Bir önceki yazıda sözünü ettiğim, dönemin Diyanet İşleri Başkanının talebiyle beş kişilik bir ekip olarak hazırladığımız, daha sonra genişletilerek kitap halinde yayınlanan Gülen Yapılanması: 15 Temmuz’a Giden Süreçte FETÖ’nün Analizi ve Tavsiyeler başlıklı çalışmanın ‘analiz’ kısmı, elbette sadece F. Gülen ve onun merkezinde oluşan yapıyla sınırlı değildi. Çünkü ortadaki yapı, başka şartlardan bağımsız şekilde tamamen bir kişi ve etrafında bir kısım insanların toplanması suretinde vücuda gelmemişti. Meselenin, tek parti döneminde bin küsur yıllık mazisi ve buna bağlı olarak bir geleneği ve usulü bulunan tarikat ve medrese gibi dinî yapı ve kurumların yasaklanmasından Diyanet’in dinî alanı devlet adına biçimlendiren bir yapı olarak kurgulanmasına, sosyo-politik düzene hâkim otoriter anlayış ve uygulamaların bir sonucu olarak dinî alanda da müzakereci ve çok sesli bir ortamın önünde oluşturulan engellere, bu sebeple ortaya çıkan denge ve denetlemeyle ilgili zaaflardan özellikle ailelerin kendi sorumluluklarını ‘taşeron’ yapılara havale etme kolaycılıklarına, siyasetin hatalarından genel olarak cemaatlerin yapmaları gereken muhasebelere kadar uzanan birçok veçhesi vardı. Hakkın hatırını herşeyin üstünde tutarak, analizimizi bütün bu veçhelere de ayna tutacak şekilde genişletmiştik.
‘Analiz’ kısmındaki çok özet şekilde değindiğim bu veçhelerin tafsilatını kitaba havale ederek ‘tavsiyeler’ kısmına geçecek olursak; çalışmamızda, karar alma ve uygulama mevkiindekiler başta olmak üzere genel olarak topluma, cemaatlere, ailelere ve fertlere bakan veçheleri bulunan toplamda elliye yakın tavsiye, öneri ve uyarıda bulunmuştuk. Her biri aklıselimle dile getirilmiş önemli ve isabetli tavsiye, öneri ve uyarılar olmakla birlikte, maalesef neredeyse hiçbirinin dikkate alınmadığı bir süreci hep beraber yaşadığımızı söyleme durumundayım.
Tavsiyelerimiz, yaptığımız analize uygun şekilde, dışarıdan ‘cemaat’ yüzüyle ve tek parça olarak göründüğü halde hakikatte cemaat-kült-örgüt şeklinde özetleyebileceğimiz farklı yüzleri ve soğan ile sarımsağı andıran farklı yapılanma biçimleri içeren bu yapının farklı katmanları arasında özenle ayrım yapma gereğine dikkat çekerek ilerliyordu. ‘Cemaat’ boyutuyla yapının içerisinde yer alanlar veya bu boyutuyla tanıdığı için yapıya sempati duyanlar, kanaatimizce, hareketin hamiyetleriyle geniş ümmet bütünü içerisine kazanılması en rahat kesimini oluşturuyordu. Kendilerinde ‘cemaate bağlılığın’ ötesinde ‘kült bağımlılığı’ oluşmuş kişiler açısından durum daha müşkil olmakla birlikte, dünya üzerinde ve tarihsel süreçte bu bağımlılığı aşmanın farklı yolları tecrübe edilmiş durumdaydı. Dolayısıyla bu tecrübeden istifadeyle onlar için de bu bağımlılıktan çıkışın yolları ve imkânları vardı. Örgüt yapılanması içinde yer alıp kriminal işlere girişenlerin ise hukuken tecziye edilmesi gereken eylemleri sebebiyle hak ettikleri ceza görmeleriyle birlikte, onlara da ‘tevbe kapısı’nın açık olduğunu bilerek yeni bir hayata yönelebilmelerinin imkânı sağlanmalıydı.
