“Polisiye edebiyat”a dair uzayıp giden yazı dizimde marka olmuş, biraz da seçtiğim dedektiflere, polisiyenin öyle ya da böyle bizzat uğradığım kahramanlarına değiniyorum elbette. Yoksa o dünya uçsuz bucaksız…
Herkesin, hemen her ülkenin “dedektif”i, cinayet masasında kendine has menüsü, ara sıcakları, çerezleri, mezeleri, polisi, suçlusu, kurbanı var. Esinlenme, uyarlama, hatta düpedüz intihal görülse de bağrından çıktığı ya da taşındığı “dedektif(in) coğrafyası” önemli.
Amerikalı Mike Hammer’ın, dedektiflerin, polis müfettişlerinin boğuştuğu mafyayla, Hammer’ın Japon muadilini, ortalıkta dolaşıp görevini yapamayınca Samuray bıçağıyla parmağını kesen mahçup Yakuza’yı nasıl bir tutarsın?
İsveçli yazar Henning Mankell’in seri romanlarında yarattığı, İngiltere’de polisiye diziye dönüşüp dünyayı İskandinavya üzerinden gelen soğuk hava dalgasının etkisine bırakan buz gibi polis müfettişi Kurt Wallander’la, Güney Koreli meslektaşı misal…
Güney Kore’nin gözü kapaksız, buğulu, içe işleyen bakışlı ciddi-resmi-hüzünlü dedektiflerinin, polis müfettişlerinin düşe kalka, pürtelâş polisiyeleri bir mi? Filmatik duruşu her yemek molasında ağzını şapırdatırken -bir anda- dağılan, “insan” olan o şapşâhâne figüre, isimlerini Mayk’a, Şerlok’a, Herkül’e alışık hafızanda tutamasan da nasıl ilgi göstermezsin…
Aslolan “dedektif(in) tarihi” tabii. Başta İngiltere, Amerika olmak üzere Batılı ülkelerin polisiye roman tarihi, Tarih Dalı olmayı hak eden bir kürsü neredeyse… Soy ağacını çıkarsan ormanda kaybolur. Lâkin bizde öyle bir tarihten söz etmek pek mümkün değil.
Bizim sınırlı tarihimizi dolaşmak, biraz “İstanbul’dan Ankara’ya ilk kez gelen misafirine nereleri gezdirirsin, akşamına onu nerelere götürürsün?” sorusu karşısındaki “kem küm”ünü andırıyor maalesef. Doğduğum-büyüdüğüm eski Ankara’yı, oralı, o zamanlı hatıraları seven biri olarak da maaaalesef… (Emrah Serbes’in deyişiyle, “İnsan bir yerde doğdu mu oralı olmuyor, o zamanlı oluyor daha çok. Memleketi o zaman oluyor”)
Bize “uzaydan gelen dedektif” uygun
Başrolde dedektifin ya da muâdilinin olduğu yerli, nispeten özgün hatta melez, “aranje” edebiyatın kayda geçen örnekleri, eğer (ve inşallah) bazı yazarların hakkını yemiyorsam bir elin parmaklarını geçmiyor. “Osmanlı’da resim-heykel neyse o” demek geliyor içimden.
Bu tabirimi caiz kılma çabamı şöyle açıklayabilirim. Öncelikle Batı’daki özgür, başına buyruk, kökten asi-aykırı bir özel, sivil filan dedektif soyutlaması, ülke şartları açısından mümkün de değil, inandırıcı da… Tamam, oradaki de kurgu ama bizimki hepten bilimkurgu, “uzaydan gelen dedektif” misali olacak.
Hadi kurdun, adamcağızı Sherlock Holmes, Hercule Poirot, Müfettiş Maigret yahut James Bond gibi nasıl “stil sahibi”, Sümerbank da olsa “marka” yapacaksın. Mesela istisnai bir örnek olarak Emrah Serbes’in yarattığı amirim Behzat Ç. bir marka ama imalatı hem kalem, hem kuvvetli bir psikolojik-sosyolojik gözlem istiyor, hem de huyuyla-suyuyla-rakısıyla filmine, dizisine bedel ödetiyor. “Hemşerim yasak” diyen bekçi prototipi, sırtını polisiye romanın kahramanlarından çok daha köklü bir tarihe dayıyor zira.
