[9 Nisan 2024] En son, bu sabah: “Sabah gazetesi, Özgür Özel röportajını vermek için, hele birinci sayfada ve manşetten vermek için Erdoğan’dan izin aldı mı, almadı mı?” Konuşulan dört gazeteciden ikisi, mutlaka izin ve onay alınmıştır kanısında. (*)
Size de ilginç ve önemli geliyor mu, son günlerde küçük büyük çeşitli çevrelerde, açık örtük süregelen bu tartışmalar? Bana çok önemli geliyor doğrusu. Ama pratikteki, yüzeysel cevapları açısından değil. Daha derindeki, tarihsel diyebileceğimiz dinamikler nedeniyle. Neden böyle bütün sorunlar gelip, Erdoğan’ın nerede durduğu veya duracağında, kimi tuttuğu veya tutacağında, neye izin verdiği veya vereceğinde (ya da vermeyeceğinde) düğümleniyor?
Bir zamanlar paşalar vardı Türkiye’de. Daha doğrusu, tabii şimdi de var ama, fî tarihinde memleket biraz paşaların Türkiyesiydi. Çok önemliydiler. Politikanın merkezindeydiler. Yıllık Askerî Şura toplantıları, öncesi ve sonrasında muazzam spekülasyona konu olurdu. Kimler orgeneralliğe terfi etti – edemedi? Kara Kuvvetleri Komutanlığı sırasında kim öne geçti? Hava Kuvvetleri Komutanı mı daha solcu-reformcu, Deniz Kuvvetleri Komutanı mı? Kimden bekleyeceğiz, “özde laikliği” ya da “gerçek Atatürkçülüğü”? Emekli olanların da üzülmesine gerek yoktu. Hemen bütün büyük holding yönetim kurulları, anaakım gazeteler (örneğin Cumhuriyet), dernekler, YÖK… açıktı kendilerine. Daha olmadı; post-Maocu mutantlardan birine, İşçi Partisi veya Vatan Partisi’ne girip (kuşkusuz şimdiki “üç muhtar”dan çok yukarılardaki) ehemmiyet hayallerini sürdürebilirlerdi.
Çok değil; on – onbeş yıl öncesine kadar bütün bunları normal kabul eden bir siyasî kültür ve ortam söz konusuydu. Genelkurmay Başkanının ağzına bakılırdı, özellikle bunalım dönemlerinde, ne diyecek, ne düşünüyor diye. Gün gelir, hükümetlerin kaderi yüksek rütbelilerin ağzından çıkacak iki çift lâfa bağlı sayılırdı. Benzer bir davranış biçimi, 12 Eylül yasaklısı liderlerin güvenilir adamlarına kurdurduğu vekâlet partilerinde de gözlenir; bütün kritik noktalarda, perde arkasından yönettiği kabul edilen “bir bilen”e soralım denirdi.
Ne değişti? Ne kadar değişti? Tamam, sürekli darbe korkusu (veya umudu?) içinde yaşamıyoruz artık. Belirli bir askersizleşme, sivilleşme gerçekleşti. Bu iyi bir şey. Ama siyasal hayatın geleneksel merkeziyetçiliği yumuşadı mı, yoksa büsbütün sert ve keskin bir karaktere büründü?
Tersten soralım: Nasıl bir olaylar ve tavıralışlar zinciri, nasıl bir ideolojik yapılanma, 2012’den bu yana AK Parti’yi, hükümeti, ülkeyi, bizi, hepimizi… Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bütün dinamiklerin merkezine oturtan; her şeyin ondan kaynaklandığını kabullenen; (aidiyet durumumuza göre) o konuşursa konuşan, o konuşmazsa asla konuşmayan; faraza sayısız TV programında yığınla yorumcunun yaptığı gibi “tabii AKP’nin de hatâları var” deyip bu muğlak ifadenin asla içini açmayan (**), bu konuda kendi fikrini söylemeyen, söyleyemeyen, çünkü “tek bilen”le ters düşmekten korkan… bir noktaya getirdi?
Bir zamanlar iyi kötü çok-faktörlü tahliller yapardık, yapmaya çalışırdık, siyaset hakkında. Doğru veya yanlış; sermayeden, çeşitli kesimlerinden, OYAK’tan, cuntadan ve cuntalardan, küçük burjuvaziden, TÜRK-İŞ’i ve DİSK’iyle sendikalardan, TİSK’ten, MESS’ten, büyük holdinglerden söz ederdik. Nasıl oldu da böyle tek-faktörlü, tek-aktörlü analizlere, daha doğrusu spekülasyonlara döndük?
Bunun ne kadarı reel, ne kadarı muhayyel? AKP’nin (Erdoğan’ın da vâdettiği!) olası muhasebesinin kapsamına bunlar da girer mi, girebilir mi acaba?
——————–
(*) Bkz Kulis / Sabah’ın Özgür Özel manşeti Erdoğan’a da sürpriz oldu (Serbestiyet, 9 Nisan 2024).
(**) “AK Parti’nin hatâları” aslında ne veya neler? Bu konuda yoğun bir özet için, bkz Gürbüz Özaltınlı, İktidarın ideolojik katılaşması, CHP liderliğinin kucaklayıcı, ılımlı profiliyle birleşince; daha ayrıntılı bir döküm için, bkz Vahap Coşkun, Pirus zaferinin sonu (ikisi de Serbestiyet, 8 Nisan 2024).