Bazılarına, bu yaklaşımımız hayli safdilâne gözükebilir. Oysa bu yaklaşımı ortaya koyarken, şu gerçeği en baştan tespit ederek ilerliyorduk: “Mevcut halde Gülen hareketi/örgütü mensuplarının üç tür tavır sergileyecekleri düşünülebilir: Bir grup kült bağımlılığını aşamayacak, kült dışında hiç kimseyle iletişimi kabul etmeyecektir. Bunlardan yurt dışına gidenler, ilgili kültle bağlarını sürdürerek yeni bir tehlike arz edebilir. Yurt içinde kalanlardan daha ılımlı olanlar marijinalleşerek kapalı bir topluluk haline gelebilir. Bir kısmı ise radikalleşerek topluma düşman her türlü eylem için kullanışlı bir tavır sergileyebilir.” Bu ihtimalleri görmüyor değildik. Ama böyle bir durumun ortaya çıkmasının, önemli ölçüde, siyaset ve toplum ile diğer dindar kesimlerin bu yapı mensuplarını ‘de-radikalize’ edecek yerde ‘re-radikalize’ edecek yol ve yöntemlere başvurmasıyla mümkün hale geleceğini gözönüne alarak bu ayrımı ve uyarıları yapmıştık. Bir tehevvürle hareket edip, örgüt ile mücadelede haddi ve hakkı aşıp ‘altı-üstü-ortası’nı birbirine karıştırarak makul ve mutedil cemaat mensuplarını bile radikalize etmek de mümkündü; kült mensuplarından, hatta örgüt yapısı içinde yer alanlardan bir kısmının sahip oldukları radikal tutumdan ve marazî mensubiyet halinden uzaklaşmalarını sağlamak da. Hem kendilerinin gayreti hem de gerekli tedbirlerin alınmasıyla, birçok kişinin zaman içerisinde kült bağımlılığını aşarak toplumda dindar kişiler olarak hayatlarını devam ettirmeleri pekâlâ mümkündü.
Ama mevcut tabloda ortaya çıkacağını öngördüğümüz bir diğer ihtimalin daha ağır bir tablo suretinde karşımıza çıkması da mümkündü. Bu ihtimali olabildiğine minimize etmek gibi bir tasamız ve çabamız olmalıydı: “Üçüncü bir grup ise, dinle eşdeğer gördükleri kültlerine inançlarını kaybettikten sonra tamamen din dışı bir tasavvura ve hayat tarzına yönelebilir, onlar açısından hayatın anlamsız hale gelmesiyle bohem/hazcı veya nihilist bir tavır takınabilir. Hayatın anlamsızlaşması (‘Dâvâ boşmuş’ sendromu) ise, ağır psikiyatrik rahatsızlıkları tetikleyebilir ve bu durum bazılarını intihara sürükleyebilir.”
Tırnak içine aldığım kısmın her bir aşamasının gerçekleştiği örnekleri maalesef hepimiz biliyoruz.
Kendisini dinî alan içinde görmekle birlikte kült bağımlılığında radikalleşme yahut tamamen din dışı bir alana sürüklenme ihtimallerinin her ikisinin de vuku bulmaması için, ‘mensupların içinde oldukları kapalı evrenden çıkmalarına, kapalı aile yaşantıları ve sosyal çevrelerinin geniş topluma açılarak normalleşmesine yardımcı olma’ gibi bir sorumluluk hepimizin üzerindeydi. “Bu örgütle bir bağlılık yaşamış kişilerin topluma ve ümmet bütününe yeniden kazandırılabilmesi için öncelikle yapılacak bir diğer çalışma, zihinlerini/duygu dünyalarını felce uğratan bu yapıdan kendilerini soyutlayabilmelerine yardımcı olmaktır. Zaten öncelikli olarak ulaşılabilecek kişiler, ‘inadına’ bu kült bağımlılığı içinde duranlardan önce, bir ayrılma isteği, pişmanlık, sorgulama veya tereddüt yaşayan kişilerdir. Böyle kişileri yeniden kazanmak için, kopuş ve yeni bir hayata geçiş için bir iletişim ve etkileşim mecraının, yeni sosyalleşme ortamlarının sunulması gerekir.”