Hafiyesi Mahmut Sansüre Karşı
Tarihsel ve uluslararası tanımıyla, layıkıyla “dedektif”in bizde suçla değil önce sansürle uğraşması lazım. İlk macerası “Hafiyesi Mahmut Sansüre Karşı” olsa, iş yapar bence. Gelecek pazar değineceğim Behzat Ç.’nin bırakın yaptığını, söylediğini, ima ettiğini, yediği içtiği bile RTÜK’ün, sansürün gadrine uğruyor.
Ötesi bizdeki “emniyet-polis” imajı, romanesk bir dedektifin oralardan yazarın rahmine düşmesi, bizim toplumda doğması için de pek elverişli değil. Doğunca da karikatürü Oğuz Aral’la İlban Ertem’in 1970’li yıllarda Fırt dergisinde yayınlanan serisine, “Hafiyesi Mahmut”a benziyor.
Kenar mahallede hafiyelik yapan yoksul, pejmürde Mahmut’un faytondan bozma otomobili Zippo benziniyle çalışıyor. Boyu çok kısa olduğu için hasımlarına zıplayarak kafa, meteliğe de kurşun atan, düşmanlarından değil borcunu ödeyemediği bakkaldan-kasaptan kaçan bir dedektif.
“Sarılın, öpüşün, barışın yahu…”
Yeşilçam’ın devleti, “otorite”yi üzmeyen filmlerinde bile polis, her şey olup bittikten sonra filmin sonuna koca şapkasını tutarak, koşturarak ucu ucuna yetişen bir figür. Küçük ama seyircinin alkışıyla dev işlevi finalde “Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar” temennisiyle, inşallah-maşallahla özetleniyor.
En sıkı aksiyonda polisin rolü, elinde James Bond’un İngiliz Walther PP tabancasının lisanssız kopyası 1945 yapımı 7.65’lik Kırıkkalelerle evi sarıp “Kanun namına teslim ol” demekten ibaret. Başkomiser desen arabulucu Hulusi Kentmen… Suçu, meseleyi “polis gibi” çözmekten çok tarafları “Sarılın, öpüşün, barışın yahu” zorlamasıyla mahcup ederek dosyayı kapatıyor.
Onlar da gariban, hatta “polis” temasının iyice içimizden, “sen ben gibi” bir profil olduğunun altını çizmek için vasıfsız, tombalak bekçi amca. Suçun aydınlatılmasında, safahatında mahallenin delikanlısı kadar bile rolü yok. Olur a cezasını kendin vermezsen katili, suçluyu yakalayıp onlara teslim ediyorsun.
“Derin resmi” beka polisiyesi
Zira olur böyle vakalar… Ayrıca vukuattan çok “karakol” korku, gerilim öznesi. “Götürürler merkeze, öptürürler herkese…” vecizesi o tarihin en yaygın incisi. İçeri girenin dilinden önce eli ayağı çözülüyor. Demirbaşa kayıtlı deri kayışlı falakaların, özel değneklerin sobada yakılması için bile birkaç yüzyıl gerek.
Bizim “polisiye vaka”larla filmatik ilgimiz, bünyemiz de çözümü “polis”e, dedektife filan bırakamayacak kadar içli dışlı. Yeri geldiğinde çoğunlukla uluorta o meseleyi (de) muhitin delikanlısı, ağır abisi filan kısa yoldan çözüyor. Yumruksa ondan, adaletse ondan, cezaysa ondan, namussa ondan… Dedektifin feriştahı gelse “film icabı” demeyip, ağzını burnunu kıracak, ayağına sıkacaklar.
Onlar tarihsel olarak dedektif familyasından değil başka bir tür zaten. Ağız tadıyla hususi, müstakil, sivil dedektif vb. olmaya imkânı da yok, gönlü de… Yeri dar oynayamaz. Devletin bir yerde(n) omzunu, kıldan ince boynunu sıvazlaması şart. Suçüstü yakalanıp başkomisere götürüldüğünde bile kabahatinin “Bir daha böyle yapma evladım” azarını aşmaması, önce onun bırakılınca da eve gidip babasının elini öpmesi renkli-sinemaskop törelerimize daha uygun.
