Felsefesizliğimizle ilgili bu köşeye daha önce Üç aşağı beş yukarı sıfıra sıfır, elde var sıfır başlığıyla yazdığıma bir ilavede bulunmak istiyorum. Ya da şöyle sorayım: Edebiyatsızlığımızı da itiraf edelim mi?
Türkiye’de edebiyat ve edebiyat tarihiyle ilgili az çok okuyan herkes Jale Parla ismini işitmiştir. Parla, roman üstüne Don Kişot’u merkeze alan – çoğunlukla basmakalıp düşüncelerle örülü – kitaplar yazdı, birinde şöyle demiş:
Rus romanına kronotop (zamanının sosyal ve tematik anlatısı) olarak çok yakın olan Türk romanında Oğuz Atay’a kadar bu perspektivizm ve onun getirdiği ironi yakalanamadığı için mi Türk romanı Rus başyapıtlarından bu kadar uzak düşmüştür? (Don Kişot: Yorum, Bağlam, Kuram. s. 86)
Türk romanında Parla’nın ironi ve perspektivizm diye tarif ettiği şeyler şurada burada pekâlâ az çok bulunabilir, ama bana kalırsa Oğuz Atay’da bile pek öyle zengin bir içerikte değildir; Atay – akademimizin öteki türlü anlama ısrarına karşın – fikri anlamda tek yönlü bir yazardır. Vardır ama azdır, kıttır, yetmez. Tat vermez.
Ama Parla bir noktada haklı: Türk romanı Rus başyapıtlarının seviyesinden uzaktır. Zaten bizde gelenek “Biz neden yapamadık?” diye sormak değil mi? Sorunun kendisi de bıktırmadı mı hattâ?
Türkiye’de edebiyat bir çeşit düşünce etkinliği gibi anlaşılagelmiş. Gelsin. Kemal Tahir’i en büyük sosyoloğumuz sayan sosyologlarımız var. Şiirleriyle öne çıkıp siyaset üstüne yazmayan pek yok… Son çeyreğe kadar her dönem edebiyatın envanterinde bir ‘şair ideolog’ olmuş: Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Nâzım Hikmet, Necip Fazıl, İsmet Özel…
Sezai Karakoç bile parti kurmadı mı? Arada ismini çok az kişinin bildiği minyon şair-ideologlar da var ama şimdi onlara girmeyelim.
Tekrar eden bir olgu bu, galiba her şey kendi yaşarken oldu sanan İsmet Özel’le sona erecek, çünkü – sanırım sosyal medyanın da etkisiyle – bir mutlak ego’ya tabi olma alışkanlığını toplum geride bırakıyor. Yerine koyduğu alışkanlıklar daha iyi olacak diye bir garanti yok! Tarih iyi niyetli bir öğretmen değildir, sefil bir üçkağıtçıdır, karayı bulsan bile parayı vermeyebilir.
Parla’nın sorusuna dönelim, yani “Niye biz Rusların yaptığını yapamadık?” diyelim. Bu tür sorulara yanıt arayanlar çoğunlukla yine ‘edebi’ ya da doğru deyişle spekülatif görüşlere güvenir. İşte bizde şöyle bir inanç fikri vardır, bizde kanaat ekonomisi işler, bizde itiraf geleneği olmadığındandır, Batı’yı yanlış anlamışızdır, taklit ederken taklaya gelmişizdir, şudur, budur. Böyle asil yanıtlarımız vardır… Üstelik Oğuz Atay’ın sandığı gibi kendimizi yoksulluğa düşmüş soylu bir halk gibi görmeyi umarız bu bulanık aynalarda.
Aslında yanıt var, hazır ve hiç de öyle spekülatif değil. Maddi, matematiksel, apaçık. İşimize gelmediği için mi dönüp bakmıyoruz yoksa sıkıcı olduğu için mi? Bilmiyorum.
Yanılmıyorsam Parla da bir yerde söylüyor bunu, ama üstünde durmuyor. Rusça’ya Don Kişot ilk olarak 1838’de ‘tam haliyle’ çevrilmiş. Belki öncesinde tam olmayan parçaları vardı.