Şunu da açık yüreklilikle yazmıştık: “Bağlılıkları kriminal bir boyut içerir durumda olanların hukuken cezalandırılmasıyla birlikte, Kur’ân’ın tevbeye, istiğfara yönelik davetine vurguda bulunulmalı; ‘artık affolunmam’ düşüncesine karşı, âyette belirtildiği üzere ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez’ hatırlatması yapılmalıdır. İşledikleri kriminal fiiller dolayısıyla cezalarını çekmeleriyle birlikte, kendilerine bir manevî arınma ve kurtulma imkânı da sunulmalıdır.”
Sanırım tam da burada, çalışmadaki şu öngörümüzü ve bu öngörünün gerçekleşmemesi için yaptığımız öneriyi birebir aktarmak gerekiyor:
“Kült bağımlılığını aşamamış kişiler, kültü oluşturan ve koruyan söylemin ürettiği yeni etkilerle muhtemelen daha da radikalleşeceklerdir. (…) Dünyadaki ‘de-radikalizasyon’ veya başka isimler altındaki değişik tecrübeler bilimsel şekilde incelenmeli, uygun görünen uygulamalar tatbik edilmelidir.
Bu bağımlılığı bir derece aşma yeteneği sergilemekle birlikte dini kültleriyle özdeşleştirenleri bekleyen en önemli duygu durumları, şunlar olacaktır: aldanmışlık hissi ile birlikte herşeye ve herkese güvensizlik, boşluk hissi ve boşverme, nihilizm ve beraberinde bohemleşme, sadece Gülenci oluşumu değil bütünüyle dinî değerleri sorgulama noktasına savrulma, depresyon, içe kapanma, ölüm arzusu ve intihar eğilimi. Bu ve benzer bütün patolojilerin üzerinde düşünülmeli ve buna hem dinî açıdan hem psikoloji ve sosyoloji zaviyesinden nasıl bir cevap/çözüm üretileceği üzerinde özenle durulmalıdır.
Kült bağımlılığını aşabilenlere dinî açıdan yapılabilecek öncelikli yardım, dinî yaşayış, bilgilenme ve beslenme imkânları içeren yeni sosyalleşme zeminleri göstermek ve bu zeminlerde hikmetli, dirayetli, merhametli, muvazeneli dostlar ve rehberler edinmelerini sağlamaktır. Onların önüne yeni dinî sosyalleşme alternatifleri sunulmuş olmalıdır.”
Peki ne oldu?
Maalesef siyaset, bürokrasi toplum, medya, cemaatler, aileler, fertler; neredeyse herkes tarafından tam tersi yapıldı. Özellikle geçmişte bu yapıyla siyasî hesap ve ekonomik çıkarlara dayalı şekilde bağ kuranlar yahut çocuklarıyla ilgili kendi yükümlülüklerini ‘cemaat’e devrederek ‘rahatına bakan’lar, geçmişteki kendi hatalı irtibat ve ilişkilerini saklama kaygısıyla en sert şekilde damgalama, dışlama ve şeytanlaştırma yolunu tercih ettiklerinden, korkup da uyardığımız şey aynen vuku buldu. Bir tarafta daha makul ve mutedil olanlar dahi radikalleşirken, diğer tarafta dinî inanç ve yaşayışla ilgili feci çözülmelere de şahit olduk.
Tam tersinin yapıldığı bir başka tavsiyemiz daha vardı ki, bu durum benim için o gün de bugün de büyük bir hicran sebebidir:
“Kült mensuplarının kamu kurumlarından ayıklanması, suçlu olanların cezalandırılması aşamasında hassas olunmalı; suçsuz kimselerin veya farklı suç veya kabahatleri bulunan kimselerin FETÖ kapsamında cezalandırılmasından, çok fazla mağduriyet oluşturmaktan, cezalandırmanın aileye yayılmasından kaçınılmalıdır. Özellikle bu ayıklamalar sonucunda binlerce işsiz, parasız ve aç aile üretmek son derece sakıncalıdır.
