31 Mart’ta yapılacak olan yerel seçimin kazandığı anlam, bir yerel seçim olmanın çok ötesine geçmiş durumda. Özellikle İstanbul seçimi, Türkiye’nin siyasi rejimi tartışmasına dönüştü. Gerçekten de böyle bir önem taşıyor olabilir. Seçimin kazandığı bu nitelik, bir genel seçim havası yaratıyor. Bundan dolayı da yarışan partilerin seçim propagandaları, Başkanlık seçimini önemli oranda tekrar ediyor. Yerel seçimler yaklaşırken, seçmen eğilimlerinin neye göre belirlendiği tartışması yeniden başlıyor.
Başkanlık seçimini Cumhur İttifakı’nın kaybedeceğine duyulan büyük inancın arkasında, ülkenin içine yuvarlandığı durum vardı. Ekonomik kriz, yoksulluk, geniş kitlelerin refah düzeyinin sürekli düşmesi gibi faktörler bu inancı yarattı. Demirel’in “tencerenin götürmeyeceği iktidar yoktur” sözü dillere pelesenk edildi. Seçimin buna uygun sonlanmaması, “boş tencerenin seçim kaybettireceği” tespitini yapanları ve buna inananları, düşüncelerini gözden geçirmeye zorladı ve bu kez, boş tencerenin iktidarı değiştirmeye yetmediğini hükmettiler. Şimdilerde ise daha cevval yorumcular, “tencere her iktidarı götürür ama Demirel gibi bir lider varsa” derin analizini yapıyor! İfadeyi tersine çevirmek durumu açıklamaya yetmiyor. Bu durumun açıklanması için ikna edici bir analizinin yapılması gerekiyor. İzleyebildiğim kadarıyla üretilmiş en “parlak” tespit, sosyal yardım alan ailelerin sayısının seçmenlerin beşte birine ulaştığı ve bu sosyal yardımların seçmenin oy kullanmasını belirlediğini söylemek. Bu tespiti pekiştirmek için de sosyal yardımın bu denli büyüklükte bir kitleye ulaşmasının yeni bir olgu olduğu ekleniyor. Artık seçim analizi yaparken bu yeni olguya bakmak gerekiyormuş!
Bu analizde aksayan bir şey var: “Boş tencere götürür” demekle “boş tencere götürmedi” demek bir ve aynı düşüncedir. Çünkü ifadeler birbirinin tam tersi olsa da analizin merkezine olabilecek en kaba ekonomik-determinist bir kavrayış yerleşmiştir. Sosyal yardımlar üzerinden yapılan analiz de bunun hem sonucu hem de kanıtıdır. Bu, insanların küçük gündelik çıkarlarıyla oylarını belirlediği anlamına gelir. Doğru olmadığı kadar yanıltıcı bir sonuçtur. Zira seçim stratejisinin nasıl kurulacağını belirler.
“Boş tencerenin götürmediği” tespiti üzerinden düşünmek, tıpkı tersinde yapıldığı gibi üstenci bir tavırdır. Geniş kitleleri hakir gören bir derin ruh halinin ifadesidir. Çok uzun yıllar öncesinden gelen bu elitist, küçümseyici tavır; yoksul seçmenin sezinlediği ve hızla uzaklaştığı yerdir. Sosyal yardımlar belki sınırlı bir kesimin oy vermedeki eğilimini belirliyordur. Ama asıl etkenin bu olmadığını düşünüyorum.
Yenilgi sonucunda seçmeni suçlayan içi boş elitizm, siyasi analiz olarak hiçbir şey ifade etmiyor, sadece iç sızlatan bir rahatsızlık veriyor. Asıl şaşırtıcı olan sosyalistlerin ve Kürt hareketinin de seçim sonuçlarını tahmin edememesiydi. “Somut durumların somut tahlili” mottosuyla şekillenmiş sol siyasi akımlar, nasıl oldu da böyle büyük bir yanılgıya sürüklendi. Kendi taraftarlarının en az, CHP’liler kadar demoralize olmasına yol açtı? Bunun nedeni; sıralanabilecek bütün irili ufaklı faktörleri bir kenara bırakırsak, ekonomik-determinist açıklama saplantısı.
Peki, CHP ve sol muhalefet, bu ekonomik tablonun seçimin sonucunu belirleyeceğine inanırken, AK Parti ne yapıyordu? AK Parti, son derece sarih bir seçim kampanyasını üç temel ayağa oturttu: Olmazsa olmaz olarak din, beka sorunu ve güçlü Türkiye. Bunlar, sağın klasik retoriğidir. Bunlardan ilk ikisini bir kenara bırakıyorum.
