Kötü insan olmak kolay da, zor olan iyi insan olmak… Öyle denirdi hep. Bugün nostaljik kompozisyon ödevlerini hatırlatsa da, sevilen, belki insanı teselli de eden, gücünü zıtlığa dayayan kıyaslı vecizelerden olması hasebiyle de itibarını koruyor olmalı.
Ancak cazibesini vecizliğinden, azametinden alan birçok önerme gibi biraz düşününce o gösterişli kabuğu soyulabiliyor, karşına çıplak hâlleri çıkıyor. Tartışmalarda onayını özdeyişinin şıklığında, sırtını dayadığı mirasta arayan kadim önermeler, insanın elini rahatlatsa da düşünceleri sağlıklı bir alanda ferahlaştırmaya yetmiyor.
O veciz denklemde iyi bir insan olmanın zorluğu, öncelikle önüne yığdığı sözleşmelerle, beklenen fedakârlıklarla, belki dinen gerektirdiği takvayla ya da seküler yüksek insan karakteriyle, “Ah nerede insanda o fazilet, feraset!”le ilgili bir altyapıyla kuruluyor. En azından algılanışı öyle… Nihayetinde iyilik zor ama elbette mümkün. İyilik rütbesi onu göze alman kaydıyla sana tavsiye (vaat) ediliyor.
İyilik çıkmazının adresi
Oysa iyilik çıkmazı orada, o zorluktan, o emeğin yükünden ibaret değil. O mertebeye gerçek, pür ve genelgeçer anlamıyla ulaşmanın -o bayıldığım çakmasıyla- “mümkünatı yok” galiba. Hatta bu ortamda, bugün gerçekten “işe yarar, iş görür” bir aşamaya gelmesi bile insanı o engebeli, uzun, dolambaçlı yolda bir divâne, “bir garip âdem”yapıyor belki.
Öncelikle “iyi olmak”, hatta “iyilik” son derece göreli… Bu ülkede insanın canını yakacak kadar tartışmalı da maalesef. İyilik namına ortalıkta gezinen her kanattan misyonculara, kolculara bakmak yeter. Siyasi değeri, kullanışlılığı açık. Oradaki carî değerinin dışına çıkarsan bedeli de var.
Yaratılan ortamda dört başı mamur bir modelini, adım adım kılavuzunu bırak, başucuna asacağın, her sabah feyiz alıp-feyiz dağıtacağın bir vecizesi bile şüpheli. Nereden gelip nereye gittiği, “neye göre”si, “kime göre”si, “ne zaman”ı, “nerede”siyle bile değişiyor. O değişimin vesikalığına da “insan”ı oturtuyor. O veciz “Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yok” teranesini de tarihe yollayarak, dünyayı da, iyiliği de yeniden keşfetmeye çalışmanın tam zamanı belki de…
İçi-dışı bir tartışmalar!
İyilik-kötülük, ahlak, erdem, değerler, Relativizm’in belki de atını en iyi oynattığı saha. Yunan filozof Protagoras’ın “İnsan her şeyin, -var olan şeylerin var olduklarının, var olmayan şeylerin var olmadıklarının- ölçüsüdür” sözü, o sahada muhabbet vecizelere uzandığında karşınızda. İyi insan, iyilik, “iyiler” masaya geniş, derin, hatta bilinçdışı bir alanda, içi-dışı bazen bir, bazen de çok farklı olabilen “iki yüz”lü -ele verici- münazaralar da getiren bir mesele. Öyle ki kimi zaman insanın iyilik muhasebesi, hiç hesaplamadığı, asla arzu etmediği hazin itirafların, öfkeli reddiyelerin biçareliğini de masaya seriyor.
Hepsini sıralasan toplamını, sonucunu etkileyecek bir iyiliği öne çıkarman kolay değil. Bazı örneklerde o yönde bir zerre -iyi- niyeti görmen bile çok zor.