Bu süreçten aile çevresinin, özellikle çocukların nasıl etkileneceği, durumla ilgili ne yönde telkinlere maruz kalacakları, bunun onlarda nasıl bir sosyo-psikolojik etki oluşturacağı gibi hususlar üzerinde dikkatle durulmalı; aile çevresi ve çocuklarda sürecin içinde yaşadığı ülkeye, topluma ve ümmete karşı bir öfke ve nefret birikimine yol açmadan geçilmesinin imkânları üzerinde dikkatle durulmalıdır.”
‘Darbe girişimi sonrası yapılan takibat ve cezalandırmaların adalet ilkesinden taviz vermeden yapılması,’ ‘suçun şahsîliği ilkesinin zedelenmemesi,’ ‘buna rağmen ortaya çıkan yanlışlık ve aksaklıklar varsa bunlar için tashih ve telâfi mekanizmalarının çalıştırılması,’ ‘açığa alınan devlet memurlarının ailelerinin mağdur edilmemesi için tedbirler düşünülmesi’ de üzerinde hassasiyetle durduğumuz konulardı. “Zira Balyoz davasında olduğu gibi suçlu ile suçsuzun birbirine karıştırıldığı durumlarda gerçek suçluların bir süre sonra aklanması gibi bir sonuçla karşılaşmak mümkündür. Dolayısıyla şahsî kin ve garazlarla hareket edilerek veya FETÖ ile alakası bulunmayan başka suçları ilişkilendirerek suçlu üretilmesinin uzun dönemde FETÖ ve benzeri yapılarla yürütülecek mücadeleye yönelik en büyük engellerden birini oluşturacağı göz önünde bulundurulmalıdır.”
Bu meyanda, sözümona ‘örgüt’le mücadele adına yapıyla bir şekilde temas halinde olmuş herkesi münafıklık yahut mürtedlikle ithama yönelen tekfirci bir dilin de meydan aldığını görüyorduk ve çalışmamızda buna dair de uyarılar vardı: “Maalesef, yaşanan süreçte tekfirci dilin her mecrada kendine bir yayılma ve yaygınlaşma imkânı bulduğu görülmektedir. Bu dil ise, mevcut durumda bu oluşuma mensup kişilerde ‘radikalleşmeyi’ değil durdurmak ve durumunu yeniden gözden geçirmeyi sağlamak, tam aksine daha da radikalleşme ve keskinleşme gibi bir tepki üretmektedir. Meselemiz, her şeye rağmen inat edenler müstesna, alnı secdeye değen bu insanlar topluluğunu ümmet bütününe kazanabilmek ise, buna uygun bir dil, üslup ve usuller geliştirilmesi gerekmektedir.”
İşin bu kısmında, F. Gülen’in oluşturduğu anlatı ve icraat dinin içerdiği ölçü ve dengeden dün de mahrum olduğu halde dün buna makul ve müstakim bir uyarı geliştirmek yerine yapıya bir şekilde destek olan, şimdi ise yapıya karşı geliştirilen tekfirci dil karşısında suskunluğu tercih eden ‘ulemâ’ya dair de bir notumuz vardı:
“Sözkonusu yapının içerdiği arızaları, İslâmî ilimler alanında ehil isimlerin dahi uzunca süre tespit edemedikleri; bilakis doğrudan veya dolaylı biçimde bu yapının faaliyetlerine iştirak etmek suretiyle yapılanları ve söylenenleri ‘onayladıkları’ yönünde bir kanaat dahi oluşturdukları ortadadır. Bu sebeple bu isimleri suçlamak da doğru değildir. Zira ilgili yapı çok katmanlı bir ilişkiler ve söylem çerçevesi içinde, özellikle İslâmî câmia ve geniş Müslüman kamuoyu nezdinde kendisini ‘Ehl-i Sünnet çizgisinde bir hareket’ olarak sunmuş, buna göre kamusal bir dil geliştirmiş, bu çerçevede pek çok eser de ortaya koymuştur. Hareket içinde var olan arızaları salt bu yüzüyle muhatap olarak tespit edebilmek ilim ehli için dahi çok zordur.
