Özkan Uğur’un ardından yeniden dolaşıma giren MFÖ’nün eski kayıtları, videoları arasında en dikkat çekici olan 1988 yılında Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil etmeye giderken TRT’nin çektiği görkemli klipti.
1985 yılında Diday Diday Day ile yarışmaya Türkiye adına katılan ve 14’üncü olan Mazhar Fuat Özkan, üçüncü kez katıldıkları 1988 Eurovision Türkiye elemelerinde jüri üyeleri Grup Denk’in 12’den adlı şarkısıyla, MFÖ’nün şarkısı arasında kalmıştı.
Ama TRT’nin tercihi bir kez daha MFÖ oldu.
İktidarda Özal’ın ANAP’ı vardı ama yine de cesur bir tercihti bu.
Önce “Sufi“ adlı şarkının sözlerini hatırlayalım:
“Hey ya, hey ya, hey ya
Bir denize açılmış sufi
Ne sonu var ne sahili
Aşka aşık olmuş, o besbelli
Deli mi, divane mi?
Dance the dance of sufi Sophia
Aşka aşık olmuş sufi
Dance the dance of sufi Sophia
Sufi, sufi, sufi, sufi, sufi
Sufi, sufi, sufi, sufi, sufi
Bu sesler, bu sözler bizim değil
Bunu aşıklar bilir
Gül de bir bize, diken de bir
Bunu aşıklar bilir”
Aslında şarkıdaki İngilizce dizeler daha sonra eklendi. İlk versiyonda yoktu.
O bir cümlenin oraya girmesi bile siyasi bir olaya dönmüştü.
Ama esas tartışma şarkının diğer sözleri üzerine kopmuştu.
Şarkıdaki sufi tasavvuftaki sufiydi, “hey ya” nakaratı da tabii ki zikirdi.
O şarkıyla Eurovision’a katılmak o yıllar için büyük bir cüretti.
Tasavvuf o günlerde bu kadar popüler değildi, otel gecelerinde semazenler dönmüyor, dinin kamusal alandaki her görünümü krize neden oluyordu.
Ve tabii Mazhar Alanson ve Özkan Uğur’un 1980’lerin başlarında Cerrahi Dergahı şeyhi Muzaffer Özak’la tanışmış ve sohbet halkalarına girdiği de bilinmiyordu.
Daha doğrusu bunun bilinmesi o yıllarda MFÖ’nün müzik kariyeri için pek de iyi olmazdı.
Bunları bugün anlamak kolay değil.
Türkiye’de 1925’den 1954’e kadar Konya’da semazenlerin dönmesi bile yasaktı.
Yasak Marshall yardımları için Türkiye’ye gelen Amerikalı subay heyetindeki bir subayın eşi “dönen dervişleri” görmek isteyince zorunlu olarak bitirilmişti.
Yani bugünkü Şeb-i Arus törenlerini bir Amerikalı subay eşine borçluyuz.
Bırakın zikri, bir ay kadar önce kaybettiğimiz Suna Kan, 1971’de Türkiye’nin ilk Kültür Bakanı Talat Halman’ın Ankara’daki devlet konser salonunda düzenlemek istediği İtri konserini bile 12 Mart askeri yönetiminin atadığı Başbakan Nihat Erim’e yazdığı mektupta “İş ne Itri meselesidir, ne Devlet Konser Salonu’nda alaturka konser vermek meselesidir, kökünden Atatürk devrimleriyle sıkı sıkıya ilgilidir” diyerek şikayet edip iptal ettirmiş, bu kriz daha sonra bakanın görevden alınmasına, hatta bakanlığın kapatılmasına neden olan olaylar zincirinin başlangıcı olmuştu.
Eurovision ise her zaman bir kriz demekti.
Bu çarpık modernleşmenin aşk ve nefret objesi Avrupa önüne çıkmak tek başına milli bir stres konusu olmuştu.
Çünkü onlara hem benzemek hem de benzememek istiyorduk.
Bu yüzden Semiha Yankı, süper Batı soundlu şarkısını söylerken TRT yönetimi üzerine fistanlı bir milli kıyafeti uygun bulmuştu.
80’lerin başında Petrol, Opera gibi şarkılarla, “Tosca, Figaro, Fidelio” isimlerini bildiğimizi göstermek istemek gibi ezikliklerin takdir edilmemesinden utanarak yurda sonuncu dönülmüştü.
