“Elimizden geleni yapıyoruz”… Hemen her felâketten sonra kurulan bu resmi cümleye, o hazin klişeye kuşkuyla yaklaşmak, aksini düşünmek -böyle günleri yaşamadan- birçok insanın ruhuna uygun düşmeyebilir. Normal koşullarda “Tersi nasıl olabilir, tabii ki öyle olacak” diye düşünür zaten. Devlettir, ezelden babadır yapacaktır, yapmak zorundadır elbet elinden geleni.
Ama bu durma aşınan güvenin gönül rahatlığını yahut geleneksel illüzyonunu yaşarken bile büyük felâketlerde hali hazırda elimizde neyin olduğu, kaldığı, eldeki avuçtaki kaynakların nasıl, nereye kullanıldığı konusunda derin bir şüphe, endişe duyulması da bu koşullarda normal.
Hele gözünün önünde yaşanıyorsa felâket. Bizzat duyuyor, görüyor, yaşıyorsa milyonlar bunu. Ötesi “felâket” zincirinin halkaları önceki depremlere, son yıllarda pandemiden ekonomik krize uzanıyorsa… O acı deneyimler hâlâ tazeyse.
Ayrıca “elden gelen” vurgusu, sırtını sağlam bir zemine dayayan bir hazırlığı, birikimi, organizasyonu, işleyişi değil bir eksikliği, yetersizliği, mahcubiyeti çağrıştıran ifadeler. Nihayetinde “elden gelen bu” itirafı… Ve bu yönüyle devlet babada, yetkililerde değil kendi çabalarıyla bir şeyler yapmaya çalışan halkta, elinden geleni yapmaya çalışan gönüllülerde eğreti, sakil durmuyor sadece.
Elden, elinden gelen…
O nedenle de “Devlet nerede?” çığlıkları yüksek. Ve normal… İktidar diline pozitif anlamda pek yerleşmeyen, hatta odaları, dernekleri, temsilcileriyle her fırsatta azarlanan, cezalandırılan, asla kaale alınmayan “sivil toplum ve örgütleri”, deprem bölgelerinde -örgütlü/örgütsüz- bir çatıya dönüştü bugünlerde. Mecburen, fiilen…
O kavramın tümüyle hakkını veren bir örgütlülükte, yaygınlıkta, güçte değil daha çok “resmi” kavramından ayırt edilen çırpınmasıyla, kılığıyla bir sivil toplum belki. Ki o da çok kıymetli. En azından böyle anlarda devletin-iktidarın sarıldığı siyasi rekabetin değil dayanışmanın önemini ortaya koyuyor. Bazı yetkililer ucuz rekabet adına ne yaparsa yapsın, ahval böyle. O dayanışma, “Kendi imkânlarımızla çıkardık” cümleleriyle günler boyunca enkazdan kurtarılan canlara hayat, öylece bekleyenlere elden geldiğince su, ekmek, umut oluyor.
Kurtarmadan yardıma her yerde elinden geleni yapmak için çırpınıyor insanlar. Üstelik günler boyunca onların elinden gelenleri, elini çoğaltan, işini kolaylaştıran bir devlet, araç, gereç, ekipman, kaynak desteği de yok ya da yetersiz. Örneklerini gördük, görüyoruz ekranlarda.
“Kader”in meşruluğunun sınırları
Sınırlı televizyon kanallarına, sosyal medyaya yansıyan görüntülerde, örneklerde “Bari engelleme, gölge etme” figanına bile rastlanıyor. Heyhat bölgedeki bürokrasi enkazlarının, onun üzerinde (de) yükselen biricik merkezli koordinasyon zafiyetinin fotoğrafını çekmek, yayınlamak, “İşte” diye bir karede göstermek her zaman mümkün değil.
Tartışmak, anlatmak da kolay değil. Hâlâ… O mahut “kader”e su taşıyan “Deprem kaçınılmazdır”, “Böylesi felâket dünyada görülmemiştir”, “Türkiye zaten deprem bölgesi”, “Asrın felâketi” söylemi ilk andan itibaren ortak resmi dil. Merkezin asli görevi de o “kader birliği”ni korumak.
Nihayetinde bir çaresizliğin, boyun eğmenin, “kabul”ün ifadesi olan bu manzaraya, “işi oluruna, kadere bırakmak” tanımlamasıyla yaklaşırsan düşmansın. “Doğanın meşum sırları”nın, amansızlığın, korkunçluğunun artık önünde diz çökülen, hatta tapılan mitolojiler olmadığını vurgularsan muhalifsin, münafıksın.
