Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBirleşmiş Milletler iflah ve ıslah olur mu?

Birleşmiş Milletler iflah ve ıslah olur mu?

Dünya kamuoyu Gazze, Lübnan ve Ukrayna savaşları karşısında uluslararası toplumun hareketsizliğine haklı bir tepki gösteriyor. Ancak burada suçlu BM değil, onun üyesi olan devletler. BM dünya jandarması olacak bir konumda değil. Kore Savaşında olduğu gibi her savaşa BM müdahil olup kendine göre bir düzen kurmaya kalkacak güçte olsaydı bu gücün ne şekilde kullanılacağı sorusu da bence sorulmaya değer. Böyle bir durumda işler daha mı iyi olurdu, daha mı kötü olurdu bilmek pek mümkün değil.

Geçen haftaki yazımda Dünya Ticaret Örgütünün (DTÖ) başta ABD, AB, Çin Halk Cumhuriyeti ve başkalarının temel kurallarını fütursuzca görmezden gelmeye başlamaları neticesinde artık işlevini büyük ölçüde kaybettiğine dikkat çekmeye çalışmıştım.

Aslında bütün uluslararası teşkilatlar sadece üye ülkelerinin iradesinin imkân verdiği kadar güçlü ve etkili olabilirler.  Bu teşkilatların üye ülkelerden bağımsız bir rol almaları mümkün değil.

Uluslararası teşkilatlanma Birinci Dünya Savaşından sonra başlamıştır.  Aslında daha 19uncu yüzyılda hala mevcudiyetini sürdüren Dünya Posta Birliği gibi teknik ve sınırlı işlevi olan kuruluşlara rastlanmaktadır.  Ancak teşkilatlanma Birinci Dünya Savaşından sonra hızlanmıştır. Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO), Mülteciler Yüksek Komiserliği (HCR), Adalet Divanı (ICJ) o dönemde kurulmuştur.  O zamana kadar dünyanın gördüğü en korkunç mücadelenin bir daha tekerrür etmemesi amaçtı.  Bu niyetle kurulan Milletler Cemiyeti aslında bugünkü Birleşmiş Milletlere yapı bakımından çok benziyordu.  Savaşın galiplerinin daimî üye oldukları bir Konsey, Genel Kurul ve Sekretarya. Milletler Cemiyetinin bugünkü Birleşmiş Milletler (BM)’den büyük farkı savaşın galiplerinden ABD’nin savaştan sonra girdiği içine kapanma politikasının neticesinde bu yeni örgüte sırtını çevirmesi olmuştur.  Aynı şekilde ABD o dönemde imzalanmış barış anlaşmalarının hiçbirine taraf olmamıştır.  Mesela Lozan ve Montrö’ye de taraf değildir.

Milletler Cemiyetinin sicilinin pek parlak olmadığını söylemek gerekiyor.  Değil İkinci Dünya Savaşını engellemek, Japonya, İtalya, Almanya ve Sovyet Birliğinin 1930’ların başlarından itibaren sürdürdükleri saldırgan politikalar neticesinde örgütten ya çekilmeye mecbur edilmişler ya da doğruca ihraç edilmişlerdir.  Türkiye Milletler Cemiyetinin Musul ihtilafında oynadığı ve taraflı olduğu düşünülen rolden dolayı Cemiyete uzun süre uzak durmuş, sadece 1932 yılında üye olmuştur.

Milletler Cemiyeti İkinci Dünya Savaşını engelleyememiş, ancak bütün savaş boyunca merkezi Cenevre’de mevcudiyetini sürdürmüştür.  Sekretarya bir hayli küçülmüş, Genel Sekreter savaşa katılmayan nadir Avrupa ülkelerinden İrlanda’nın bir vatandaşı olmuştur.  Cenevre’de görev yaptığım ilk yıllarda Uruguay Büyükelçisi savaş yıllarında genç memur olarak Milletler Cemiyeti Sekretaryasında çalışmıştı. Kendisine bir defa savaş sırasında Sekretaryanın ne gibi şeyler yaptığını sorduğumda cevabı ince bir tebessümden ibaret kalmıştı. İşin ilginç tarafı savaş boyunca hiçbir işlevi kalmamış olan Milletler Cemiyeti lağvedilmemiş, hatta Birleşmiş Milletler 1945 yılında kurulduktan sonra iki örgüt birkaç ay birlikte yaşamış, sonra Milletler Cemiyetinin malvarlığı iki örgüt arasında yapılan bir anlaşmayla BM’e devredilmiştir.

İkinci Dünya Savaşından da galipler arasında çıkan ABD bu defa uluslararası yapılanmaya sırt çevirmemiş, tersine Kongrenin de bu örgütü sahiplenmesi amacıyla merkezinin New York’da kurulmasını sağlamıştır. Hatta kuruluş yasası da yine ABD’de bu sefer San Francisco’da imzalanmıştır.