Ah o eski günahlar…
Yekpâre bir iyilikten söz etmeyi geçelim, onu çiziksiz bir model olarak da sunmak imkânsız. Eğer gerçeklerin yerine temennileri, yanılsamaları, efsanevi kabulleri koymuyorsak… Bunu belirlediği kötülüklerle mücadeleye dayalı “iyiliği” eksenine yasaklarla alan dinlerin bile yeterince başarabildiğini, o yönde kuvvetli, kalıcı, rehberine hakikaten uygun adımları hep birlikte atabildiğini, o iyiliği evrene -özüne sadakatle- yayabildiğini bile söylemek kolay değil. Belki bunu her dindeki helal-haram, sevap-günah terazileriyle genelgeçer tanımlayabildiğini bile…
Ah o eski günahlar, o “harika!”, çırılçıplak, temel kötülükler, onlara dair yasaklar bile neredeyse demode sayılıyor; kiminin etkisi, insana dair belirleyiciliği aşınır/aşındırılırken, kiminin yerine usulca feriştahı yerleşiyor. Uluslararası açılımını belki de “Yedi Ölümcül Günah”ı işleyen insanları öldüren seri katille odağına alan “Se7en” filmiyle kazanan Hıristiyanlığın “Kardinal Günahlar” listesi mesela.
Kibir ona çok yakışıyor
Derinliğiyle, felsefesiyle göz kamaştırabilse de, o listedeki “Büyük Günahlar”ı ulu orta işleyenler artık günahın, hatta “kötülük”ün kapsama alanında bile sayılıyor mu, emin değilim. O listenin başına hakkıyla kurulan ve “Şeytanın Avukatı” filminde Şeytan’ın “en sevdiği günah” olan “kibir”in en beterini, en süflisini, günlük hayatta “Ona çok yakışıyor” diyerek kahramanında, liderinde çılgınca alkışlayanların, avukatlarının, ona –sonsuz- hak görenlerin kalabalığını seyretmek şaşırtıcı değil. Ama fazlasıyla hazin…
“Schindler’in Listesi” filminde toplama kampının Nazi komutanının balkonundan Yahudileri vurarak keskin nişancılık oynamasındaki kibir ve kibrin nefretine, küçümsemesine korkunç bir zemin oluşturan yüz ifadesi sadece unutulmaz sahnelerden değil.
Gerçekdışı da sayılmaz. Kibrin güncel manzaralarda, portrelerde de karşılaşılabilen ifadeleri, hatta gidebileceği yerle ilgili uyarı işaretleri… Ki kibre, küçümsemeye, ona buna büyüklenmeye, ayrımcılığa dayalı atasözlerimiz, deyimlerimiz bile çok şey anlatıyor, o “günah”a karşı örnekleriyle başa baş yarışıyor.
Hiçbir şey yapmama sanatı
Yine listedeki şehvet, açgözlülük, oburluk, “Her insanda biraz olması gerekir canım” kıskançlık, açılımıyla toplumsal, sınıfsal, hatta inançlara göre bir hak gibi karşılıklı paketlenebilen haset, bir hak olarak da tartışılabilen tembellik filan “insanlık hâli” durumlardan.
Gözümüzün önünde günde 12 saat haftada altı gün çalıştırılan insanlar varken, bu bir zihniyete, hatta bir tür ideolojiye dönüşmüşken, karşı safta “tembellik” kelimesini diline dolayanı ideolojisi de çarpar. İtalyanca “Dolce far niente” deyiminin “Hiçbir şey yapmamanın tatlığı, hatta sanatı” olarak sempati, hatta uluslararası taraftar toplaması “Ye, dua et, sev” filminin esprili ama -belki de tek- derin sahnesi değil sadece.
Günaha “bir miktar” ayarı
Kötü olmak için sadece kovalanan şeytana değil bazen bir “düzen”e uymak bile fazlasıyla yetiyor. Adını ne koyarsan koy. Sadece ulusal değil uluslararası politikalarıyla da “obur dünya”, üstüne yaşamıyla da “obur lider”, çok mu romantik bir benzetme? Açgözlülüğün hem bireysel, hem siyasi net açılımları, milyonlarla ifade edilen sempatizanlarının ahlak-günah terazisinde kaç gram…
Bazısında bir hak olarak, her insanda da “bir miktar” olabileceği kabulüyle değil günaha, kötülüğe, bazen kabahate bile zor sığdırılan popüler, yerine göre “şirin” zaaflar. Zira o “bir miktar”a hoşgörü marjı da insanın stiline, bünyesine, toplumsal konumuna, rolüne göre genişletilebiliyor. Onu görmemek de var, görmezden gelmek de…
“Çalmayacaksın”ın carî itibarı
Değişiyor çünkü, değiştiriliyor da… Zata göre esneyebilen “cool” tanımı, geçer akçesiyle iki anlamıyla da “kast”i, kurum kurum “kurumsal” çapkınlık filan bile “Kardinal” tercümeleriyle, tefsiriyle eşelense, içine kaç günah sığar, bilmiyorum.