Resmi dilin “Benden önce”si
Depremin darmadağın ilk anlarından beri birçok resmi açıklamada sorumluluğu üzerinden atmaya çalışan bir söylem çabası. Ezelden beri yaşanan felâkete, sorumluluklara “Benden/bizden önce”yle milat yerleştirme çabaları, bu depremde de resmi bir refleks. Daha depremin ilk saatlerden beri… Resmi dil.
Ekranlarda “Yıkılan binaların yüzde 98’i eski binalar”ı bile duyuyoruz, resmi istatistikleri pandemiden, ekonomik krizlerden beri fevkalâde tartışmalı bu ülkede. Bazen bu durumu adlı adınca tanımlayan kelimelerden bile ar ediyorsan, o yüzden “tartışmalı” yani…
O büyük felâketin ortasında nasıl hızlı bir bilançodur, her şeyden acil bir meseledir ki küsuratıyla belirlenmiş. Artık şaşırmıyorum bile. Biliyorum ki gerçekler de nicedir enkaz altında. Ana işlevi ülkeyi örtmek olan o dev halının altına süpürülmeye çalışılıyor.
Müteahhit yakalama seferberliği
Sorumlular deyince… “Resmi, devletlû müteahhitlik işleri”yle ilgili yolsuzluk-usulsüzlük iddiaları yıllardır cansipârane söylemlerle temize çekilmeye çalışılırken, bu felâkette neredeyse müteahhit yakalama seferberliği var. 1999’da bu kadar önplana alınmış mıydı, hatırlamıyorum.
Depreme dair bazı veriler pandemideki gibi çakılı kalırken, onların sayılarını an be an takip ediyoruz ekranlardan. Haklı, gerekli bir uygulama lâkin onlar “eser”leri yıkılınca değil yapılırken -onaylanmadan- yakalanmalıydı. O yüzden mırıldanacağın her şeye “Göz göre göre…” pekiştirmesinin eklenmesi de normal.
Peki… Bu uygulamalar adil mi yürütülecek, o da çok “tartışmalı”. Operasyon, yapan kadar yaptırana, onlara karanlık nedenlerle imkân sağlayana, neredeyse “Yürü kim tutar seni” diye yol döşeyenlere, nepotizmin yüksek duvarlarına ayırt etmeksizin uzanır mı… “Tartışmalı”. Öyle sabık müteahhitlerden bazıları çıkıp mahkemede imar affıyla affedildiğini söylerse, savunması o olursa zaten “tartışmalı” yargı ne yana düşer.
Klişeler artık can yakıcı
Felâketlerin sorumluluğunu kullanıma sokulan klişelerle, nafile ama inatçı savunmalarla üzerinden atmaya çalışmak, böyle günlerde daha can yakıcı. Depremin ilk anlarından beri ortaya yuvarlanan “Yıkılanlar eski binalar” söyleminin mumu nereye kadar.
Velev ki “fifti fifti”. “Bir deprem ülkesinde, fay hattının göbeğindeki onca ilde, onca yılda onlar niye dönüştürülmemiş” sorusu bâki… Ve bu denklemde yapılan “imar affı”nın yeri nedir, nicedir, niyedir, o da çok “tartışmalı” ama açıkça, yaygın olarak tartışamıyoruz pek.
Hal böyleyse “Siz niye öylece durdunuz?” sorusu sadece muhalif yönetimlere, belediyelere yöneltilecek bir soru değil artık. Ekonomik krizlerin, güvenlik zafiyetlerinin, terörün, darbe girişimlerinin müsebbiplerini dış mihraklara ihraç etme klişeleri de bu felâkette kullanışlı değil. Kuyu bombaları, nötron bombaları filan en pervasız komplo üstatlarının bile ilgisini çekmiyor. O her şeyimize düşman “dünya”dan, Batı’nı o meşum mihraklarından gelen kurtarma ekipleri alkışlar içinde can kurtarıyor.
Krizi değil algıyı yönetmek
Ama görüyoruz ekranlarda o refleksle, klişeyle -sanki ilk günden bütün binaları araştırmış gibi- ortaya sürülen “Biz yapmadık” imasının temelini, yaygınlığını. Felâketin felâketle kıyasladığını, “500 atom bombası”nı görüyoruz. “Krizi yönetemiyorsan, algıyı yönet” düsturu hemen dolaşıma giriyor yine.