Asıl şaşırtıcı olan ve büyük etkisi kavranamayan “Büyük Türkiye” retoriği… Bu üçüncü momenti hiç kavramadıkları için, karşı hamle dahi düşünemediler. AK Parti Başkanlık seçiminde, üç şeyi öne çıkardı ve bu vurgu da son derece sarihti: SİHA’lar-İHA’lar, uçak gemisi ve TOGG… Halk, limandan limana yüzdürülen uçak gemisini görmek için kuyruk oluştururken, semtten semte gezdirilen TOGG’a dokunabilmek için yarışırken ve göklerdeki SİHA’lar ve İHA’larla gözleri dolmuş bir şekilde gururlanırken, muhalefetin müthiş tespiti, TOGG için yollara düşmüş insanlara, ona asla binemeyeceğini anlatmak oldu… Geniş kitlenin bu tepkisini asla anlamadılar. Anlamadıkları için de yenilginin faturasını, seçmene kestiler. Hem de elit olamayanın elitist snobluğuyla…
Şimdi yerel seçimlerde bunlara; uzaya gönderilen Türk astronot ve yerli savaş uçağı Kaan eklendi. Aynı hata devam ediyor, “uzay yolculuğuyla 55 milyonluk turistik gezi” diye alay ediliyor. Ama astronot uzaydan Başkan’la sohbet ediyor. Bunun halk üzerindeki etkisi kavranılmıyor. Kaan uçarken, tam hazır olması için daha yıllar gerektiği anlatılıyor. Yarattığı heyecan anlaşılmıyor.
İmdi halkın “binemeyeceği TOGG için oy kullanmasını ve diğerlerini” anlamaya yardımcı olacağını düşündüğüm tarihten bir örnek alıyorum: Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam adlı eserinin ilk cildinde, İsmet İnönü’nün nasıl adım adım “ikinci adam” ve Mustafa Kemal’in de nasıl “birinci adam” olarak “insanüstü bir varlığa” dönüştüğünü yazıyor.
Mustafa Kemal’in “insanüstü bir varlık haline” gelmesini sağlayan nedenleri, olayların içindeki bir gözlemci olarak son derece sakin bir dille açıklıyor. Öyle görünüyor ki gözlemlerine dayanarak yaptığı analizin derinliğinin kendi de farkında değil. Şöyle yazıyor: “Biraz şartların gelişmesi, olayların akışı, biraz da kendini doğuran çevrenin ruh yapısı, böyle bir insanüstünü, ister istemez yaratacaktı. Çünkü en az iki asırdan beri gerileyen, aşağılık duyguları içinde bulunan, asırlardan beri Kahraman bekleyen bu çevre, kazandığı zaferden sonra onun ayaklarını, ister istemez topraktan kesecek, onu ilahlaştıracaktı. Bulutların ortasında, buluttan bir tahta oturtacak onu putlaştıracak, ona tapacaktı. Bundan halkın yerden göğe kadar hakkı vardır. Çünkü asırlardır süren çöküntüler, yenilgiler, hakaretler içinde, bir Üstün’e bir Muzaffer’e öylesine susamıştı ki…” (Aydemir, 171).
Bu alıntıda iki şeyin altını çizmek gerekiyor: Aydemir’in “aşağılık duyguları içinde bulunan” halk tanımında, “aşağılık duygusu” ifadesi bir kompleksi değil, aşağılanmış olmanın verdiği duyguyu anlatıyor. Halkın horlanmasına işaret ediyor. Nitekim alttaki cümlede, halkın tepkisini “yerden göğe kadar” halklı buluyor.
İşte TOGG, uçak gemisi ve iHA’lar-SİHA’lar, Kaan, uzayda bir Türk için oy kullanan halkı doğru kavramanın yolu burada. Zorluklarla hayatını sürdüren halk, yaşam koşullarının ağırlığı karşısında eziliyor. Üstelik bu, sadece sınırlarını açmayan ülkeler karşısında duyulan bir ezilme de değil. Maddi koşullarla ezilen halk, sosyal hayatta da maneviyatının her yanına işleyen bir ezilmişlik duygusu yaşıyor. Değersiz, onuru kırılmış, bir küçük varlığa dönüşüyor. Hiçbir kıymeti olmayan, aşağılanan insan, pazarda dolduramadığı filenin, içemediği kahvenin, çocuğuna alamadığı ayakkabının, yediremediği yemeğin verdiği eziklikle kıvranıyor. “TOGG’a binemeyeceksin, Kaan noksanlı, uzaya turistik seyahat…” demek sadece bu ezilmişlik duygusunu pekiştiriyor. Oysa bu küçülten, değerden düşüren, onur kıran, aşağılanma karşısında nefes almayı sağlayacak bir şey gerekiyor. Ulusal aidiyet üzerinden, ulusal başarı olarak algılanan TOGG, İHA, SİHA, Kaan ve uzaydaki Türk, tam da bu boşluğu dolduruyor. “Ruhsuz dünyaya bir ruh, müşküldeki insana bir iç çekiş” oluyor. İşte bunlar, asırlardır aşağılanmanın karşısında bir diklenme fırsatı. Onun için atılan her oy, ezilmişliğe vurulan sanal darbe oluyor… Ama oy, hakiki oluşunu koruyor…