Somut örneklerini tek tek sırala(ya)mayacağım ama…Tartışma en ucuna sürüklenip “Çalmayacaksın!” üzerinden yapıldığında bile, dinen-hukuken o kesin, net yasağın işleyişinin, ona müsamahanın, hatta onu görmezden gelmenin münazarası kaç saat sürer, kestirmek zor. Zira dinleri, o kutsal kuralları, emirlerini tartışmıyoruz, o kurallara gösterilen carî itibarın belirleyiciliği, değişimi ortadaki mesele. (¹)
Kötünün tanımı, iyiliğin de sınırı
İşleyişiyle onu andıran bazı dünya görüşleri de farklı sayılmaz. Kötüyü/kötülüğü o “an”a, o tarihe, o “düzen”e vurduğu damgalarıyla tanımlarken iyiliğin sınırları da ortaya çıkıyor, hatta çiziliyor. Ki tarihi önkabullere, yargılara basılı ama tarifi farklı ve elbette yoruma açık kalıplara dayalı bir eksende zamana uyarlanan “kötülük”le mücadele, iyiliğin sınırlarını daha da daraltabilen bir mevzu.
İyiliğin hak edilen, uygun görülen bir alanda işletilmesine, tanımlanmasına (da) kapı aralıyor.
O kapıyı usulen kapatan vurguları, imaları bile olsa… İyilik, ahlak, erdem, eşitlik, özgürlük, adalet koridorlara dağılmış bir kere. Misal kötüye “anladığı lisandan” misliyle karşılık vermesinde bile bir kötülük yok, tersine.
Diktatörlüğün, arsız otoritenin gücünün, “şan”ının “insan”ı ne hâle soktuğunu, “iyilik-kötülük” denen o mefhumun evirilip çevirilip ne hâle getirildiğini görmek için müzeleri gezmek şart olmasa gerek. İnsan magazinel bilgisiyle bile öyle ezeli manzaralara, hatta güncel yansımalarına artık hayret etmiyor. “Herkes nasıl Hitler’e biat etmiş hayret!” nidası, artık filmlerde bile itibar görmeyen bir replik. Hayret yok da dilerim kavrayıştaki yeri tazedir.
Sokak röportajlarında iyilik-kötülük
Bazen en açık kötülükte bile bir hayır, bir “müstahak” bulabiliyor “insanlık hâli”. Ruhsatını nereden, nasıl edindiğini belgelemenin bile kolay olmadığı arazisindeki hayatı, zihniyet dolambaçları daha da karmaşık. Ekonomiden siyasete, kültürden toplumsal hayata dair sokak röportajlarına göz atmak bile yeter. Ne komik değil mi!
Durduğu yerin, tuttuğu tarafın hayata en berbat, en kötü, en açık yansımalarını bile aynasını başka yöne doğru tutarak rahatça savıyor, hatta ona bile gerek duymadan külliyen reddediyor bazısı (“bazı”nın oranını hesaplamaya cesaret de, niyet de edemiyorum). Bunun yalan dolanı meşru, son derece gündelik kılan, mitomaniyi, patolojik yalancılığı toplumsal tanılar arasına katabilen seyri, “düzen”i ortada; külliyen reddiyeyi iftirayla silahlandıran mertebeleri bile ibadullah.
Çünkü varlığı bağlandığı o kuralların, değerlerin manzumesi; varlığı o düzene armağan olmuş. İnanmak da var, inanmasa da savunmak da… Öyle iyi bir insan ki, bir zerre “kötü bir insan olmak” endişesinin, o yönde silinmiş bir soru işaretinin izine bile rastlamak, bazı örneklerde çok zor. Rastlasan o belirtiyi bile erdem hanesine “umut” kurdelesiyle iliştirmeye çalışacaksın.