Daha depremin ilk saatlerinde en yetkili ağızlardan “Arama kurtarma ekiplerimiz ivedilikle sevk edilmiştir. İçişleri ve Sağlık Bakanlığımız, AFAD, Valiliklerimiz ve diğer tüm kurumlarımız çalışmalarına hızla başlamıştır. Herkes canla başla çalışarak olabilecek en hızlı refleksi vermiştir” açıklamalarını duyuyoruz.
İlk saatte her yere ulaşmak!
Sahadan peş peşe açıklamalar geldi. AFAD Deprem ve Risk Azaltma Genel Müdürü Prof. Dr. Orhan Tatar, 6 Şubat’ta, depremin daha ilk saatlerinde canlı yayında, saat: 08.07’de duyuruyor: “Bütün ekipler, bütün kurumlar depreme müdahale ediyorlar. Şu anda yıkılmış binalarda arama kurtarma çalışmaları devam ediyor değişik illerimizde. Vatandaşların toplanma alanlarında toplanmalarını ve resmi görevlilerin talimatlarına uymalarını rica ediyoruz.” Toplanma alanları?
Aynı gün, ilk gün, ikinci açıklamasında bir gazetecinin “Ulaşılamayan yerler olduğu iddia ediliyor?” sorusu üzerine, “Şu anda ulaşılamayan yerden ziyade nerelerde enkaz olduğu belli, nerelerde yıkılan bina olduğu belli. Buralara bir şekilde ekipler gönderilmiş durumda. Bu kadar geniş bir alanda 25 bin kişinin olduğu arama ekibiyle her yere ulaşmak çok kolay değil ama şu anda her yer kontrol altında ve her yere ulaşılmış durumda. Ama halen daha enkaz olduğu bilinip de bir şekilde arama kurtarma faaliyetlerinin başladığı yerler var. Henüz yeni yerler, başlayan yerler var. Sahadaki her yerde arama kurtarma faaliyetleri devam ediyor” karşılığını veriyor. Çaresiz…
Talimatın icraat gibi kullanımı
AFAD Başkanı Yunus Sezer de ilk gün aynı soruyu, “Şu anda ulaşılamayan bölgemiz yok. Ulaşanlara takviye birliklerimiz devam ediyor. Ülkemizin tüm kaynakları Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla sevk edilmiş durumda” diyerek yanıtlıyor. Sahadan gelen görüntülerde bu seferberliği göremiyoruz. Birçok yer ıssız, yalnız. Karanlık… Çoğu evlerin, uzayıp giden enkazların önünde yanan ateşlerde bekleyenlerin silueti geziniyor. Köylerden hiç haber yok.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, 6 Şubat, ilk gün, ilk saatlerde, canlı yayında saat: 09.57’de açıklıyor:“Devletimiz ilgili tüm kurum ve kuruluşları ile ilk andan itibaren sahada çalışmalarını yürütmektedir. Hemen ilk andan itibaren bakanlarımızla birlikte toplanmaya başladık. Cumhurbaşkanımız ilk andan itibaren, depremin olduğu andan itibaren bire bir olayı hem takip etmektedir, hem yönetmektedir. Bakanlarımızın çoğu sahada…”
Kurtarma ekiplerinin bileşimi
Oktay ilk gün saat: 18.30’da da açıklamalarına “Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere, tüm an be an çalışmalarımızı… Sayın Cumhurbaşkanımız zaten AFAD’a geldiler, belirli bir süre burada çalışmaları yürüttüler, başkanlık yaptılar. Sonrasında da zaten şu anda külliyede fiilen afet yönetiminin başındadır” diyerek başlıyor:
“Tüm ekiplerimiz olarak gerek merkezde, gerekse her ilimizde köylerimize kadar bütün güçleriyle sahada gayret göstermekteler. Şu an itibariyle sahada 9 bin 641 arama kurtarma personeli bulunmakta. Bunlar AFAD’dan, JAK’tan, polis arama kurtarmadan, gönüllüler ve güvenlik korucularımızdan, aynı zamanda da Milli Eğitim Bakanlığımızdan arama kurtarma personelinden oluşmaktadır. (Evet, henüz koca TSK’dan, sahaya gönderil(e)meyen, sevk edil(e)meyen madencilerden bahis yok. Ama o alana neden sonra ulaşabildikten, vardıktan sonra kurtarma manzaralarında tecrübeli madencilerin görüntüleri başrollerde, her kanalda.)