En bağımsızı sivil değil “derin resmi”, olsa olsa “yarı resmi”. Aklına eseni Vatan Millet Sakarya ekseninde, devlet ortalamalarında yapan Kurtlar Vadisi’nden Polat Alemdar misal! Ki ona “polisiye” demek, daha önceki yazılarımda oluşturmaya çalıştığım “polisiye çıtası”na haksızlık fikrimce. İlle bir ad koyacaksam harcıâlem “beka polisiyesi”. Üstelik onun da kumaşı, etiketi, aksiyonu, mafyası ucuz ithalattan… Velâkin barkodunda “007”ye filan da ulaşamıyorsun, ikinci hanede kalıyorsun.
Bizim “faili meçhul” Sherlock’undan değil
“Dedektif”in ötesinde polisiye romana mevzu olacak “suç”lar, cinayetler yahut onun tahayyülü de bünyemizi zorluyor biraz. Uluslararası klasikler arasına giren marka dedektiflerin yazarlarının yolunun gazetecikten geçtiğini, ekseriyetinin gazete haberlerinden yararlandığını görüyoruz. Bizde o kaynak da sığ. Milli haber diliyle cinayetin ezelden kafiyelisi “cinnet”e bağlanması, polisiye edebiyat için bereketli bir toprak sayılmaz.
“Yerli seri katil” desen eni-boyu, huyu suyu Vikipedi’ye o başlıkla geçen “Çivici Katil”, “Tornavidalı Katil”den ibaret. Sorguda ona “Ulan sen seri katil misin?” diye sorsalar, duralayıp “Evet, hepsini çabucak işledim” diyecek muhtemelen. Onlardan hareketle “gerçek olaylardan esinlenilmiş” bir roman yazmak da keçiboynuzu-bal meselesi. Elbiseyi söküp baştan dikebilecek, katili, kurbanı sil baştan giydirecek erbabı gerektiriyor.
Başlangıçta Sherlock Holmes, Hercule Poirot gibi kahramanlarıyla esrarengiz, “faili meçhul” cinayeti odağına alan, onu zekice aydınlatan klasik dedektif romanının bizde yarattığı çağrışım da tarihsel olarak farklı… Bizim faili meçhul yahut belli de belirsiz tarihimiz Holmes’a dudak uçuklatır, Bond’u çağırsan o da meseleyi çözmek yerine o “meçhul operasyon”a başrolden katılır. Onlar da romana mevzu olabilir/oluyor ama o kalıbı aşıyor.
“Kan davası” polisiyeye sığar mı?
Polisiye temaları (da) romanına başarıyla alan, o alana uğrayan yazarlarımız var elbet. Ama o örnekler kavramıyla, tanısı-tınısı-sınırıyla “polisiye”den ibaret yazı dizime değil başka bir araştırmaya, derlemeye mevzu olacak nitelikte… Müstesna bir yeri hak da ediyor.
Yaşar Kemal’in “Akçasazın Ağaları” serisinin ilk romanı Demirciler Çarşısı Cinayeti, polisiyelerin büyülü mekânı “kasaba”da geçiyor misal. Odağında ise karakterine, yaşına başına bakmadan herkesi katil yapabilen “kan davası” var. Failleri Kemal’in deyişiyle “bin yıldır deli”…
“Ölünceye kadar birbirleriyle cebelleşen paragöz, ne güzel, ne umutluysa üstünden bir kırgın gibi geçen, birbirlerinin gözlerini oyan, rüşvet veren, insan öldüren, yalan söyleyen, durmadan övünen, hor gören, delirmiş” meçhul failler. Ve(ya) intikamlarını “ahlâken” sahiplenen, hukuken üslenen tetikçiler. Karşılarında da çaresiz ya da çaresi ölümden geçen “iyi insanlar”.
“Öreke Taşı”nda işlenen cinayetler
O romanın başını ve sonunu getiren “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler, çekip gittiler…” cümlesiyle mevzuya dönersem… Kaynaklarda Ahmet Mithat Efendi’den “Türk edebiyatının ilk polisiye roman yazarı” olarak söz ediliyor.