“Adalet”in el kantarı
İyiliğin-kötülüğün taraflara tercümeleri, eğilip bükülmesi sadece günlük hayatın artık neredeyse sıradan örneklerinde değill; adaletin, vicdanın hap gibi, kısacık, evrensel tanımlarına, -temeli bazı “ama”larla zaten netameli- “temel ahlak normları”na omuz atan salınışıyla her toplumsal alanda, kurumlarda bile karşılaşılabilen büyük, ölümcül bir sorun. Bir de oynamaya müsait “el kantarı” var zira. Ve bir salgın çünkü… Boyutlarıyla maalesef ithal, pandemi filan da değil.
Yüzyıllar boyunca binbir çabayla ulaşılan “Evrensel Hukuk” kavramından her icraatıyla uzaklaşıp, oradaki kuralları, büyük harfle “Adalet”i bile o sınırlar içinde tanımlayarak ve/veya çıkarına göre -uysa da uymasa da- ayarlayarak, o gövdeye yapıştırarak mihenge vurması da mümkün. Tanımı gereği olamaz, olmamalı ama görüyoruz.
Yeni ölçme birimleriyle ölçüsüzlük
Adaletin, hak anlayışının ve iyilik-kötülük terazisinde önce darayı alan, elverdiğince “düzen”e zincirlenmeyen temel ahlakî normların, vicdanın sağlam bir zemine oturmadığı koşullarda, bu iki kavram iyice havada uçuşuyor. Zira “ölçü”ler ortadan kalkıyor/kaldırılıyor, ölçüsüzlük yeni ölçme birimlerini popüleştiriyor.
Yenilenmiş, işine geldiğince daraltılmış ve/veya genişletilmiş ölçme birimleriyle de katlanan bir ölçüsüzlükten de söz edilebilir. İktidarların, otoritenin temel, kolayına tartışılamayacak açık normları, öyle birkaç sağlam başlığa dayalı “iyilik-kötülük” rehberlerini bile toplumsal yorumundan güç alarak “güncellemeleri”, ayıklamaları hiç de zor değil. Buyurun vitrinlerde genişletilmiş, gözden geçirilip düzenlenmiş şekliyle, resimli-izahlı örnekleriyle “ahlak”ın bilmem kaçıncı baskısı.
Apaçık ama sinsi maharet
Yaşar Kemal’in “Demirciler Çarşısı Cinayeti” romanının başına ve sonuna yerleştirdiği “İyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler” cümlesindeki göreliliği, hatta yorumlarındaki tarafgirliği düşünüp içini çekmemek için soğukkanlı bir duygu filtrasyonu (da) lazım.
Her meselenin sadece -bir o yana, bir bu yana- sallantıda olan “o iyilik-kötülük”le tartıya çıkarıldığı ortamda, insanın ayakta durabilmesi, kalabilmesi bile zor. O sarsıntıyı, ağır etkilerini yaşamaması için aradığı, bir nebze ulaşacağı düzlüğün önüne bile her an engeller konuyor.
Temel “ölçü”leri yok etmek, ona başka bir şekil vermek, azgın otoritenin -düşünürsen- apaçık ama böyle bir ölçüsüzlükte aynı zamanda en sinsi, tarihi mahareti. O nedenle insan adaleti, hukuku, temel ahlakî değerleri bile o terazisinin darası alınmamış kefelerine yerleştirebiliyor, hâlâ kaldıysa vicdanının satır aralarındaki boşluğu öyle bahanelerle doldurabiliyor.
“İnsan” karakterli kurumsal yapı
Toplumsal “düzen”e ille de bağlı olmayan, düzen değişse de varlığı bir anda, “Haydi hep beraber” yok olmayan temel, sade değerlere sahip sıradan “iyi insan” böyle bir ortamda mücevher. İktidarlar için bile “bir lokma, bir hırka”sıyla carî değeri yüksek; aranjesiyle belli zamanlarda nostaljik, harika orta oyunu.