Barınma ve beslenmede gerek çadırlar, battaniye, ısıtıcı, mutfak seti ve yatakla alakalı, lojistik depolarımızda vardı ama yeterli olmayacağı için diğer illerden de buralara tamamını sevk ediyoruz, sevk etmiş durumdayız. Henüz ulaşmayan varsa yolda olduğunu 10 ilimize duyuruyorum. Yine bu 10 ilimizde fırınlardan ekmeklerini ücretsiz alabilirler. (Fırınlar?) Özellikle Cumhurbaşkanımızın liderliğinde biz birçok afeti birlikte yaşadık ve çok hızlı biçimde bunun üstesinden geldik.”
Deprem ülkesinin tecrübesi
Elbette elinden geleni yapanlar, canları pahasına çırpınanlar, gece gündüz çalışanlar var. Depreme eli değebilen, uzanabilen herkes insanüstü bir çaba gösteriyor. O insanları neyin ağlattığını, bir an neyin gülümsettiğini izliyoruz sonraki günlerde ekranlardan.
Lâkin Türkiye’de depremlerle ilgili yaşanan ezeli, acı deneyimlerin, adresleri, kırmızı hatları belli “bir deprem ülkesinin tecrübesi”nin, bilgi, kaynak birikiminin ve benzer hazırlıkta, donanımda, hazır bir “devlet”in alanda bugün yaşanan sorunlara kılavuz olduğunu görmek günler boyunca zor. Bunun yokluğunu ya da yetersizliğini düşündüren bir durumun ifadesi tüm ekranlar.
Özel kanalların “resmi dili”
Bu yoklukla, yetersizlikle sadece kurtarılanlara, yapılanlara, en sıcak saatlerde uzun uzun “Deprem nasıl meydana gelir” programlarına sabitlenen kanalları izliyoruz. Kahramanmaraş’da stadyumda kurulan çadırların bazı kanallar için değişmez bir fona, stüdyoya dönüştüğüne tanık oluyoruz. Her krizde o mahut terânelere…
Televizyon kanallarında gözümüzün önünde yakınanların feryadınının nasıl boğulmaya çalışıldığını bile görüyoruz. İstanbul’daki bazı moderatörlerin ve yancılarının pozitif “ama”larıyla, laf kesmeyle, araya girmelerle yönlendirme çabalarını, nafile çırpınışlarını da… O kanalların tahakkümündeki bazı habercilerin de biçare “resmi dil”ine, o acı tereddütlerine tanık oluyoruz.
Başarısız “imtihanlar” ülkesi
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, depremin ilk saatlerinde, saat: 09.57’de basın açılamasında vurguluyor: “Biz şunu biliyoruz ki Türkiye bir deprem bölgesi. Bundan kaçışımız yok. Şunu da biliyoruz ki öldüren deprem değil binalar. Ve binalarla ilgili depreme hazırlık, deprem anındaki müdahaleden son derece önemli. En azından buradan da gerekli dersleri çıkararak tüm bölgeler için, depreme hazır bir Türkiye için biz Cumhurbaşkanımızın liderliğinde tüm bölgelerde tüm çalışmaları sürdürüyoruz. İnşallah buradan da güçlü bir ders alarak çıkarız.”
Hâlâ ders çıkarmak! Bunu “Bir imtihandan geçiyoruz” babından ulvî, kutsal açıklamalarda da sık görüyoruz. Bu derslere defalarca giren, böyle “imtihan”larda defalarca başarısız olan, 24 yıl önce 1999’da sorunların, çözümlerin laboratuarına, yıllar boyunca her fırsatta ulusal sempozyumuna, televizyonlardan online dersliğine dönüşen bir ülkede yaşıyoruz. Bir depremle darmadağın olan devlete, kurumlara, kuruluşlara, yetersizliklere, ihmallere, hayati yanlışlara da aşinayız.