Polisiye romana yönelmesinde belki de muhalif tutumunu yumuşatarak İkinci Abdühamid’e yakınlaşmasının etkisi var. Padişah’ın hususi kütüphanesi, başta Sherlock Holmes olmak büyük ilgi duyduğu ve şahsına özel çevirttiği polisiye romanlarla dolu.
Ahmet Mithat’ın 1884’de yayınlanan “Esrar-ı Cinâyât” romanı İstanbul Boğazı’nın Karadeniz girişindeki “Öreke Taşı (Kayalıkları)”nda işlenen üç cinayetle başlıyor. Sorgu Hâkimi (müstantik) Osman Sabri Efendi’yle arkadaşı Hafiye Necmi’ye emanet edilen “esrar”, romanda da vurgulandığı gibi “devletin menfaati”ne gölge düşürülmeden çözülüyor. Zira “Devletin menfaati demek doğrudan doğruya milletin ve memleketin menfaati demektir”. Yani o da doğuştan “beka polisiyesi”. (Fotoğraf: Ahmet Mithat Efendi ve “Öreke Taşı”nın tarihi bir krokisi, çizimi)
Cingöz Recai Arsen Lüpen’e karşı
Polisiye roman rafımızda kayda geçen bir yazar da Peyami Safa… Annesi Server Bedia’nın adını yaşattığı Server Bedi takma adıyla polisiye yazıyor, hatta kendi kahramanlarını yaratıyor. Bu adla yazdığı Arsen Lüpen’den fazlaca esinlenen ve önce fasiküller halinde yayınlanan “Cingöz Recai” polisiye dizisine ilgi büyük.
1920’lerde tefrikalarıyla da soluk kesersen, 1925’de ilk romanı “Cingöz’ün Esrarı” neşrediliyor. Yazar da Cingöz de öyle özgüvenli ki bir süre sonra üstadı Lüpen’e de omuz atıyor, meydan okuyor: “Arsen Lüpen İstanbul’da (Cingöz ile birlikte ve karşı karşıya)”. O roman Lüpen’le sadece hasımlığını değil hısımlığını da itiraf ediyor aynı zamanda.
Planlarını, bulmacalarını “Rumeli Hisarı’daki Pembe Köşkü’nde” inceleyen kibar, yakışıklı, çapkın, tahsilli, asil hırsız Cingöz de milliyetçi, siyaseten muhafazakâr tabii. Merhametli ve cömert olması da gerek ki halk sevsin. Hırsızlığının haksız yere servet yapan hain zenginlerle sınırlı kalması, ganimetini yoksullarla paylaşması Robin Hood’dan Lüpen’e bildik terâne zaten.
Yeşilçam Aksiyon Lokantası’nın menüsü
Maceralarında “dedektif” kadrosunu da Cihangir’de oturan “eski polis şefi dedektif Mehmet Rıza” dolduruyor. Aralarındaki keyifli, saygılı “hırsız-polis”oyunu da tefrikalarına tebessüm, kahkaha ekleyen başka bir faktör. Polisiye-macera-komedi üçgeni böylece tamamlanıyor.
Bu durum beyazperdeye aktarılan ilk Türk polisiye roman kahramanı olmasının da nedeni. Heyecan, gözyaşı ve kahkaha, Yeşilçam Aksiyon Lokantası’nın (da) vazgeçilmez lezzetleri. Metin Erksan’ın 1954’de çektiği filmde Cingöz Recai, Turan Seyfioğlu. O rolü 1969’da Ayhan Işık, vallahi sonra da 2017’de Kenan İmirzalıoğlu üsleniyor.
1960’lar yaklaşırken dünyada Mike Hammer fırtınasıyla birlikte daha farklı bir dedektif profili çıkıyor ortaya: Murat Davran. “Çocuklar aslında o bizim hasbelkader milli, devletlû ilk dedektifimizdi” cümlesini kurmam ne kadar doğru olur bilemiyorum ama öyle demek içimi ferah tutuyor. Eh böyle uzun uzun yazarken de aslolan o ferahlık belki.