Durum bu iken, ehlinin dahi görmekte zorlandığı bu çelişki, tutarsızlık ve sapmaları ‘ortalama bir Müslüman’ın, bu meyanda sırf ‘hizmetleri dolayısıyla’ yapıyla ilişki kurmuş kişilerin görebilmesi kolay değildir. Bunun görülebilmesi için, konuyu basite indirgeyen, hatta magazinleştiren söylem ve analizlerin fayda yerine zarar verdiği, dolayısıyla bu yaklaşımların ötesine geçmenin bir zaruret olduğu görülmelidir. Bu analizleri aktarırken kullanılacak dilin de ‘icbar ve ilzam’ dili olmaktan ziyade, ‘ikna’ dili olması gerektiği unutulmamalıdır.”
15 Temmuz sonrasının mütehevvir ruh hali içinde, ilgili yapının mensuplarına ‘münafık’ yakıştırması yapan bir söylem oluştuğu gibi, bu söyleme dayanarak ‘Fetöcü’ diye damgaladığı kişileri cami ve mescitlerden kovma gibi olayların da yaşandığı maalesef bir vâkıaydı. Sözkonusu söylemi asla sahiplenmeksizin, ‘Hz. Peygamber’in çoğunun isimlerini bildiği halde münafıkları mescidinden tardetmeyişi, bilakis onların kendi inşa ettikleri Mescid-i Dırâr’ın Allah’ın emri ile yıkılarak Mescid-i Nebevî’ye, ümmet bütünü içinde beraberce namaz kılmaya yönlendirilmelerine dikkat çekmemiz bu açıdan önemliydi. Yanısıra, Hz. Ali’nin kendileriyle savaşmasına rağmen Haricîleri asla mescitlerden menetmediğine dikkat çekmiş; sonraki dönemlerde dalâlet fırkaları ile mücadele eden ulemanın “Ehl-i kıble tekfir edilmez” düsturunu benimseyerek, fikirlerinde ‘sapma’ tespit etmekle birlikte onları İslâm dairesinden dışlayıcı bir söyleme de müsaade etmediklerini özellikle hatırlatmıştık.
Çalışmamızın tavsiye ve uyarılar kısmında bilhassa dikkat çektiğimiz bir boyut ise, deyim yerindeyse, kriminal işlere giriştikleri için Türkiye’den kaçanların yanında, bu yapının doğrudan kriminal bir keyfiyet arzetmeyen unsurlarının dahi bertaraf edilmesi ve bir anlamda Türkiye’den göçe yönelmeleri veya zorlanmaları neticesinde bütün bu coğrafyalarda uygun buldukları yerlerde oluşacak ‘Gülenci diaspora’ olgusuna ilişkindi. Bunun bir dizi müstakbel yıkıcı etkileri olacağını görmek zor değildi. “Belki en tehlikeli sonuç ise bu yapının mensuplarının diaspora oluştururken çocuklarına ve sonraki nesillere kendilerinden yana bir tutum almayan ana akım İslâmî kesim aleyhine bir nefret zerketmeleridir. Bu durumun faturası, karşımıza yaban ellerde istikametli bir İslâmî düşünüş ve yaşayış kurma imkânından mahrum bir kuşak olarak çıkacaktır.”
Tarihsel tecrübeden de hareketle, bu konuda şu açık tesbit ve uyarılarda bulunmuştuk:
“Kült mensuplarından Türkiye’de olanların yurtdışına gönderilmeleri veya kaçmak zorunda bırakılmaları doğru bir çözüm değildir. Bunun üç açıdan tehlikesi bulunmaktadır:
Kadıyânîlik ve Bahâîlik benzeri örneklerde görüldüğü üzere, mevcut potansiyelin dışarıya taşınmasıyla birlikte daha da ilerlemesi ihtimali bulunmaktadır; başlangıçta bir kült veya aşırı bir hareket olarak ortaya çıkıp sonra diasporada sapkın bir mezhep, hatta başlı başına din haline gelen topluluklar vardır.