Almak değil “dersini vermek” çabası
Lâkin bugün, bu felâkette bile ders alan değil söylemiyle eleştirenlere yine “dersini vermeye” çalışan bir ulusal program sürümde. Bugün AK Parti Sözcüsü olan Ömer Çelik’in 1999’daki depremden sonra yazar kimliğiyle yayınlan iki yazısını, bugün çok acı bir ironiye dönüşen değerlendirmelerini Serbestiyet’ten okuyoruz:
“Apaçık ortada olan ve karşılıkları can kaybıyla, Türkiye’nin en az yirmi yılına mal olacak mal kaybıyla ödenen ihmalleri ve beceriksizlikleri dile getirenleri “şaibeli” duruma düşürmeye çalışmaktan başka bir gayreti hâlâ görünmüyor resmi sözcülerin. Kendi sorumluluğunu örtbas etmek isteyen devlet erki hâlâ meseleyi mümkün olduğunca sümen altı etmeye harcıyor enerjisini. Depremin ilk saatlerinde ortada olmayan ‘devletlu’ zevat, aradan saatler geçtikten sonra her köşe başından başlarını uzatıyor.
Ve bugün… Ama bugün… Tam da bugün yine “Devlet”in yetersizliğiyle, yokluğuyla ilgili yakınmalar, çığlıklar yükselirken, devletin, iktidarın önce kendini korumayı temel alan o kadim özelliği devreye giriyor: “Eleştiriye tahammülsüzlük…” Uluorta olan gerçeğe nafile direniş… Ki böyle örnekler, yaslanılan o güç, devletin-iktidarın yaşanan büyük felâket nedeniyle kerhen göstermesi gereken asgari müsamahayı bile birçok cümleyle, yorumlarla, uygulamayla, hatta tehditlerle deliyor.
Asılsız iddia mihrakları
İmar affı, içi boşaltılan kurumlar, kuruluşlar, hayati birimler, depremle ve o konuda görevli kurumlarla ilgili bütçelerdeki, hazırlıklardaki yetersizlikler, sorunlar, koordinasyonu, liyakati vuran uygulamalar gibi bugüne dek fütursuzca yapılanların sicili, listesi, zorunlu olduğu halde yapıl(a)mayanların listesiyle yarışıyor.
Ciddiyetsizlik örnekleri ekranlara getirilen birkaç “fenomaniac”la, onların densizliği, pervasızlığıyla sınırlı değil. Değindim biraz… Elimden, dilimden geldiğince… Depremle ilgili “asılsız iddia yayan” merciler de kovuşturulanlardan ibaret değil. Asılsız iddianın sivil mihraklara değil nicedir resmi bir söyleme dönüştüğünü iyice anlamanın, itiraf etmenin zamanı her türden enkazın altında geçiyor.
Bugün söylemeye dili varan birisi çıkıp o mahut “Türkiye bir deprem ülkesidir” söylemini, hemen her konudaki yıkıntılara bakıp “Türkiye bir enkaz ülkesidir”e dönüştürse, ne deriz, ne ederiz bilemiyorum.
DEVLET BABANIN ÇOCUKLARI
Devlet… Bizim kuşak dâhil “Devletin bir memurunun düğmesini koparmak altı aydan başlar” düsturuyla büyüdü nesiller. Şair Cemal Süreya’nın Varto depremine ağıtındaki, “Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani, /Trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı” dizesindeki hatırlatma, devlet babanın çocuklarının tedirginliğini, kadim, “ürkek saygısı”nı, o hazin “kabul”ünü bugün de taze kılan bir fotoğraf.
Soma’da göz göre yaşanan maden faciasından sağ kurtulan işçinin ambulansa binerken “Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin” sözleri duruyor o fotoğraf albümünde. Karaman’ın Ermenek ilçesindeki maden ocağında hayatını kaybeden işçilerden birisinin babasının o soğuktaki yırtık lastik ayakkabıları da duruyor.
Bugün enkazdan çıkan depremzedeye kendi botunu giydiren itfaiye erine, “Sen ne yapacaksın. Ama sen üşüyeceksin” diye itiraz eden o ihtiyar da albümde. Gönüllülerin dağıttığı, ona verdiği gofretleri gönüllü kurtarma ekiplerine, muhabirlere birer-ikişer dağıtan, ondan sonra kendi gofretini iştahla, ihtimamla ısıran beş-altı yaşındaki oğlan çocuğu da… Daha önce o gofretlerden yemiş mi, bilinmez.
Yazımın fotoğrafında 1999 depreminin sembollerinden olan ve elinde ekmekle enkazın önünde ağlayan ihtiyarın fotoğrafı, bugün de görülen “şanslı kareler” arasında. Üstünde bir hırkadan başka dünya malı kalmamış, o soğukta günlerce öylece bekleyenlerden, medet umanlardan bazılarının “Allah devlete zeval vermesin” diye mırıldanması da o albümde. Ama bugün de devlet o itibarı taşırıyor, zeval millete kalıyor.