Karabesk romanın milli dedektifi
Davran Amerikalı “ucuz roman”ın bize uyarlanmış şöhretli temsilcilerinden… Ama terazi “kara roman”a gelince hafif kalıyor normal olarak. Belki karabesk roman yahut o devirdeki, o tür “yerli” polisiye açısından “arabesk rap” demek daha elverişli. Murat Davman da yerli montaj lâkin emsalleri gibi bir Murat 124, Murat 131 filan da sayılmaz.
Tamam, o “herif”in de genetiğinde Mike Hammer var, var da o tarihlerde deşersen kimde yok? Davman’ın koşturduğu sokaklar, dolaştığı mekânlar daha önce Kemal Tahir’in başarıyla yazdığı çakma Mayk Hammer gibi Amerika’da filan değil burada öncelikle. Kahramanları da adıla sanıyla buralı…
Eldorado Otel’in barına her uğradığında “Oy oy Murat Beycüğum, haçan peni kazteye yazmıyacağın mu..?” diyen barmen Laz İsmail ile sohbet ederken karga tulumba Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüyor mesela. İkinci Şube’nin sorgu odasına “ters kelepçe” tıkıp (“ters”liğin yerli tarihi demek en az 1950’ler), tepesindeki “projektör”ü yakıyorlar ki ne cehennem:
“Allah kahretsin, her naneyi Amerikan kaşığı ile yemeğe teşne olduğumuz için poliste de sorgular o biçim. İster suçlu, ister suçsuz olsun yakaladıklarını binlerce mumluk ampulün altına çıkarıyorlar, ondan sonra yangın var diye bağırttırana kadar soruyor, sorguya çekiyorlar”.
Kötü polis Cop Sülman iyisi Paşa hazretleri
Yeni Cinayet Masası Şefi “Cop Sülman” ise “Kısa zamanda hunharlığı ve gaddarlığı ile ün yapan bir herif, eline düşenin dayak yemeden kurtulduğu görülmemiş”. Velâkin müdürlerinin arkadaşı Davman’a, biraz da gazeteci olduğu için gönlünce girişemiyor.
“İstanbul Tehlikede” romanında “kötü polis”e saydırıyor ama onu “devlet”ten, onun zamanında MİT adını alan vatansever Milli Emniyet’ten iyice ayırarak dengeyi asla ihmal etmiyor. Dedektifliği de o sıralarda manşetleri sadece “Ankara’daki NATO Savunma Düzeni’ne ait müzakereler”den ibaret gazetelerden birindeki “milliyetçi devlet gazeteciliği” gibi…
Milli İstihbarat’ın başındaki “Paşa hazretleri” Davman’ı dev bir “cinai şebeke”yi ortaya çıkarması için görevlendirirken açık çek veriyor: “Artık biz de polis gibi hattâ onlardan daha fazla salâhiyetlere sahip olarak hareket edeceğiz. Zira bu mevzu bir ölüm kalım mücadelesi… İcabında biz de öldüreceğiz ve bunun için de hiçbir mercie karşı sorumlu olmayacağız.” Her şey “Vatan millet uğruna” ve “devletin bekası” dâhilinde… “Beka polisiyesi”nin çatısı ezelden öyle Çatlı/çatılı.
“Aspava”nın mucidi polisiye yazar
Davman her fırsatta Amerika’ya yağdırıyor ama arabası “barut mavisi spor Kadillak”. Ne yapsın, 60’larda resmi-askeri makam, paşa arabaları da öyle, taksiler-dolmuşlar da Amerikan… Kadınlarla ilişkileri de Mike Hammervari, hık demiş kıl aldırmadığı burnundan düşmüş.
“Karanfil dudakları”, “insanda hap gibi yutma arzusu uyandıran minicik burunları”, “salınarak gelirken sağa sola âdeta mağrur nazarlar atfeden, iki canlı güvercine benzeyen göğüsleri”, “göbeğini Bolero usulü açıkta bırakan ipek bluzları”yla dolaşıyorlar romanlarında.
