığıyla, F. Gülen’di. Henüz yargı üzerindeki vesayetlerinin tamamen kalkmadığı ve muhtemel bir geri dönüşü kuvvetle umdukları o dönemde, iki yıl önceki bir televizyon programında söylediğim sözlerde güya suç unsuru bulmuşlardı! Meselâ şu sözleri, ‘hakaret ve iftira’ kılıfıyla ve ‘kin ve düşmanlık sokma’ iddiasıyla dâvâya gerekçe gösteriyorlardı: “Üst yapı, hizmeti amacından saptırıyor. Dünyevî iktidar için legal-illegal, meşru-gayrimeşru her yola tevessül etmiş olduğu görülüyor.”
Bu yapı için, hiçbir hakaret unsuru taşımayan ve hiçbiri iftira olamayacak şekilde gerçek daha sert cümlelerim de vardı. Hakaret ve iftira ise, faraza kanun izin verse bile Kur’ân izin vermediği için, asla başvuracağım bir yol değildi. Diğer taraftan bir programın içinde herkesim mâlûmu diyebileceğim kadar sıradan bir tesbit niteliğindeki iki cümlede nasıl bir ‘hakaret ve iftira’ ve ne şekilde bir ‘kin ve düşmanlık sokma’ gayreti bulabilmişlerdi ki?
Dâvâyla ilgili resmî süreci, gönüllü olarak bana destek veren avukat dostlarım takip ediyordu. Hukukî sürecin detaylarını o sebeple hiç bilmiyorum. Bildiğim, 15 Temmuz darbe teşebbüsünün akim kalmasıyla devran dönünce, o dâvânın da öylece kapanıp gittiğidir.
Öte taraftan, bizatihi 15 Temmuz, hakkımda açılan dâvâya gerekçe kılınan sözlerimin doğruluğunu teyid etmekteydi.
Hayatımda ‘dâvâlı’ olarak aldığım tek mahkeme tebligatının F. Gülen’in aleyhime açtırdığı bir dâvâ sebebiyle olması ise, dün de şerefimdi, bugün de şerefimdir…