Öyle senaryolarda o poster, o afiş şart. O mütevazı, o kadirşinas, o Eyüp Sultan sabırlı, vefakâr, cefakâr figüran, her kıyamette “kahraman”… İşte o bizim milletimiz esasen. O afişin önüne geçip tevâzuyu, vicdanı, ahlakı, yardımseverliği, iyiliği, eşitliği o tablo üzerinden hamasetle sıralamanın, o rolü üzerine mal etmenin de tarihi, bize -argo anlamıyla da- okutulan belki tüm hikâyemiz.
Ah o iyi, o güzel insanlar… Ne yaparlardı iktidarlar düzenlerinin o kadim nöbetçileri, icapçıları olmasa? Bir düzeni onlar üzerinden, onları göstererek “iyi”leştirmeyi, milletin duygularını öyle hemhal etmeyi nasıl başarırlardı… İşte o yüzden “kadim”den aranje edilmiş ve söyleme devletlû otorite dozuyla yerleştirilmiş bazı “değer”ler, kurumsal bir yapının, düzenin, sistemin değil “insan”ın karakterinin iyilik normlarıyla süslenmeye çalışılıyor. Mesele “Adalet Sistemi” değil bazen ilahi, bazen “insan”i adalet.
Merkez Bankası ne iyi insanmış
Devleti “baba”, kadını “ana”, gençliği “evlat”, toplumsal düzeni “aile” nezdinde karakterize eden, o kutsal değerlerle modelleştiren, elbette haklarını da öyle tanımlayan ve iyiliğini de, ona gösterilecek, yapılacak iyilik ayarını o tasavvurla yapan, sınırını da öyle çizen bildik meselelerden söz etmiyorum sadece.
Yoksullukta çarelerin, depremde on binlerin hayatının bir sistem yerine mecburen “iyi insanlar”a emanet edilmesi, hayatlarının iyi insanların varlığını zorunlu kılması, giderek onların sorumluluk alanına itelenmesi, yeri geldiğinde sitemin bile onlara yöneltilmesi de bu denklemden bağımsız sayılabilir mi? “Ünlülerden bilmem kim bağış yapmamış”ın “Devlet nerede” yakarışına ilişme/iliştirilme çabalarını, “Nerede bunlar, nerede bu devlete-millete vefasız ünlülerimiz?”ini görmedik mi sosyal medyada…
Öyle ki devletin kurumları, Merkez Bankası bile depremde bağış etkinliklerinde “iyi insan” rolüne soyunabiliyor, sahneye onun iyiliğini, repliğini çalarak çıkmaya çalışabiliyor Bu cüreti, muhtemelen cüret olarak bile görmediği bir hakkı buluyor kendinde her şeyden önce. Şaşırdık mı ya da şaşkınlığımızın hükmü ne kadar sürdü, ne kadar, nasıl bir itiraza vesile olabildi?
Geleneksel “……severlik”lerimiz
Belki bunun da etkisiyle iyiliği sadeleştiren, sanki en katışıksız, bozulmamış, temel özelliklerini taşıyan, ana hatlarıyla iyiliğini ayna gibi yansıtan insanlardan söz etmeyi biz de seviyoruz. Onlar var bir yerlerde… Gitmesek de, kalmasak da, orada uzakta, “bizim köyümüz”de mesela. Ama orada iyiler, köyden kente gelince değil.
Orada iyidir o; öyle olmuş, bu kirlenen hayatın, bu batsın dünyanın içinde öyle doğmuş, pür-nur kalmıştır. İçindeki ya da devraldığı iyilik, mesela geleneksel yardımseverliği sadece onu değil bağrında büyüdüğü koca bir ülkeyi anlatır, ona vesile olur yeri/gereği geldiğinde.
Geleneksel konukseverliği, kolları, hoşgörüsü, her türden konuğun yahut iyice genişletilmiş hâliyle “tanrı misafiri”nin öyle çatkapı gelmesine tarifi-şartı/şurtu gereği açık. Evini açar, lokmasını paylaşır onunla. Da…. Her insanı dünyada misafir kılan o geniş coğrafyanın renkleri, o düzenden, yine o ezeli tasniflerden, kategorileştirmelerden tümüyle ayıklanamaz, o renkler toplumsal tabloda yerini bulamaz. O zeminde tanımlanan, yorumlanan “kötülük”lerin her yere düşürülebilen gölgesinden kolay kolay kurtulamaz.