Onlarla “hırpalaya hırpalaya öpüşüyor”, “Karakucak Güreşi misali” sevişiyor. Romanlarında seviştikten sonra Davman’a “Kocacığım” diyen bar-pavyon kızları, onların müşterileri, 60-70 yıl sonra bile bugün bile “tarih” sayılmayacak güncellikte. Adını “Karakolda Ayna Var şarkısından alan Cevriyeler, Refik Halid’den alan Nilgünler” hepsi ona bayılıyor. Hepsi bir; onun deyişiyle “çocuklara isim takma bakımından akıllı ile akılsızın, okumuşla cahilin, zenginle fakirin harcı (da) hep bir”.
Ümit Deniz milli kahramanı Murat Davman’ın ağzından 1950’lerde dolaşıma soktuğu deyişiyle de ünlü. Bugün hemen her yerde kebapçıların tabelalarına yerleşen “Aspava”, Davman’ın içki masasında “Şerefe”nin, “Çın çın”ın yerine bulduğu, ilk kez kullandığı milli bir kavram: “Allah Saadet, Para, Aşk Versin, Amin”in baş harfleri. Davman rakıdan ziyade viski devirse de ritüeli milli.
Davman Yusuf’un kuyusu”na düşerse…
Reha Mağden 1999’da Murat Davman’ı “Yazgıların Tableti” kitabında topladığı hikâyeleriyle diriltiyor, daha doğrusu adını yaşatıyor. Zira her yönüyle güçlü bir yeni doğum; göbek ya da kan bağı yok. Dedektifinin adı aynı ama Mağden kitabının “Sunu”sunda o adın sahibi Ümit Deniz’in Davman hikâyelerini hiç okumadığını da “utanç duyarak” itiraf ediyor zaten.
Mağden’in kendine has kurgusu, hikâyesi, gezgin anlatımıyla parlayan “dedektif hikâyeleri”, yazı dizimin dar tutmaya çalıştığım “polisiye” sınırının da, kronolojisinin de dışında kalıyor. Belki hikayelerinin yazılma nedenine, kahramanlarına dair kurduğu cümlesi bile bunu açıklamama yeter: “Bir’ilerinin Yusuf’un kuyusu kadar derin iç dünyalarına nüfuz etme çabası”. Ki o “bir’ileri”nin arasında “kardeşlerinin bühtan ettiği, kuyuya atıp kurt kaptı dedikleri” peygamberler, “hayatları boyunca öldürülmekle öldürmek arasında gidip gelen” Yusuflar, hayatına kuvvetle dokunan yahut değen insanlar, kadınlar var.
Mağden sadece adını ödünç aldığı Davman’ı küçükken Ordu’daki Millet Sineması’nda seyrettiği bir filmden hatırlıyor. Filmin finalindeki Orhan Günşiray’ın (Murat Davman) yüzündeki “muzip bıçkın” ifadeyi unutamamış. Bir gün “derdini polisiye biçimini kullanarak anlatmak istediğinde, aklına bir dedektif ismi getirmeye çalıştığında”, anılarından çıkıp “Ben olayım…” diyor Davman. Böylece Günşiray’ı da anıyor. Ne hoş dokunuş…
Senaryo Atilla İlhan’la Kemal Tahir’den
Filmlere de konu olan Murat Davman karakteri, kapalıdan açıkhavaya sinemalarda da gözde. Türkiye’yi geziyor. Öne çıkan iki film 1960’da “Ölüm Perdesi” ve 1963’de “Azrailin Habercisi”. Atıf Yılmaz’ın yönettiği iki filmde de başrolde yerli “Mayk Hammer” Günşiray var. İkinci rolde birisinde Leyla Sayar, diğerinde Sevda Ferdağ.
İlkinin senaryosunu Attila İlhan’ın, ikincisini ise Kemal Tahir’in yazması cabası; insana dudağını şaklatıp “Ekibe bak!” dedirtiyor “Yakut Gözlü Kedi”yle 1996’da o rolü Cüneyt Arkın’ın almasıyla işin suyu çıkıyor, geriye de Davman’ın suyunun suyu kalıyor.
Amatörü, özeli-resmisiyle dedektifi, ajanı, polis müfettişi, cinayet masası amiri vb. ile dünyayı dolaşan “polisiye roman”a dair yazı dizim uzadıkça uzadı. Lâkin daha da özetlersem bende de “suyunun suyu” duygusunu yaratacak. Finali gelecek pazar Behzat Ç.ile getireceğim.