BM’nin yapısının Milletler Cemiyetininkini takip ettiğini yukarıda belirtmiştim.  Gerçekten de MC Konseyininkiyle paralel bir şekilde Güvenlik Konseyinde savaştan galip çıkan devletlere veto hakkına sahip daimi üyelik verilmiştir.  Daimi üyelerden ikisinin yani Fransa ile Çin’in savaşın kazanılmasındaki etkisinin en azından çok sınırlı olduğuna işaret etmek gerekiyor.  Fransa savaşın ilk yılında Almanya’ya teslim olmuş, ancak sürgündeki Hür Fransızların lideri General de Gaulle’un başarısı kendisini ve Alman işgalinden kurtulduktan sonra ülkesini eşit bir müttefik olarak kabul ettirmek olmuştur. Çin ise Japonya ile mücadelede çok büyük bir bedel ödemiş, ancak o ülkenin yenilgisine katkısının Fransa’nın Almanya’nın yenilgisine katkısından daha da küçük olduğu, hatta Çin’in Japonya ile mücadeleye paralel olarak Milliyetçilerle Komünistler arasında bir iç savaşla o dönemi geçirdiği açıktır.  Ancak milliyetçi lider Çang Kai-Çek ABD Başkanı Roosevelt ile ilişkilerini kullanarak ülkesine müttefik statüsü ve Güvenlik Konseyinde daimi üyelik elde etmiştir.  Bu üyelik kıta Çin’in 1949 yılında Komünistlerin kontrolüne geçmesine rağmen 1971 yılına kadar Tayvan adasına yerleşmiş Milliyetçi hükümetin uhdesinde kalmıştır.

Birleşmiş Milletler ilk yıllarında barışı koruma hatta yeniden tesis etme konusunda Milletler Cemiyetinden daha başarılı olmuştur. Kore Savaşı BM’in barışı korumak için değil, saldırgan Kuzey Kore’ye karşı savaşarak barışı tekrar tesis etmek için yapılmıştır.  Kore Savaşında tüm kıtalardan 16 ülke BM bayrağı altında savaşmış ve çok büyük kayıp vermişlerdir.  Savaşın BM bayrağı altında yürütülmesi Sovyetlerin Güvenlik Konseyindeki Çin sandalyesinin iç savaş komünist galibiyetiyle sonuçlanmasına rağmen hala milliyetçilerin işgalinde olmasını protesto etmek için Konsey toplantılarının boykot ettikleri sırada alınan bir karar sayesinde mümkün olabilmiştir.  Sovyetler böyle bir boşluğa bir daha izin vermemişler ve böylece Kore Savaşı BM tarihinin tek barışı tesis operasyonu olmuştur.

BM bütün tarihi boyunca bloklar arası mücadelenin esiri olmuştur. Bunun tek istisnası Sovyetler Birliğinin son dönemlerinde Gorbaçev’in izlediği ılımlı politika ve Rusya’nın ilk lideri Yeltsin’in izlediği Batı ile uyum çizgisi sayesinde blokların ahenk içinde çalışmaları olmuştur.

Tabii veto kartını kullanan sadece Sovyetler ve halefi bugünkü Rusya değildir. ABD de özellikle Orta Doğu ihtilafları söz konusu olduğunda İsrail’e karşı Güvenlik Konseyinde herhangi bir adım atılmasını vetosunu kullanarak bugün dahi engellemektedir.

Tabii Güvenlik Konseyinin bugünkü yapısı bir anormalliğin tezahürü sayılmalıdır.  İkinci Dünya Savaşı biteli yakında seksen sene olacak.  O savaşın galipleri olmak herhalde bugün için bir meşruiyet kaynağı sayılmamalıdır. Sonradan beş ülkenin nükleer güç sahibi olmaları daimî üyelik ve veto için gerekçe olarak gösterildi.  Ancak onlardan başka birkaç ülkede daha nükleer silah olduğu ayrıca malumdur.  Her nükleer silah sahibine Güvenlik Konseyinin kapısı ardına kadar açılacak olsa nükleer silahlanmaya yarış olduğundan daha fazla kızışabilir.

Güvenlik Konseyinin yapısı BM tarihi boyunca sadece bir defa değişti.  BM kurulduğunda tüm üye sayısı 51’di. Güvenlik Konseyinin üye sayısı daimi üyeler dahil 11 olarak belirlenmişti. Yani her beş BM üyesine bir Güvenlik Konseyi üyeliği düşüyordu. Rotasyon daha hızlı olabiliyordu. Sonradan 1965 yılında  sömürgecilik devrinin kapanmaya  ve BM üyelerinin sayılarının artmaya başlamasıyla Güvenlik Konseyi üye sayısı 15’e çıktı.  O tarihten bu yana BM üye sayısı katlanarak arttı. Bugün 193’ü buldu. Başlangıçtaki oran muhafaza edilecek olursa Güvenlik Konseyi üye sayısının 40’a yaklaşması gerekecektir. Bu da tabii onu işlemez hale getirir.  Nitekim 30 yıldır masada olan reform projeleri üye sayısını 24-25’in ötesine götürmemektedir.