İyiliklerin gücü adına “He-Man”
Manzaralar en hazin, hatta korkunç hâliyle öyle. Ne dinlerin, ne de idealize edilen bazı dünya görüşlerinin yansımaları o görüntülerden azade seyredemiyor pek ekranlarda. Depremde bile yürek yüreğe, el ele birlik içinde olanlara gölgesini düşüren “Suriyeli” homurdanmaları, sevabı, yardımı inanılmaz arsızlıklarla “kendi iyiliğine” mal etmeye çalışanlar, günahı, kabahati, suçu, kötülüğü başka zamanlara, karşı kutba yıkmaya çabalayanlar da deprem manzaraları. Ve hep “o iyilik” adına! Tam denk gelen nidasıyla “İyiliklerin gücü adına” ve elbette “He-Man”.
Ramazan iyiliğe dayalı bir birliğin tasavvuru yönünde atılan büyük bir adımın, iyiliğe sadece işaret değil delâlet eden bir ayın, o yolla (da) bir adalet arayışının da ifadesi. Lâkin bugün tahayyülü korkunç bir depremin, beter bir ekonominin, onun iftara, sahura yansıyan, ardındaki bayrama da yansıyacak adaletsizliğinin, çaresizliğinin uzağında değil.
Kötü olmamak kolay mı?
Derdim, meramım bir yazıya sığmayacak. Yazımın ilk cümlesine aldığım sonra biraz hırpaladığım “Kötü insan olmak kolay da, zor olan iyi insan olmak”a dönerek bu yazının finalinin, sonraki bölüme geçişin altından kalkmaya çalışayım.
Diyelim ki, o cümledeki gibi eğer kötü insan olmak kolaysa, “iyi insan”ın değinmeye çalıştığım çıkmazları düşünüldüğünde, kötü olmamak da nispeten daha kolay, mümkün ve makul, hatta daha önemli, kıymetli bir yol mudur acaba?
Sonraki yazıma geçişi, bu meseleyi harika formüle eden ve aşağıda, dipnotta da değindiğim Gürbüz Özaltınlı’nın yazısının girişindeki sorusuyla yapmak istiyorum: “İyi bir insan olmak mı önemli, kötü bir insan olmamak mı?” Devam edeceğim.
(¹) Bu yazımın tasavvurunda en az yarım asırlık arkadaşım Gürbüz Özaltınlı’nın Serbestiyet’te 22 Aralık 2018’de yayınlanan “İyilik ve kötülük üzerine” yazısı sadece ilham değil kılavuz oldu. Bazı satır aralarına, misal “Yedi Ölümcül Günah”a da giden “büyük dinlerin kullarına yağdırdığı emirlerin çoğunun tazeliği”ne dair cümlesine, “çoğu” şerhine rağmen (emirlerin tazeliğinin sadece hâlâ var olmasında değil onlara gösterilen itibarın belirleyiciliğinde de aranması gerekçesiyle) -en azından çağrıştırdığı kuvvette- pek katılamasam da, yazısının, önerisinin kıymetini asla örselemiyor. Zaten önerisinin ana yahut tek kolonu o da değil.
Ulaştığı yer, böyle tartışmaların arka, ters cephesine açtığı yeni pencere, iyiliğin göreliği karşısında getirdiği -bence- somut, aynı zamanda insanî öneri, sadece düşüncelerime değil duygularıma da fazlasıyla tercüman. Buna bir bakıma birbirimize benzeyerek büyüdüğümüz hayatımıza, düşüncelerimize değen ve üzerinde birlikte çene yorma şansı da tanıyan yaşantılarımızdaki “iyilik-kötülük” mefhumları da mirasını yerleştiriyor. Gürbüz Özaltınlı’nın beş yıl önce Serbestiyet’te yayınlanan o yazısını, o sürede inanılmaz artan, büyük tahribatlar yaratan “iyilik-kötülük” erozyonunda, değer kaymasında bugün -okuduysanız bir daha- okumanızı bilhassa, kuvvetle öneriyorum: https://serbestiyet.com/yazarlar/yilik-ve-kotuluk-uzerine-6750/
YAZI RESMİ: Henry Fuseli “Kâbus” (1781)