Yurtdışında oluşacak büyük bir nüfus, Türkiye aleyhine örgütlü bir güç oluşturabilir (ki, bu hareket okullar ve şirketler yoluyla 170 ülkede örgütlü durumdadır). Küresel güçler şimdiye kadar olduğu gibi bu örgütlü gücü kullanmayı sürdürmek isterler.
Bu hareket mensuplarının yabancı ülkelerde yetişecek çocukları tamamen kaybolur; vatanlarından uzakta, dinî ve millî duygularından uzaklaşırlar. Daha da ötesi, Türkiye’ye düşman bir örgütlenme içinde devşirilerek kullanılabilirler.”
Çalışmamızda nasıl ‘analiz’ kısmı F. Gülen ve ilgili yapıya odaklanarak başlayıp genişliyorsa, ‘tavsiyeler’ kısmı da doğrudan bu yapıyla ilgili olanlara münhasır kalmayıp diğer cemaatleri, daha genel olarak dinî alanı, bütünüyle toplumu ve devleti içerecek şekilde ilerliyordu.
Bu noktada, devletin bir ideoloji, görüş veya zihniyetin taşıyıcısı olarak kendini konumlandırmak yerine hukukun temel ilkelerini işleten demokratik bir hukuk devleti olmasının gereklerini yerine getirmesi lüzumunu özellikle vurgulamıştık. Başka alanlar yanında dinî alanda ortaya çıkan sorunların önemli kısmı bununla ilgiliydi. ‘Bütün cemaat ve yapıların şeffaflaşmasının sağlanması’ gerektiğini söylerken, şu kaydı da düşme ihtiyacını bu sebeple hissetmiştik:
“Devlet dinî alanda âdeta ‘karaborsaya’ yol açıcı tutum, yasak ve politikalardan vazgeçmelidir. Bu şeffaflaşma zor ve baskı yoluyla değil, meşru sınırlar içerisinde teşvikleri de içeren kanunî ve normatif düzenlemelerle yapılmalıdır. Şeffaflaştırılmış dinî yapıların denetimi ise devletten ziyade halkın inhisarında olmalıdır. Elbette malî yapılar ve yapılan faaliyetlerin kanunîliği gibi normal olarak devletin yetkisinde olan hususlar ihmal edilmemelidir. Ayrıca, şeffaflık ilkesi bütün sivil toplum kuruluşları için de geçerli olmalıdır.”
“Sivil toplum alanının topyekün bir rehabilitasyonu ve şeffaf, hesap verebilir, faaliyet alanı belli örgütlerden oluşan sağlıklı bir yapıya kavuşturulması için sivil özgürlükler alanının da genişletilmesi gerekmektedir.”
“Kapalı ve gayrı meşru hedefler peşinde koşan yapılanmaların ortaya çıkmaması için bu tür yapılara zemin hazırlayan ortamı değiştirmek gerekir. Bu değişim cemaat yapılarını bastırmak veya yok etmekten geçmez, bilakis tabii olan ihtiyaçları görerek şeffaf yapıların oluşmasını sağlamaktan geçer.”
“Bu çerçevede sivil toplum kuruluşlarının (STK’lar) devlete bağımlı hale gelmesine yol açacak söylem ve uygulamalardan da kaçınılmalıdır. Zira bu durum bir yandan gizli ajandası bulunan grupların bu tür kuruluşlar üzerinden devlet içine sızmasına ve kayırmacılık, yolsuzluk gibi sorunların çıkmasına imkân tanımakta, diğer taraftan da insanları siyasileşmiş olan sözde ‘sivil’ yapılara yabancılaştırmaktadır. Her iki sonuç da sivil toplum alanının sağlıklı hale gelmesini engellemektedir. Sağlıklı bir sivil toplum alanı, STK’ların devlet ve şahsi çıkar alanlarından özerkliğinin korunmasıyla hayata geçirilebilir. (…) Devlet ve sivil toplum arasındaki ilişkiler karşılıklı özerklik ilkesi temelinde sağlıklı bir zemine oturtulmadıkça bu istismar ve manipülasyon sorunu da ortadan kalkmayacaktır.”
