19 Mart sabahı yaşanan gözaltılar, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, onlarca CHP’li yerel yönetici ve iş ortağının asılsız suçlamalarla tutuklanması, Türkiye’de siyasetin seyrini bir kez daha dramatik biçimde değiştirdi. Dört günlük protesto yasağına ve dijital baskıya rağmen ülkenin dört bir yanında insanlar sokağa çıktı. Bu operasyon yalnızca muhalefet seçmeninde değil, parlamentodaki tüm muhalefet partilerinde, sağ dahil, derin bir tepki yarattı.
Gençlerin, yerel yöneticilere yönelik yolsuzluk suçlamasında, yolsuzluğu yaptığı iddia edilenleri değil; halkın iradesine, kurumlara ve kamusal vicdana karşı açılmış bir yargı kararını protesto etmesi, bu sürecin anlamını daha da derinleştiriyor. Tıpkı, Aralık 2013 sürecinde Ak Partili olmayan bir kesimin, yolsuzlukların bilincinde olsa da, dosya biriktirerek iktidar değişikliğine zemin hazırlamanın bir tür “bürokratik darbe” olduğunu savunduğu gibi bugün de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Elbette yolsuzluklar arasında tercih yapmak zorunda değiliz. Ancak bu vakada mesele tıpkı 2013te olduğu gibi yolsuzluk suçlamalarından öte.
İktidarın bu adımı, İmamoğlu’nun kamuoyundaki yüksek desteğini ve olası cumhurbaşkanlığı adaylığını bastırmaya yönelik stratejik bir hamle olarak görülüyor. Ancak bu baskı yalnızca bir kişiyi hedef almıyor; ülkenin siyasi muhalefet kapasitesini, ortak akıl üretme kanallarını ve sivil toplumun nefes alma alanlarını doğrudan etkiliyor. Bir dönem AK Parti’nin birlikte yürüdüğü, katkı sunduğu düşünsel zemin bile artık tehdit olarak görülüyor.
Yazıyı, kamuoyunun esasen sivil toplumda yaptığı çalışmalar ve kamuoyu araştırmalarıyla tanıdığı, ancak halihazırda Ekrem İmamoğlu’na yakın bir düşünce merkezi olan Reform Enstitüsü Vakfı Başkanı olan Mehmet Ali Çalışkan’ın tutuklanması vesilesiyle kaleme aldım. Çalışkan’ın tutuklanması, bu atmosferde düşünce üreten, katkı sunan, pozisyon değil ilke arayan insanların başına gelebileceklere ve Türkiye’de kolektif düşünceye dayalı bir gelecek tahayyülünün nasıl boğulduğuna dair örneklerden biri. Bu, yalnızca bireyleri hedef alan bir süreç değil; Türkiye’de bir düşünme biçiminin, bir ortak akıl arayışının, partiler üstü katkının tasfiyesi.
AK Parti ve sivil toplum: Bir dönemin umudu
2000’li yılların başında AK Parti’nin sivil toplumla kurduğu ilişki, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde önemli bir eşikti. Sivil toplumun ürettiği bilgiye ve ortak akla dayanan, reformlarla beslenen bu ilişki, düşünce üreten insanların önünü açmış, yeni kurumlar doğurmuş, ortak bir gelecek tahayyülüne alan açmıştı. O dönem doğan birçok sivil toplum aktörü, o umut sayesinde var olabildi. Mehmet Ali gibi bizler de o dönemle şekillendik.
AK Parti iktidarı, bir süredir bu memleketin düşünen, yazan, üreten insanlarına ülkeyi fiilen kapatmış durumda. Aynı kadrolar, TRT’den üniversitelere, tüm devlet kurumları ve kamusal alan mecraları adım adım dışlayıcı, tek sesli ve kontrolcü bir hale getirdi. Eskiden daha çok Türkiye’nin Batısı ve merkezindeki sivil topluma açık olan kapılar, bugün yalnızca mutlak sadakat gösterenlere açık. Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler gibi bu topraklarda tarihsel olarak sistematik dışlanmaya maruz kalmış kesimlerle birlikte, bugün benzer ya da farklı şekil ve düzeylerde dışlanan bu kesimler sistematik olarak dışlanıyor, yoksunlaştırılıyor, susturuluyor. Hatta geçmişte benzer dışlayıcılığı yaşamış dindar kesimlerin ve örneğin başörtülü kadınların bir bölümü bile, sadakat sınavını geçemediklerinde bu dışlanma döngüsüne dahil ediliyor.
Bir düşünceye yönelik müdahale
Bu tablo karşısında, siyasete ve toplumsal diyaloğa katkı sunabilmek için kendi alanlarını yaratmaya çalışan küçük ama direngen bir kesim hep oldu. Gülçin Avşar’ın tanımıyla “mahallesizler”; belli bir siyasi ya da kültürel mahalleye bağlı olmadan, hem geçmiş mağduriyetleri hem bugünkü hukuksuzlukları eşzamanlı görebilen, mahalleler arası nefreti dindirmeye çalışan insanlar. Mehmet Ali de onlardan, siyasetin diliyle değil, kamusal aklın diliyle konuşanlardan.