1984’de Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’nın Halay’ı ile bu kez yerli ve milli bir şarkıyla Avrupa kapılarını zorlarken, elemelerde şarkıyla bağlamasıyla eşlik eden Arif Sağ, “bu kadar da değil” denerek yurtdışındaki finalde kadrodan çıkarılmıştı.
İşte böyle bir ülkede Mazhar-Fuat-Özkan’ın ‘Sufi’si büyük bir cüretti.
Türkiye’yi temsil edecek bir şarkının “tarikatçı” öğeler içermesine beklenen tepkiler gelmekte gecikmedi.
Şarkı hakkında ülkenin bir numarası bile konuştu.
Darbeci Cumhurbaşkanı Kenan Evren, “Türkiye tarikatçı şarkıyla temsil edilemez” dedi.
Gazeteler “Eurovision’a tekke şiiriyle gidiyoruz” diye manşetler attılar.
Muhtemelen Özal’ın devreye girmesiyle bu krizler yumuşatıldı.
Sufi’ye Ayasofyalı, danslı bir klip çekildi. Bugün çekilmesi teklif dahi edilemeyecek klip için seçilen mekanlar, şarkıyla uyum içindeydi.
Klip, bugüne kadar kimsenin çıktığı görülmemiş Topkapı Sarayı’nın Adalet Kulesi’nin balkonunda başlamış, o günlerde müze olan Ayasofya’nın içinden devam etmişti.
Çoğu arkada mozaiklerin göründüğü Ayasofya’da çekilen klibin nakaratında ise bir Boğaz’da giden arabalı vapurda toplanan kalabalık dans ediyordu.
Böylece o ‘Sufi’nin korkulan sufilerden olmadığı gösterildi.
Ama MFÖ’nün cürreti burada da bitmedi.
Bu kez de Eurovision’da söylenecek şarkıya İngilizce bir dize eklemek istediler.
Bu da o yıllarda teklif edilmesi bile teklif edilemeyecek bir dejenerasyon örneğiydi.
Her ne kadar Neco “Hani” şarkısıyla “Honey” de demiş olmuştu ama doğrudan İngilizce bir dize, üstelik kültürümüzü Avrupa’ya gösterirken olacak iş değildi.
Ama o da oldu. Galiba yine Özal’ın destekleriyle. “Avrupalıların bize puan vermemesinin sebebi, Türkleri sevmemeleri değil, belki de dilimizi anlamamalarıdır” diyerek herkes ikna edildi.
Şarkıya “Dance the dance of sufi Sophia” cümlesi böyle girebildi.
Ayasofya’daki Sophia’ydı bu. Böylece Sufi de yumuşatıldı. Ayasofya’da klip de sözleri tamamladı.
Klibe Yunanistan kızdı, Atina’daki Türkiye Büyükelçisi, dini bir mekandaki bu saygısızlığı protesto etmek için dışişleri bakanlığına çağrıldı ama Türkiye’deki tepkiler yumuşamıştı.
Dublin’deki yarışmada MFÖ, 37 puanla 15’inci oldu.
O günlerde 30’lu yaşlarda olan genç Mazhar, Fuat ve Özkan ise Türkiye’nin tuhaf Batılılaşma macerasının krizlerinden birinin ortasında kalmışlardı.
Avrupa’ya diz çöktürmek ile ondan takdir görmek, Avrupa’ya benzemekle ona benzemeyi dejenerasyon görmek arasında gidip gelen duygular bu aralar yine karışmış durumda.
Son NATO-İsveç krizinin çözümüyle Avrupa’nın tekrar fethinden vazgeçilmiş, bir kere daha kapısını çalarak içeri girmenin yolları konuşulmaya başlanmış görünüyor.
2004’de Brüksel’de adaylık statüsü alınınca Ankara’nın ortasında Erdoğan’ı karşılama töreninde gündüz vakti havai fişekler atılmıştı.
Litvanya dönüşü benzer bir karşılama herhalde olmayacak.
Ama biraz meydan okumak, biraz takdir görmek arasında gidip gelen duygular bu kez de tatmin olmuş gözüküyor.
Biz bu halleri zaten çok iyi biliyoruz.
Çünkü bu sesler, bu sözler bizim…