Kaldı ki iki yılda bir değişen geçici üyeler ile daimi üyeler arasındaki uçurum etkinlik açısından o kadar büyük ki Konseyin geçici üye sayısını arttırmak bir çözüm değildir. 2008 yılında uzun bir aradan sonra tekrar seçilmek için yürüttüğümüz başarılı kampanyaya ben de Dışişleri Bakanlığımızdaki görevimden dolayı katılmıştım.  New York’ta lobbying yapmak için çeşitli ülke temsilciliklerini dolaştığımda, bazen boşuna heyecanlanıyorsunuz Güvenlik Konseyini beş daimi ülke yönetiyor çünkü kurumsal hafıza bir tek onlarda var,  geçici ülkeler işin nasıl yürüdüğünü öğreninceye kadar iki yıllık süreleri zaten dolmuş oluyor diyenler olduğunu hatırlıyorum. Nitekim iki yıl süren geçici üyeliğimiz sırasında herhangi bir etkinliğimiz olduğunu söylemek mümkün değil.  Bu iktidar zamanında alıştığımız cinsten bir fiyasko geçici üyeliğimiz bittikten ancak iki yıl sonra akıl almaz bir şekilde tekrar aday olup yine alıştığımız cinsten bir hezimetle karşılaştığımızı da hatırlatmak gerekir.  

Genişleme tartışmasının bir boyutu da daimi üye sayısının arttırılmasındadır.  Biz de bu tartışmanın içindeyiz tabii.  Şahsen ben de yurt dışı görevlerimden birinde bu gruplaşmanın içinde yer almıştım.  Buradaki sıkıntı yeni daimi üyelerin kimler olabileceğinden kaynaklanmaktadır.  Örneğin Avrupa’da ilk akla gelen isim Almanya iken, buna İtalya şiddetle karşı çıkar, Asya’da Japonya ve Hindistan iken bunlara Kore, Pakistan ve başkaları karşı çıkar.  Diğer kıtalar için de durum aynı. Dolayısıyla yıllardan bu yana yapılan bu tartışmada bir milim ilerleme olmamıştır.  Mevcut daimi üyeler konumlarından gayet memnun olup, yarım ağızla reformu destekliyor görünseler dahi gerçekte pek sıcak bakmadıkları açık.  Onların açık rızası olmadan BM Yasasını değiştirmek pek mümkün olmadığı için bu pilavın daha çok su götüreceği bellidir.

Dünya kamuoyu Gazze, Lübnan ve Ukrayna savaşları karşısında uluslararası toplumun hareketsizliğine haklı bir tepki gösteriyor. Tabii Rusya kendi başlattığı Ukrayna istilasına karşı BM’nin herhangi bir adım atmasını veto hakkını kullanarak engelliyor.  ABD de aynı şeyi Orta Doğu için yapıyor.

Ancak burada suçlu BM değil, onun üyesi olan devletler.  BM dünya jandarması olacak bir konumda değil.  Kore Savaşında olduğu gibi her savaşa BM müdahil olup kendine göre bir düzen kurmaya kalkacak güçte olsaydı bu gücün ne şekilde kullanılacağı sorusu da bence sorulmaya değer. Böyle bir durumda işler daha mı iyi olurdu, daha mı kötü olurdu bilmek pek mümkün değil. Türk halkı acaba birkaç yılda bir Kore savaşı misali BM’in taraf olduğu bir mücadeleye katılmak ister miydi sorusu da sorulabilir.  Diğer taraftan ülkemiz de BM Genel Kurulu ile Güvenlik Konseyinin Kıbrıs konusunda aldığı sayısız kararları görmezden geldi.  BM’in jandarma rolüne soyunup bu kararları uygulamaya bizi zorlamasını herhalde istemezdik.  Bizimle aynı durumda olan kalabalık bir grup ülke olduğu da hatırda tutulmalıdır.

Bu sistemin pek değişeceği, yani BM’nin ne iflah ne de ıslah olacağı bence yok.  BM işlevi sınırlı bir tartışma forumu olmaya mahkum.  Tabi bugünlerde gündemde olan ve hemen BM binasının karşısında olan 300 milyon dolara mal olan New York’daki Türkevinin bu durumda iyi bir yatırım olup olmadığı tartışılabilir.

Şaka bir yana, unutmamak lazım ki BM sistemi sadece Genel Kurul ve Güvenlik Konseyinden ibaret değil. İhtisas kuruluşları dediğimiz başta Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve diğerleri olmak üzere sayısız yararlar sağlayan bir çok örgüt var.  En azından bir kısmı BM olmasaydı kurulamayacaklardı.  

- Advertisment -