Onun tutuklanması yalnızca bir bireyin değil, bu çizgiyi temsil eden bir düşünce hattının da susturulması. Mehmet Ali, ideolojik değil ilkesel pozisyon alan; partili kimliğiyle değil profesyonel yetkinliğiyle tanınan biri. Bir siyasi aktör olarak Ekrem İmamoğlu ve CHP Genel Merkezi ile çalıştığı dönemde dahi bu ayrımı hem parti içinde hem kamuoyunda açıkça korudu. Herkesin zihnini açmaya çalışan, asla sekter ve reddedici olmayan ve farklı siyasi pozisyonlardan gelen insanlarla konuşabilen; özgün düşünen bir sivil toplumcu ve araştırmacı. CHP ile sivil toplumu buluşturdu; partinin kolay kolay ulaşamadığı – hatta çoğu zaman ulaşmakla dahi ilgilenmediği – kesimlerle diyalog kurulmasınıı teşvik etti. Partinin kapalılığını eleştirdi; bunu aşmanın yollarını aradı ve bu önerileri siyasi iletişimin parçası haline getirdi. 2024 yerel seçimlerinin ardından CHP’nin sandık başarısını değerlendirdiği T24 ropörtajı, bu yenilginin nedenlerini anlamaya çalışan AK Partili üst düzey isimlerin dahi dikkatini çekmişti.
Mehmet Ali gibi birini tutuklamak demek, onun gibi partizanlık dışında ülkenin refahına ve demokrasisine profesyonel anlamda (sivil toplum, siyasi danışmanlık ve toplumsal araştırmalarla) katkı sunmaya çalışan insanların, zaten güçlükle ayakta duran, son zeminini de ayaklarının altından çekip almak demektir.
Partiler üstü bir mesele
Aynı zamanda, Mehmet Ali’nin birlikte tutuklandığı Ekrem İmamoğlu ve yakın siyasi kadrosu (Murat Ongun, Emrah Şahan, Mahir Polat ve diğerleri), ürettikleri fikirlerle ya da fikir üretime alan açma çabalarıyla, tabanı ve yönetimi itibarıyla en katı ideolojik partilerden biri olan CHP içinde gelişen bir değişim ve kapsayıcılık hareketinin taşıyıcıları oldular. Bu hareket, CHP siyasetinin zihniyet, kadro ve değerler üzerinden yenilenmesini savunuyordu. Mehmet Ali de bu sürecin içindeydi.
Laik tabanlı ana muhalefet partisi CHP’deki değişim, yalnızca CHP’lilerin meselesi değil; Türkiye’nin tamamını ilgilendirecek kadar önemli bir mesele. Bugün Silivri’de tutuklu bulunan bu değişim kadrosu, toplumun farklı kesimlerinden gelen ortak aklın, yeni bir siyasal dilin ve daha kapsayıcı bir temsilin arayışındaydı. Etkileri henüz sınırlı ve parçalı görünse de, bu arayışın ve normalleşme çabasının, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve toplumsal refahı açısından taşıdığı değer yadsınamaz.
Eğer amaç, ana muhalefetteki bu dönüşüm hareketini kolsuz bacaksız bırakmak, tümden kilitlemekse; bunun yolu da tam olarak şu anda yapıldığı gibi, oraya güçlü fikirsel katkı sunan insanları tek tek elimine etmekten geçer. Bu yaşananlar, sadece muhalefet için değil, AK Partililer için bile hayati önemdeki bir değişim sürecinin sakatlanması anlamına geliyor. Çünkü Türkiye’nin yeniden nefes alabilmesi, yalnızca iktidarın değil, muhalefetin de kendini yenileyebilmesine bağlıdır. İktidarın gerçek sınavı, karşısında güçlü ve yenilenmiş bir muhalefetle var olabilme kapasitesidir. Eleştirinin ve alternatif seslerin susturulduğu bir düzende iktidar toplumsal gerçeklikten kopar, körleşir, içe kapanır…
Bugün, bir zamanlar bu yazıda bahsi geçen demokrasi ve reform iddialarının siyasal taşıyıcısı olan iktidar cenahındaki pekçok aktör ya sessizliğe gömülmüş ya da yalnızca pozisyonlarını koruma refleksiyle hareket eder hale gelmiş durumda. Belki de içten içe artık o iddianın bir parçası olmadıklarını biliyorlar. Emine Uçak’ın “dilsiz şeytanlar” ifadesiyle işaret ettiği bu kesimin, özellikle karar alıcı ve süreci şekillendirici pozisyonlarda bulunan isimleri için bugün bazı sorular kaçınılmaz hale geliyor: Bu yaşananların ardından, o koltuklarda ve pozisyonlarda iç huzurla oturmak mümkün olacak mı? Yalnızca partiye ya da iktidara yakınlıkla edinilmiş ayrıcalıklar, zihnen ve vicdanen taşınabilir mi?
Unutmamak gerekir ki, baskıyla inşa edilen hiçbir güç yapısı uzun vadede ne kişisel huzur ne de gerçek siyasi meşruiyet üretebilir. Belki de bu nedenle, ortak normlara, ilkelere ve kamusal akla yaslanmak, herkesin faydasına olacak bir zemin yaratabilir.