Sözün burasında, birçok dönemde devletin ideolojik aygıtı ve siyasî iktidarın aparatı gibi davranabilmiş ‘Diyanet İşleri Başkanlığı ve ilişkili kurumların oluşturduğu algı ve uygulamalar’ da tesbit, tavsiye ve uyarılarımızın kapsama alanı içindeydi:
“Diyanet veya imam-hatip okulları ile dinî cemaatlerin birbirine rakip veya alternatif olarak görülmemesi, böyle bir algıya müsaade edilmemesi gerekir. Çünkü dinî hizmetler alanında aslolan, resmî veya sivil bir unsurun hegemonya oluşturması değil, çoğulluğun, çok renkliliğin ve çok sesliliğin temin ve muhafaza edilmesidir. (…) Toplumun dinî hizmetler ihtiyacını karşılamak sadece resmî kurumlara ihale edilemez. Diyanet’in dinî hizmetler alanında inhisarı değil, ‘hakem’ ve ‘murakıp’ olması beklenmeli; bu alandaki renklilik, çeşitlilik ve çoğulculuk ise korunmalıdır.
Bir dinî kurum ne kadar özerk olursa hem devlete hem halka hem de dinî ideallere daha faydalı olmaktadır. Bu tarihî bir tecrübedir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın siyasi iktidar değişikliklerinden etkilenmeyecek etkili bir kurum haline gelebilmesi için kurumun özerk bir yapıya kavuşması adına gerekli kanunî düzenlemeler yapılmalıdır.”
“Aslolan, dinî düşünce-inanış-yaşayışın ümmet bütününün denetimine açık olması; bu olurken, hakikatin anlaşılmasında çok-renkliliğin bir ‘sapkınlık’ olmadığının da dikkate alınmasıdır. Cemaatlerin ve STK’ların oluşturacakları istişarî platformlarda tartışmalı konular konuşulabilir, hakemlikler oluşturulabilir, bu yollarla manevî murakabe ve müzakere yürütülerek, sapma denilebilecek fikir ve davranışların önüne geçilebilir. Diyalogsuzluk en kötü durumdur; tüm enaniyetler aşılmak suretiyle her meşru yapıyla temasa geçilmesi din adına ortaya çıkacak olumsuzlukları alt seviyelere indirebilir.”
Çalışmamız, ‘bir bütün olarak eğitim sisteminin, yanısıra dinî eğitim-öğretim kanallarının gözden geçirilmesi’ ve ‘seküler veya dindar diye ayırmaksızın, kapalı toplum ve kapalı cemaat kurguları ile toplum mühendisliği projelerine karşı daha müteyakkız bir bakış ve duruş gereği’ne de dikkat çekiyor, “Cemaatleşmelerin sağlıklı bir zemine oturtulması için nelerin yapılması gerektiği üzerinde düşünülmelidir” derken, bunun için belli kriterler de öneriyordu.
Böyle bir çalışmanın bir parçası olmayı kendim için bir bahtiyarlık ve şeref addediyorum.
Keşke bu uyarılar bir raporun satırları ve bir kitabın sayfaları arasında sıkışıp kalmasaydı… Keşke karar alıcılar ve uygulayıcılar başta olmak üzere, herkes bu çalışmalardaki tavsiyeleri dikkate alıp mucibince bir söylem ve eylem ortaya koyabilseydi…
Öyle olabilse, sanırım hasarın tablosu bu kadar ağır olmaz ve mesele bu derece kangrenleşmezdi.
Ve dahası, çıkarılan derslerle, genç nesillerin geleceğe daha güvenle baktığı bir Türkiye sabahına uyanmamız mümkün olabilirdi.