Genç Werther, 1791’de Rusça’ya çevrilmiş. Sahi kaç yılında yazılmıştı Werther? 1774!
Türkçe’ye, Roza Hakmen tarafından aslından ve tam olarak çevrilen ilk Don Kişot nüshası ise 1996 yılında elimizdeydi. İnternetli yıllarda. Hakkını yemeyelim, Bertan Onaran’ın muhtemelen Fransızca’dan yaptığı 1967 tarihli çeviri de kayda değerdir.
Şunu düşünmeden edemiyorum: Rivayete göre Yaşar Kemal’e, 1957’de hayata gözlerini yuman Arif Dino üç adet Don Kişot hediye etmiş. Üç kere okusun diye! (Bir adet hediye edip üç kere okumasını isteyebilirdi, şair ya, bir incelik olacak işlerinde!) Yaşar Kemal de en çok etkilendiği yapıtın Don Kişot olduğunu söylüyor. Arif Dino’nun hediye ettiği çeviri hangisiydi acaba? Yaşar Kemal’in yabancı dilden okuyamadığını biliyoruz çünkü… Reşat Nuri’nin eksik, kısaltılmış çevirisi mi? Yoksa Ömer Seyfettin’in sözünü ettiği resimli çeviri mi? (İnce Memed yazarı muhtemelen eski yazı bilmediğine göre birincisi olmalı, ya da resimlerine bakmıştır?)
Ah benim edebiyatım, tarihin bile böyle… İnce Memed nefis bir roman, o ayrı.
Oğuz Atay belki İngilizceden okumuştur Don Kişot’u, ilginç bir biçimde pek değinmez bu yapıta. Ama 1967’de kendisi perspektivist Tutunamayanlar’ı yazmakla meşguldü.
Koşuya 130 yıl önce başlamış bir kültürün neden önde olduğunun yanıtlarını ararken Türk yazarlarının işlerini değerlendirmek bana göre anlamsız. Ne kadar ekmek o kadar Kafka…
Modernleşme tarihi açısından – hemen hemen aynı yıllarda koşmaya başladığımız – Japonya’da ilk Don Kişot çevirileri 1890’larda ortaya çıkıyor.
Bu yokluğun köklerini nerede arayabiliriz? Sansürde mi? Hiç sansüre uğramayacak bir alana göz atalım mı? Mesela matematik… Abdülhamit’in buna da sansür uygulayacak hali yok herhalde.
Sofya Kovalevskaya, Rusya’da 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış. Kadın matematikçi. ‘Calculus’ alanında ciddi katkıları var. Aynı yıllarda Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Aliye (Topuz) Hanım Fransızca öğrenmeye heves ediyor ama paşa babasının izin verip vermeyeceğinden emin olamıyordu.
Şair Lord Byron’ın kızı Ada Lovelace 1852’de öldüğünde, geride bilgisayar biliminin yıllar sonra yararlanacağı algoritma çalışmaları bıraktı. Bizde o yıllarda Sarım Paşa’nın sadrazam olduğunu işiten mektep müdürleri başımıza bir iş gelmesin diye derslerde kullanılan haritaları imha etmeye çabalıyordu.
Türkçede ‘Sayı Teorisi’ ile ilgili yazılan orijinal kitaplara göz atmak ister misiniz? Hiç üşenmeyin çabucak sonuca ulaşacaksınız. Bir de İngilizce literatüre bakın.
Bilim, sanat, edebiyat… Kısacası ifade özgürlüğü bizde hiçbir zaman hayatta kalmayı kolaylaştırmadı. Yapılmayan şey olmaz, olamaz.
Türkiye’de böyle her atılımı kuşatan, boğan, bastıran şeyin ne olduğunu söylemeye kimsenin cesareti yok. O nedenle ‘Bizde itiraf geleneği’ yok, ya da ‘Şark oturup beklemenin yeridir’ gibi müphem sözler mırıldanır dururuz.
Bekleyelim, belki gelir.